Kitap
Osmanlı'nın Son Savaşı
“Enver Paşa Osmanlı son neslinin simgesi idi. Onlar Türk tarihinin belki de en ağır ve zor bir çeyrek yüzyılının sorumluluğunu omuzlayıp, hayatlarını avuçlarındaki bir kor yığını gibi taşıyarak yaşadılar, başarılı olamadılar. Hatta koca Devleti Aliyye onların kollarında can verdi, ama Cumhuriyet de onların kollarına doğdu. Ülkücü idiler, her zaman uğrunda can verecekleri bir iddiaları oldu. Coşkun yaşadılar ve gerektiğinde gözlerini kırpmadan ölmesini bildiler. Yüz binlerce şehit veren başka hangi nesil yaşamıştır.”
Yukarıdaki satırlar kitabın sonlarından bir alıntı ve eserin özeti gibi. Adil Hafızanın Işığında / Osmanlı’nın Son Savaşı, Ötüken Yayınları, 2017, 753 sayfa. Yazarı Altay Cengizer bir büyükelçi.
Kitap çok zengin aktarımlar, bilgi ve belgelerle Balkan ve 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın ölüm kalım mücadelesini anlatıyor. Batı merkezli liberal tarih anlatısının İttihat ve Terakki’ye karşı kafalara iyice yerleştirdiği olumsuz klişeleri parçalamayı hedefliyor.
Osmanlı 1. Büyük Savaş’a nasıl ve neden girdi? Ona gelmeden Balkan Savaşı ve öncesinden başlayalım. Militer ve saldırgan milliyetçi siyasetlerle bilenerek fanatik bir ulusal bilince ulaşan Balkan milletlerinin en büyük hıncı Osmanlı’ya ve Türklere karşıdır. Batı devletleri ve Rusya onların sonuna dek arkasındadır ve bir yandan onları birbirlerine karşı denetim altında tutmaya çalışmakta, bir yandan Osmanlı’ya karşı kışkırtıp desteklemektedirler. Tüm kanatlar tek bir şeyde hemfikirdir: Türkler Avrupa’da işgalcidir ve her ne şekilde olursa olsun oradan atılmalı, kökleri kurutulmalıdır. Avrupa’daki Türk nüfusu sivil, asker, erkek, kadın, yaşlı, çocuk ayırt edilmeksizin ortadan kaldırılmalıdır.
Andrew Wheatcroft Yunan bağımsızlık mücadelesinin başladığı 1821 yılından önceki 30 yılda kitlesel zulüm, katliam ve kıyımın doğuda değil batıda rastlanılan bir hadise olduğunu, 1821 yılı Paskalya ayında Mora’daki Yunan köylülerin niçin birdenbire erkek kadın çocuk bütün Müslümanları kesmeye başladıklarının izahı olmadığını, Balkanlar’da katliamların Mora ayaklanması ile başladığını söyler. “Birkaç hafta süren bu katliam sonucunda 20.000'den fazla Türk çoluk çocuk demeden Yunan komşuları tarafından öldürülmüşlerdi. Hiçbir mide bulantısı dahi duyulmadan, günah işlendiği hissine de kapılmadan kasten öldürülmüşlerdi. Ve ne o zaman ne de o zamandan sonra bundan hiçbir pişmanlık duyulmadı. Küçük çiftliklerde veya uzakta tek başına köylerde kendi hallerinde yaşayan Türk aileleri önlerinde aniden beliren Yunanlılar tarafından kesildi. Evleri taş üstünde taş bırakılmaksızın cesetlerle birlikte yakılıp yıkıldı. Bazıları ayaklanma başlayınca evlerini bırakıp güvenlidir diye en yakın şehre kaçtı. Fakat savunmasız mülteci kolları eli silahlı Yunan çeteleri karşısında hiçbir şey yapamadı.” William St. Clair
Justin McCarty ise Balkan harpleri sırasında birçoğu Hristiyan silahlı güçlerce katledilen Osmanlı Müslümanlarının sayısını 1 milyon 450.000 olarak ortaya koymuştur. Bunların çok büyük çoğunluğu her yaştan ve cinsiyetten sivil insanlardır. Başka deyişle 20. yüzyılda ilk ve en büyük soykırıma uğrayan ulus Türklerdir. (Yukarıdaki rakama Doğu Anadolu’da kırıma uğrayan Türk, Müslüman halk dahil değildir.)
