"Toprak Biterken" Kitabı Üzerine Erhan Ünal ile Söyleşi

Erhan Ünal: “Küresel oligarşinin gerçek amacı insanları beslemek değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. Tam tersine gerçek amaç insanların binlerce yıllık mirası ve yaşamın garantisi olan, bağımsız ve dik yaşamasını sağlayan geleneksel tarım üretimini ortadan kaldırmaktır.”

 

Toprak Biterken”; ulusal ve yerel tarımın, ülkelerin, coğrafyaların, iklimlerin, uluslararası tarım tekellerince nasıl bitirildiğini çarpıcı verilerle anlatan çok kapsamlı bir çalışma. Kitabınızdan da anlıyoruz ki “Tarım ve kapitalizm” tıpkı “sağlık” gibi bir araya gelmemesi gereken bir terkip. İkisi bir araya gelince ortaya büyük yıkımlar çıkıyor insanlık için. Yine de soralım; uluslararası şirketlerin ülkelerin tarımına el atması, ilgisi ve sömürüsünün başlangıcı için hangi tarihi alabiliriz?

 

Kesin bir tarih vermek çok güç. Yine de “toprak gaspının” fikri olarak ne zaman ve hangi geniş kapsamlı sosyo-ekonomik hazırlıkların bir bölümü olarak oluştuğundan bahsetmek mümkün. Çok fazla geriye gitmeden, bence somut olarak hazırlıklar 1930’larda Amerika Birleşik Devletleri'nde başlatılan “New Deal” hareketi kapsamında şekillenmeye başlamıştır diyebiliriz. New Deal,  amaca bakarak mealen “yeniden düzenlenme” olarak çevirdiğim bir kavram. Birinci Dünya Savaşı'nda planladığı hedeflerinin tamamına erişemeyen küresel oligarşi, çok kapsamlı sosyo-ekonomik ve politik dönüşümleri (büyük bir kargaşanın ardından) gerçekleştirebilmek için bir yandan yeni “büyük savaşın” şartlarını hazırlamaktaydı. Öte yandan da savaş sonrasında kurulması planlanan “yeni dünya düzeninin” planlama çalışmaları içerisindeydi.

 

Bu hazırlıklar kısaca, “liberalizm” başlığı altında organize edilecek olan küresel çoklu girişimlerin nasıl ve ne gibi taktiklerle gerçekleştirilebileceği üzerine yoğunlaşmaktaydı. Bu kapsamda öne çıkan en dikkat çekici başlık, olağanüstü boyutlarda dağıtılacak kredilerle, ülkelerin ağır bir borç yükü altına sokulması düşüncesiydi. Amaç bağımsızlığını koruyabilmiş ülkelerin borç yüküyle yumuşatılıp edilgen hale getirilmesiydi.

 

Diğer bir ön girişim, savaşın hemen sonrasında başlatılan hibrit buğday ve mısır yetiştirilmesiydi. Kitlesel olarak ekimi sağlanan hibrit tohumları, transgenik (genetik yapısı değiştirilmiş) tohumların geliştirilip patent altına alınması takip etti. Dünyada bu tohumların ekiminin yaygınlaştırılması sonrasında, önce 1976’da Arjantin'deki askeri darbenin hazırladığı ortamda çoğunlukla yerli halkların yaşadığı yarı ormanlık alanlardan başlayarak tüm pampa (Arjantin’in otluk alanları, meralar) adım adım tek bir monokültür (soya ve mısır) ekim alanına dönüştürüldü. Sovyetler Birliği'nin dağılması sonrasında daha bir pervasızlaşan küresel oligarşinin üstü örtülü girişimleri, 1990’lardan sonra gün yüzüne çıkmış ve Afrika’da açık “toprak gaspı” saldırıları halini almıştır.

 

-Kitabınızda anlattığınız, okuyunca çok sarsıldığım bir sahneyi sormak istiyorum. Yoksul Afrika ülkelerinden birinde “satın aldığı topraklar üzerinde” tarım yapan Suudi bir uluslararası tarım tekelinin başkanının Suudi kralına sembolik olarak “buğday” sunuşu... O yoksul ülkenin toprağından ilk hasat kaldırılmış bir milyon ton buğday Suudi Arabistan'a yollanmıştır, ama aynı zamanda o ülkenin yerlisi olan insanlar yüz binlerle ifade edilen rakamlarla “açlıktan” ölmektedir. “Toprağın gaspı”nı en iyi anlatan örneklerden biriydi. “Toprağın gaspı” buydu ve bu örnekle somutlanan yıkım karşısında “Ne oluyor, bu olamaz” diye sorgulamanın başlaması, yerel hükümetlerin bunun önüne geçmeye çalışması beklenir insani açıdan; ama öyle olmuyor. Bu yaşanan manzara artmaya, dünyaya yayılmaya başlıyor. Nedir toprağın gaspı ve ulusal devletler buna neden direnemiyor?