Osmanlı devleti ve ordusu perişan haldedir, ordunun üst komuta kademesi önceden hazırlanmış savaş planlarını kasadan çıkarıp okuma zahmetine bile girmeyecek kadar gevşek ellerdedir. Tüm direniş çabalarına karşın savaş kısa sürede kaybedilir. Edirne’nin düşmana savaşmadan teslim edileceği öğrenilince de o meşhur Babı-Ali baskını gerçekleşir. Enver, Talat, Cemal beyler idareye doğrudan el koyar. Türklere karşı Balkan katliamlarının büyük bölümü de zaten öncesindeki o kısa dönem içinde gerçekleşir.
Guy Chantepleure Anadolu Türk askerinin yüz yıllardır değişmeyen saf ruh halini çok güzel betimler ve şöyle yazar: “Zavallı Asyalı askerler! Soru sorulduğunda en genç olanlarının yüzünde hüzünlü bir safiyet tebessümü beliriyor. Oraya neden sevk edildiklerini, neden oraya geldiklerini, neden her yerde savaş olduğunu bilmiyormuş gibiler. Teslimiyet içindeki büyük çocuklara benziyorlar ve arslanlar gibi dövüşüyorlar. Generalleri Cavit Paşa onları ateşe alıştırırken ilk ölenlerden biri… (…)
“Ve Eyüp Bey gülümsüyor. ‘Biz Ateşkes istemiyoruz. Böyle bir savaş… Fransızca nasıl diyorsunuz?’ Numan Paşa’ya dönüyor ve sakin huzurlu bir tarzda aradığı sözcüğü soruyor, yanıtlıyorlar: Aneantissement… Yok olma, yok ediliş. Evet tam da bu işte, böyle bir savaş iki ordudan birinin yok olmasıyla son bulmalıdır… (…) Türkler hayranlık uyandıran bir direniş gösteriyorlar. Artık İstanbul'la ilişki kuramıyorlar. Yanya’nın etrafta ilişkisi tamamen kesik. Onlara ulaşan son emirler mücadele edebildiğiniz kadar edin. Ve ediyorlar. (…)
Anadolular soğuğa, mahrumiyete, en kötü acılara kahramanca ve tevekkülle tahammül ediyorlar. Biri bir kolunu ve iki bacağını yitirmişti. Bedeni zavallı bir kütük, içler acısı bir paçavradan farksızdı. Sadece şöyle diyordu: Vatanımın bacaklarıma ve kollarıma ihtiyacı vardı. Ben de verdim…”
Enver Paşa ile İttihat ve Terakki hakkındaki genel kabul gören yaygın klişelere dönersek… Almancı oldukları, Turancı oldukları, bu iki saikle Osmanlı’yı kaldıramayacağı büyük bir savaş macerasına attıkları yönündedir. Ermeni düşmanı oldukları, Ermenileri kasten, planlayarak soykırıma uğrattıkları iddiasına ise son bölümde değineceğiz.
Kitaptaki bilgi ve belgelerden hareket edersek. Enver Paşa’nın Turancı olduğu doğrudur, zaten şehadeti de bu yolda olmuştur. Ancak kitapta anlatıldığı ve benim anladığım kadarıyla Osmanlı’nın 1. Dünya savaşına girmesinde bu etmenin rolü yok denecek kadar azdır. Osmanlı zaten bir can çekişme halinde ölüm kalım derdindeyken iktidarın hiçbir uygulamasına o etmen yansımamıştır. Yalnızca İttihatçıların özellikle Enver Paşa’nın aklının ucunda böyle bir gündem bulunduğuna dair hafif belirtiler algılanabilir. Enver Paşa’nın bu konuyu gerçekten gündemine alması 1917 Ekim devriminden çok sonra, Osmanlı’nın da savaşta yenilmesiyle geniş Avrasya Rus-Türk topraklarında siyasi boşluğun ortaya çıkmasının ardındandır.
ENVER PAŞA’nın ALMANCI OLDUĞU SAVI… Osmanlı’nın son döneminde gerçekten bir Alman yanlılığı varsa, bunu ilk başlatan Abdülhamit Han’dır. İngilizler ve Fransızlara hiç güvenmemiş, müttefik olunabilecek yegane gücün Almanlar olduğunu düşünmüştür. Bundaki mantık da gayet basit ve gerçekçidir, İttihat ve Terakki mantığının aynısıdır. Bu devletlerin siyasetleridir göz önünde bulundurulan. Eğer Osmanlı savaşa girmese ona Sevr’i savaşa girmeden kabul ettireceklerdi. Enver Paşa Goethe’nin bilinen sözü “öl ve ol”daki anlayışı yeğlemiştir. Savaşmadan öleceğine savaşarak öl ve belki sonunda “ol”ursun. Kazanırsan da ne ala… Osmanlı İttihat yönetimi elbette bunun macera olduğunun bilincindeydi, o gücüyle, o imkanlarıyla, dev rakiplere karşı. Fakat başka şansı yoktu.
Neden başka şansı yoktu? “İstanbul kimin olacak? Büyük sual, meselenin esası daima budur” demişti Napoleon. Artık Balkan Savaşı hezimetinden de sonra dünyadaki hiçbir güç Osmanlı’nın ayakta kalacağına inanmıyordu. Buna Almanlar da dahildi. Savaş öncesi tüm çekişmeler, saflaşmalar Osmanlı topraklarının nasıl paylaşılacağı üzerineydi. Birçok tarihçi savaşın en büyük nedeninin Osmanlı mirasının paylaşımı olduğunu ileri sürmektedir. Almanlar da İngilizler de İstanbul ve Boğazların bir gün Rusya’nın eline geçeceğini kestiriyorlardı. Rusya zaten bunu resmen dile getiriyordu ve Çarlığın planlarında birinci madde her zaman sıcak denizlere İstanbul’u alarak açılmaktı. Almanlar o niyeti kaçınılmaz son olarak kabul ederken, İngilizler Ruslara biraz pay vererek Boğazlar’ı esasen kendilerinin denetlemesi üstüne strateji geliştiriyordu.
İngiltere ve Fransa hiçbir zaman Osmanlı’yı müttefik olarak görmedi. Onu sadece büyük bir yiyecek olarak gördü. İngilizler sözde demokrasi ve liberalizm yanlılıklarıyla Çarlık istibdatını sürekli över ve desteklerken, padişahın yetkilerini kısıtlayıp meşrutiyete geçen İttihatçılara hiçbir zaman yakınlık duymadılar, onları hep kötülediler. Oysa tüm bu dönemler boyunca Osmanlı en çok İngiltere ile ekonomik ve siyasi işbirliği içindeydi ve yeni anlaşmalar yapıldı, yeni ilişkiler kuruldu. Fakat İngiliz (keza Fransız) hükumetleri sömürgecilikte kaba ve doymak bilmezdi. Osmanlı’nın açlıkla boğuştuğu dönemlerde bırakın kapitülasyonları gevşetmeyi, gümrük vergilerinin yüzde 4’e çıkarılması yönündeki Osmanlı taleplerini hep reddettiler. Musul, Kerkük ve Arabistan’ı ele geçirme peşindeydiler. Yavuz ve Midilli Rusya’yı bombalamadan bir ay önce, daha savaşın lafı edilmemişken İngiliz yetkililer Arap şeyhlerine Osmanlı’yla savaşta olduklarını beyan eden demeçler veriyorlardı. Bunlardan biri de Hindistan’dan alınıp Arabistan’a görevlendirilen William Shakespeare idi. İlginç bir isim benzerliği!
Bu kadarla kalmıyordu. Müttefiklerin desteğiyle Balkan Savaşı’nda Edirne tarihin ilk hava bombardımanına uğradı. Dahası var. İtalyanlar bir gerekçe gösterip gemileriyle Çanakkale’yi bombaladı. Dahası var. Halkın varını yoğunu toplayıp denkleştirerek ödediği paraları geri bile ödemeden İngilizler satın alınmış iki zırhlı geminin Osmanlı’ya teslimini iptal ettiler. Bu açıkça, göz göre göre devlet hırsızlığıydı. Temaslar, son derece ölçülü bir dille yapılan protestolar sonuçsuz kaldı. Ne kadar da benziyor değil mi? Bugün ABD parasını ödediğimiz savaş uçaklarını bize teslim etmiyor. Oysa bu iki zırhlı Ege’de yeni zırhlılar alan Yunanistan’a ve Karadeniz’deki Rus gemilerine karşı tek güvencemizdi. İtilaf devletleri oldu bittiye getirip on iki adaları Yunanlılara teslim etmişti. Osmanlı tam bir askeri kıskaç ve taciz altındaydı.
Tüm bunlara karşın sanılmasın ki Osmanlı veya İttihat Terakki İngiltere ve Fransa hatta Rusya ile ilişkileri kesip atmıştı. Kitaptan öğrendiğimize göre çok ilginçtir Osmanlı kara kuvvetlerinin başında Alman generali vardı ama, donanmanın başında da İngiliz amirali vardı. Jandarmaya çeki düzen vermek için de başında bir Fransız generali bulunmaktaydı. Osmanlı bunu bir yandan Batılı devletlerle ilişkilerindeki “dostane” samimiyeti ve tarafsızlığı göstermek için yapıyordu, ama öte yandan asıl gaye gerçekten teknikti. Modernlikten uzak Osmanlı ordusunu toparlayabilmek için bu yabancı generaller bir tür teknik direktör işlevi görüyordu. Şimdi milli takımlarımızın başına yabancı teknik direktörlerin getirildiği gibi. Bir yandan çok garip, bir yandan akıllıca, öte yandan acı ama gerçek… Rusya ile ilişkiler ve anlaşma girişimleri devam ediyordu. Doğu Anadolu yönetiminin ıslahı için Rusya ile yapılan 1914 anlaşması buna bir örnektir. Hatta öyle ki Almanlarla savaş ittifakı yapıldıktan bir hafta sonra İttihat ve Terakki bu kez Rusya ile barış anlaşması yapmak için ciddi girişimde bulundu. Görüşmeler bir yere kadar olumlu gittiği halde Rusya’nın Boğazlar ve Doğu Anadolu’daki toprak hırsları sebebiyle iptal edildi.
Almanlara gelince. Almanlar uzun süre Osmanlı’yı savaş müttefiki olarak kabul etmedi. Almanlar Türk ordusunun ciddi bir gücü bulunmadığını, Türklerle ittifakın ayak bağından başka bir anlam ifade etmediğini düşünüyordu. Türklerle ilişki içindeki Alman üst düzey yöneticilerin tamamı neredeyse bu fikirdeydi. Almanlar savaşa girerken son bir hesap yaptılar ve daha çok Kayzer’in dayatmasıyla, savaşta bir fazla kafa bir fazla kafadır diyerek bu ittifakı kerhen kabul ettiler.
Enver Paşa ve İttihatçıların "Almancılığı" bu esere göre yalnızca ve yalnızca koşulların dayatması sonucuydu. Büyük devletler içinde Türklerden toprak istemeyen tek devlet, o da uzaklığı, konumu ve şartları gereği Almanya idi. Hiçbir dünya devleti Türk ordusunun onca yokluğa rağmen 1. Dünya savaşının birçok çarpışma bölgesinde destanlar yazabileceğini tahmin bile etmemişti.
ESKİ İSTANBUL’un SİYASİ HAVASI ŞİMDİKİNDEN FARKSIZMIŞ: “O tarihte iki İstanbul vardı: Biri hadiselerin sevk ve cereyanına sürüklenerek hiçbir şey bilmeden ve hiçbir şeyi hissetmeden propagandacıların peşine takılan ve kuklalar gibi her ipi çekildikçe her vakayı ‘Yaşasın’ diye alkışlayan, her şeyden sebepsiz ve manasız heyecan duyan İstanbul. Diğeri de akıl ve şuuruna sahip olan her hareketin arkasında bir fayda ve zarar arayan, propaganda cereyanları ne kadar kuvvetli olursa olsun hiçbir zaman o cereyana kapılmayarak daima idrak ve muhakemeye dayanan İstanbul. İkinci İstanbul derin derin düşünüyordu. Orta Avrupa'da var kuvvetleri ile çarpışan orduların kazandıkları zaferlerde Türkleri alakadar eden fayda ve zararları büyük bir dikkatle muhakemeden geçiriyorlardı. Beyoğlu'nun her kuytu köşesi Türklerin ruhunu avlamak için birer entrika pususu halindeydi. Bundan dolayı efkari umumiye bitaraf kalamıyordu. Daima parlak hadiselerin cazibesine kapılan birinci İstanbul Beyoğlu'nun kozmopolit kaynaklarından taşan yalan yanlış haberlerle heyecandan heyecana düşüyordu.” Ziya Şakir
ERMENİ SORUNU… Enver Paşa ya da İttihatçıların Ermeni düşmanı oldukları, Ermenileri bilerek, planlayarak katlettikleri de koskoca bir yalandı. Bir kere 1915’e gelene dek İstanbul, Anadolu’nun doğusunda veya başka yerlerinde yaşayan Ermenilerin büyük çoğunluğu Osmanlıcıydı, vatanseverdi. Onlara düşmanlık yapmanın bir mantığı bulunmamaktadır. 31 ocak 1913 tarihinde kurulan Müdafaa-i Milliye Cemiyetinin bileşenlerinden biri de Ermeni cemaatidir.
“Daha önce 1909 Nisan'ında Adana'da meydana gelen katliamları takip eden İttihat ve Terakki ile Taşnak Sutyun’un üzerinde anlaştıkları ortak metinde el ele vererek Vatanı Mukaddes-i Osmaniye'nin istiklalini temin, toprak bütünlüğünü ve egemenliğini ebediyen muhafaza etmek, taksim ve tefriklerden masum bulundurmak yolunda çalışacaklarını açıklamış oldukları cihetle, şimdi müdafaa-i Milliye yolunda yapılan çağrı, Taşnak Sutyun’un 4 yıldan az bir süre önce altına imza attığı bildirinin aynıydı”
Bu anlaşmaya göre kabinede her zaman en az bir Ermeni bakan görev alacaktı. Zaten Osmanlı bürokrasisi içinde Ermeniler her zaman birçok kilit mevkide görevlendirilmişti. Bir Osmanlı bürokratı iken Rus tarafına geçen ve katliamcı Ermeni ordusu ve çetelerinin en önemli liderlerinden biri olan Karekin Pastırmacıyan’ın kardeşi Vahan Pastırmacıyan da normal olduğu üzere Harbiye mezunu bir teğmen olarak Ruslara karşı savaşlara kahramanca katılmış, Köprüköy çatışmalarında yaralanmıştı.
“22 Nisan 1909 günü Yeşilköy'de Hareket Ordusu karargahına giden bir grup Ermeni hanım, yetkililere üzerinde ‘Yaşasın Vatan, Yaşasın Kanun-i Esasi’ yazılı bir bayrak hediye etmiş, Vaktes Efendi'nin kadınların tutumunu öven bir konuşma yapmasından sonra bayrağı ve çiçek demetini alan Enver Bey ve diğer zabitler Ermeni kadınların bu jestine ‘Yaşasın Taşnak Sütyun Cemiyeti” diyerek alkışlarla karşılık vermişlerdir.”
“Bu yaklaşım devam ettirilmiştir Örneğin 1909 Adana katliamlarında hayatlarını kaybedenler için Mayıs ayı başında Beyoğlu balık pazarı 3 Horan Ermeni kilisesinde yapılan ayin ve mitinge Enver ve Niyazi beyler de katılmışlardı. 1913 yılı sonuna doğru Talat ve Cemal Paşalar Ermeni alfabesinin icadının 1500. yıl dönümü kutlamalarına katılmış, Ermenilere olan yakınlıklarını dile getirerek, Ermenilerin Balkan Harpleri sırasında yurtseverce vatanlarını müdafaa ettiklerini işaret etmişlerdir.”
Ruslarla yapılan 8 Şubat 1914 tarihli Şark Vilayetleri Islahat Programı anlaşmasına göre Doğu Anadolu illeri iki bölgeye ayrılmış, her iki bölgenin başına iki yabancı uyruklu tam yetkili genel müfettiş atanması hususu karara bağlanmıştı. Bu müfettişleri Osmanlı seçecek ve müfettişler vali dahil her kademe yetkiliyi atama veya görevden alma hakkına sahip olacaktı. Programın öncelikli amacı milliyetlere göre nüfus sayımlarını yapmak ve tarafların birbiriyle barışçı ilişkilerini düzenlemekti.
Ermenilere karşı toplu tehcir kararı Ermeni çetelerin ve ordulaşmış güçlerin isyan başlatmasından, katliamlara girişmesinden, Rusya’nın Ermenilerle birlikte yoğunlaştırdıkları askeri harekatlardan sonradır. Bu tehcir sırasında ne yazık ki pek çok Ermeni kitleler halinde ölmüştür. Ölümlerin büyük çoğunluğu soğuk, yorgunluk, açlık ve hastalıklar sonucudur. Tam da aynı bölgelerde aynı tarihlerde aynı nedenlerle asker veya sivil yüzbinlerce Türk ve Müslüman da ölmüştür.
İşgalden sonra İstanbul’da kurulan düzmece mahkeme tehcirden dolayı bazı devlet yetkililerini yargıladı ve suçsuz yere ölüme mahkum etti. İş bu düzmece mahkeme Osmanlı yöneticileri, bilhassa İttihat ve Terakkiciler aleyhine kanıt toplamaya çalıştı. Pek çok belge, yazışma incelendi. Ermeni halkın öldürülmesi doğrultusunda tek bir emir bulamadılar. Aksine Ermenilerin canlarının korunması yönünde emirlere rastladılar.
“İki milletten sadece birinin iç parçalayıcı acılarını ortaya koyup da, aynı zaman aralığında diğerinin ne çekmiş olduğuna hiç bakmamak ahlaken sorunlu bir duruştur. Osmanlı nüfus hareketleri üzerine en kapsamlı çalışmaları yapmış olan Justin McCarty Doğu Anadolu'da yaşayan Müslüman nüfusun verdiği kayıpların Ermeni nüfusun verdiği kayıplardan daha fazla olduğunu ortaya koymuş bulunmakla, bu durumun bir grubun katil, diğerinin maktul olduğu iddiası üzerine oturtulan paradigmatik inançla uyuşmadığını vurgulamaktadır.”
Son olarak zamanımız insanına yazar Altay Cengizer’den sonuna dek katıldığım bir gönderme:
“Cumhuriyetimizin vardığı aşamaların doğal sonucu olarak bireyselleşmenin ve sahip olunan bireysel özgürlüklerin giderek ön plana çıktığı bir zaman diliminden geçiyoruz. Ne var ki özgür birey kendini gerçekleştirmek yolunda kendini oluşturarak meydana gelecekse, bunun ancak bireyin kamusal sorumluluklar dizininin farkında olarak aynı zamanda güçlü bir ulusal kimliğin eşliğinde ve bunun sağladığı koza içinde mümkün olabileceğini kolayca göz ardı eder olduk. Halbuki önceki nesillerin hiç görmediği yeni olanaklarla kuşanmış olmamız, bireyin topluma karşı ödevlerinin azaldığı, kendi alanının büyümesine koşut olarak bireyin kamudan uzaklaşmasının da doğal olduğu yanılsamasına yol açmamalıydı. Çünkü birey de ancak tarihsel zaman içinde kendini konumlandırabildiği anda gücünü bulabiliyor, aylaklık hakkı bir kenara, gerçekten de kullanabileceği bireysel hürriyetlerine kavuşabiliyor. Önceki nesillerin bıraktığı mirasın niteliğinin, öncüllerinin ne pahasına hangi ağırlığı sırtlamış, neyin mücadelesini vermiş olduğunun farkında olmayan sonraki nesiller, bugün bulunabildikleri noktanın hangi şans ve imtiyazın ifadesi olduğunu anlayamadıkça elden düşme bir yaşama da razı oluyorlar.”
SON DEĞERLENDİRMEM: Eser birçok önemli noktada savlarını ikna edici biçimde kanıtlıyor. Okunması çok yararlı bir kitap. Yine de konunun esası sayılmayacak bazı noktalarda kafamda soru işaretleri kaldı.
Kaan Arslanoğlu
Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.
fahri kumbul 7.04.2023
Değerli Kaan Bey, siyasi olarak anlaşamasam dahi ülke sorunlarını dert eden, çok çalışkan bir aydın olmanız ve özellikle Türk dili üzerine yaptığınız çalışmalar nedeniyle size saygım büyük; takibe devam. Saygılar.
fahri kumbul 7.04.2023
Önemsiz görüşüm şu: Bir ülke yıllarca artan dış borç, giderek büyüyen dış ticaret açığı, krizlere ve şoklara karşı dirençsizlik, enerji yoksulluğu ve bağımlılığı, sağlık ve eğitim gibi temel hizmetleri karşılama güçlüğü içinde yıllarca kıvranırsa; dış güçlere karşı her zaman savunmasız demektir. Çözüm kutuplaşmada değil, iç barış ve güven ortamını sağlamaktan geçer; bu da demokratik anayasal düzeni oturtmak ve kurumları ve kurumsallaşmayı ilerletmekle belki olasıdır. Tek adam rejimi ülkeyi felakete sürüklemiştir; 21 yıl çok uzun bir süredir; toplum çıldırma noktasındadır; bu şekilde çıkış yoktur; kurtulmak için iddiaları olan Muhalefete şans vermek gerekir... devam
fahri kumbul 7.04.2023
Manda (Az gelişmiş, her açıdan zayıf, güçsüz düşmüş bir ülkenin yönetim yetkisinin, –geçici olarak?- gelişmiş büyük devletlere verilmesi) tartışmaları bundan tam 104 yıl önce Osmanlı için yapılmış. 1918 Kasım’ından başlayarak 8-9 aylık bir dönemdeki taraftarları olarak; Halide Edip, Rauf Bey, Kara Vasıf, Yunus Nadi (Abalıoğlu) gibi aydınlar; Amerikan yandaşı bir tutumu benimsemişler. Ancak, Manda uygulamasının yaygın olduğu bu dönemde bile gerek İngiltere gerekse ABD Türkleri yönetmeye talip olmamışlar. Bizim şimdiki siyasetçilerin böyle bir arzusu varsa yine boşa düşebilirler:) Uluslararası sömürü biçim ve isim değiştirerek sürmeye devam etmekte ve edecektir... devam
kaan arslanoğlu 7.04.2023
Fahri bey, Başta İlber bey ve Murat beyler olmak üzere bunların hepsi Atatürk'ün dil ve tarih tezini yok sayan Batı devşirmesi işbirlikçi kafalardır. Atatürk sağlığında böyle tiplere düşmanı kadar bile kıymet vermezdi.
fahri kumbul 6.04.2023
Uzun ya da kısa 10’un üzerinde kaynaktan yararlanıldı ya da belirttiğiniz üzerine alıntı yapıldı veya harmanlandı. Örnek kaynak isimler; Salâhi Ramadan Sonyel; Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (2016); Cengiz Akşit (2018); Burak Örkün (2022); Mehmet Samet Acar (2022); Mustafa Çolak; İlber Ortaylı (2018); ataturkanlatıyor.com; Murat Bardakçı ve birkaçı daha… Bildiğiniz üzere, kendi görüşüne yakın değerlendirme olmadığı sürece "taraflı" yorumu yapılması riski her zaman vardır. "Gerçek diye bir şey yoktur, yorum vardır; o da bir başka yorumdan üstün kabul edilen yorumdur" (Şüphecilik Kuramı)
kaan arslanoğlu 6.04.2023
Değerli Fahri bey, yorumlarınız, daha doğrusu kaynağını belirtmediğiniz alıntılar için teşekkürler. Sonundaki Atatürk alıntısı ise gözlerimi yaşarttı. Madem bu kadar Atatürkçüsünüz, İngiliz ve ABD mandasına kesinkes karşı olan, Kurtuluş Savaşında bile bu mandacıları tasfiye eden Atatürk'ten ilham alarak... Bırakın mandacılığı ABD ve Avrupa'nın doğrudan işbirlikçisi olan ve Türkiye Cumhuriyeti'ni tasfiye için PKK ile birlikte çalışan CHP yönetimine ve ajan muhalefete karşı da sizden yorumlar almayı umut ediyorum artık. Bu olmazsa eğer tarihsel kişileri tek taraflı değerlendirme çabası da hep kuşkuyla karşılanacaktır. Saygılarımla.
fahri kumbul 5.04.2023
Son olarak: “Bir milletin asli kuvvetleri kendi hayatını ve mevcudiyetini müdafaa içindir. Fakat kendi mevcudiyetini unutup da kuvvetini herhangi yabancı bir gaye için kullanmak katiyen doğru değildir. Harbi sevk ve idare edenler, Harbi Umumi'de kendi mevcudiyetimizi unutarak tamamen Almanların esiri olmuşlardır, esasen memleketi müdafaaya kafi olmayan kuvvetlerimiz Galiçya'ya, Makedonya'ya, İran ovalarına gönderilerek serserilik etmişlerdir. Bu sebeple harp idaresinde sayılamayacak kadar hatalar vardır. Bu hataların yegane mesulü Enver Paşa'dır. Enver Paşa'dan başka mesul aramak lazım gelirse, milletin kendisidir.” Mustafa Kemal Atatürk - 17 Ocak 1923
fahri kumbul 5.04.2023
...Anadolu’daki yandaşlarının çoğu tutuklanan Enver Paşa, Orta Asya’da Müslümanlar arasında Bolşeviklere karşı başlayan bir ayaklanmanın bastırılmasına yardımcı olmak üzere Türkistan’a gidince, kendi yandaşlarından Hacı Sami, onu, “Basmacı” olarak anılan ihtilâlcilerin başına geçerek Ruslara karşı savaşmaya inandırmış; daha sonra Türkistan’da savaşırken Ruslar tarafından vurularak öldürülmüş.” 1939 yılında çıkarılan özel bir yasa ile "itibarı iade edilmiş." Kemikleri de 1996 yılında Türkiye'ye getirilmiş.
fahri kumbul 5.04.2023
...Ankara yönetimi ise, Anadolu’daki Envercilere karşı önlemler alıyor; Kazım Karabekir’e, uyanık davranmasını ve aynı önlemleri almasını önermiş. Mustafa Kemal, Hakımıyet-i Milliye Gazetesi’nin 13 Haziran 1921 tarihli sayısında Enver’i Osmanlı İmparatorluğu’nu yıktığı gibi şimdi de Türkiye’yi yıkmaya çalışmakla suçlamış. Sakarya savaşında Yunanlıların Polatlı’da durdurulması, Enver Paşa ve Moskova’nın planlarını suya düşürmüş. Enver Paşa Moskova’ya dönmüş. Mustafa Kemal’le Bolşevikler arasındaki ilişkiler düzelmiş.
fahri kumbul 5.04.2023
...Öte yandan “İngiltere ile işbirliği yaparak, Orta Asya’daki Müslümanları Bolşeviklerin boyunduruğundan kurtarmayı; bu olmazsa, Bolşeviklerle birleşerek, İngiliz ve Fransızların Afrika ve Asya’daki imparatorluklarında yaşayan Müslümanları özgürlük ve bağımsızlığa kavuşturmayı düşlemiş”. Bir ara Kurtuluş savaşı ekibinin büyük taarruz hazırlıklarını yaptığı sırada mücadeleye karışmaya çalışmış. 5 Aralık 1920’de yeğeni Halil Paşa’ya Berlin’den gönderdiği yazıda, “ihtimal ilkbaharda Anadolu’ya hareket için hazırlanacağım. Yani, eğer Ruslar, Müslüman olmak şartıyla kuvvet verirlerse, bununla Yunan cephesine yardım etmek fikrindeyim. Yahut da Anadolu’ya, belki mütenekkiren (kişiliğini gizleyerek) gidip arkadaşlarla birlikte çalışırım..." bile demiş
fahri kumbul 5.04.2023
... Farklı görüşlerdeki deneyimli komutanları topluca emekli edip; zayıf, morali bozuk ve üstelik yer yer çıplak ve yalınayak orduyu Kafkasya, Irak, Suriye, Çanakkale, Yemen, Hicaz, Galiçya, Romanya ve Makedonya cephelerinde savaşa sürüklemiş. 60 bini donma sonucu toplam 78 bin şehit verilen Sarıkamış bozgununu sonrasında Rus ordusu Erzurum, Erzincan, Trabzon’u almış. . Kendisi dâhil dokuz ittihatçı ile birlikte bir Alman torpidosu ile Berlin’e kaçmış. Birbiriyle çelişir gibi duran çok değişken denemelerde bulunmuş: Örneğin; “Hem İngilizlere karşı bir karşı saldırıya girişmek hem Rus-Alman silah ticaretini oluşturmak için 1919 sonlarından itibaren başlattığı girişimlerle “Bir sene zarfında iki defa tutularak, beş ay hapis olmak ve altı defa tayyareden düşmek suretiyle nihayet Litvanya üzerinden Moskova’ya ulaşmış.”
fahri kumbul 5.04.2023
Teşkilatçı, çete savaşları kahramanı, Babıali baskıncısı, resim (çizim) ve yabancı dil yeteneği yüksek ve biraz da kendisini olduğundan büyük gören saray damadı Enver Paşa; Türkçülük ile İslamcılık arasında gidip gelmiş. Savunma Bakanlığına ek olarak çok kısa bir süre içinde Genelkurmay Başkanı olmuş. Alay, tümen, kolordu gibi sıralı komutanlıkları yapmadan deneyimsiz ve tepeden inme biçimde yalnızca 30’lu yaşların başında başkomutan (Padişah) vekili yapılmış). Osmanlıyı kurtarma peşinde; ancak Alman ordusu ve sistemi hayranı ve Osmanlı Devleti’nin ayakta kalabilmesini güçlü bir devletin (Almanya’nın) yardımına bağlamış. (Mustafa Kemal ise Almanların deniz hâkimiyeti olmayınca başarılı olamayacakları görüşünü ve Osmanlının kesinlikle savaşa girmemesi gerektiğini yakın çevresiyle paylaşmıştır).
fahri kumbul 24.03.2023
Kesin olmamakla birlikte, bu yazı ile ilgili ileride başka yorumlar yapma hakkım saklı kalmak kaydıyla; kitap yazarının "... bireyin kamudan uzaklaşmasının da doğal olduğu yanılsaması..." kesitinde geçen "kamu", 'toplum ve halk' anlamındaysa görüşe ben de katılırım; gel gelelim 'devlet' anlamında kullanıldıysa (ki bazen kullanılıyor) katılmıyorum. Çünkü günümüzde devletin bireyden (daha doğrusu insanından) uzaklaşması söz konusu maalesef. Saygılar.