 

Geçekten de bu herkesin kendi kendisine tekrar tekrar sorması gereken bir soru. Ulusal devletlerin neden direnemediklerini bütün ayrıntılarıyla tek tek analiz ederek doğru anlayabildiğimiz zaman, günümüzde ülkeleri ve insanlarını bir piton gibi yavaş yavaş saran ve gittikçe daha fazla nefesini kesen sistemin iç yüzünü de kavramış oluruz. Sadece kendi ülkemizde 1923’ten başlayarak bugüne kadar devam eden süreci herhangi bir partinin ya da ideolojik bakışın gözlüğüyle değil de meraklı bir ekonomi politik araştırmacısının gözleriyle incelediğimizde sinsi bir yapılanmanın nasıl oluştuğunu ve adım adım geliştiğini görebiliyoruz. Küresel oligarşi, bu sistemli uğraşı yüzlerce yıllık bir bilgi birikimi, kolektif bir tecrübe ve sonsuz bir ekonomik potansiyeli kullanarak adım adım başarıya ulaştırabiliyor.

 

Dünyadaki bütün ülkelere ve halklarına karşı planlı olarak sürdürülen sosyal erozyon ve politik kadrolar oluşturma programları, zamanla bu ülkelerdeki idari yapının sinir merkezlerinin dışarıdan kontrol ve yönlendirilebilir duruma getirilmesini sağlamıştır. Bu sayede hedef ülkelerin siyasi ve sosyal birliktelikleri de gevşetilebilmiş ve giderek dağılma sürecine sokulabilmiştir. ABD üzerinde müdahil olabildikleri her ülkeye dayattıkları gibi, ulusal devletlerin önce federatif sistemlere, sonrasında bunlar yeniden daha da küçük ve dağınık idari birimler (Bosna Hersek modeli gibi) halindeki mikro yönetim birimlerine dönüştürüleceklerdir. Eğer insanlar olan bitenin ardındaki küresel oligarşinin nihai planlarını kavrayamaz, müdahil olamaz ve her şey planlara uygun olarak gelişmeye devam ederse, bu süreç şirketleştirilen küçük yönetim birimleriyle sonlandırılacaktır. Bu durumda da bu birimlerde yaşayan insanlar şirketlerin elindeki bir meta durumunda olacaklardır.

 

Toprağın gaspı olgusu, devletler arası menfaat kazanma uğraşının sonucu olarak ortaya çıkmamıştır. Yukarıda çok kısa olarak işaret ettiğim derin planlara dayanan ve küresel sürdürülen tek merkezli küresel bir iktidar nihai hedefine doğru geniş cepheli olarak sürdürülen bir mücadele süreci içerisinde “toprak gaspı” sadece taktik bir ara hedeftir.

 

- “Yerel tohuma” saldırının “dünyada yükselen nüfusu doyurmak” iddiası altında iyice hızlandığı görülüyor. Endüstriyel tarımın mottosu “Yükselen nüfusu doyurmak” yalanını biraz açar mısınız? Bunun için bazı ülkeler seçiliyor. Bu ülkelerin özellikleri nelerdir?

 

Sizin de tespit ettiğiniz gibi endüstriyel tarımı dayatan küresel gücün gerçek amacı artan dünya nüfusunu doyurmak değildir. Bu uluslarüstü bir yapılanma olan Birleşmiş Milletler alt birimlerince de (FAO gibi) dile getirilen tez,  son derece etkili olabilen fakat kocaman bir yalandır. Küresel oligarşinin gerçek amacı insanları beslemek değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. Tam tersine gerçek amaç insanların binlerce yıllık mirası ve yaşamın garantisi olan, bağımsız ve dik yaşamasını sağlayan geleneksel tarım üretimini ortadan kaldırmaktır. Farklı coğrafi şartlara tam uyum sağlamış olan yerel tohumlarla geleneksel çeşitlilik içerisinde yapılan tarımsal üretim, o yöre insanlarının beslenme zorunluluğu üzerinden merkezi bir sisteme bağımlı kılınmasını önler. Gıda çeşitliğinin devamını sağlayan tohumlar ürün çeşitliği demektir. Boşuna değil, Irak'ı işgal eden ABD askerlerine verilen ilk görev Bağdat’ta bulunun tarihi tohum bankasını kaldırıp götürmek olmuştu. Şimdi Türkiye, Irak’a 800.000 ton un ihraç ediyor. Hangi buğdaydan diye sorulabilir diye cevabını da hemen vereyim. Türkiye yıllık yaklaşık 4 milyon ton buğdayı Ukrayna’dan, Rusya’dan, Kanada’dan vs ithal ediyor. Aslında buğdayın nereden geldiğinin fazla önemi yok, önemli olan bunu bize satan şirketlerin Cargill, Glencore gibi küresel tahıl devleri olması ve buğdayın da Batılı tohum merkezlerince modifiye edilmiş hibrit tohumlardan üretilmiş olmasıdır.

 

Kitlesel açlığa çare bulmak için sözde çırpındıkları Afrika, küresel oligarşinin tamamen çözüp dağıtma noktasına getirdiği koskoca bir kıta. Bu kıta da var olan “ülke” tanımlamasındaki yapılanmalara çoktan her türlü direnme gücü kaybettirilmiş bulunuyor. Bu ülkelere yerleştirilen  “terör örgütleri” şimdi kırsalda yaşayan ve kendi kendini besleyebilmek için üretebilen insanları, uyguladıkları vahşet, sebep oldukları dehşet yoluyla kolaylıkla önlerine katarak şehirlere doğru sürüyor. Bu insanlar sürüldükleri şehir varoşlarında BM’ye bağlı “yardım” kuruluşlarının oluşturduğu toplama kamplarında bir arada tutulup, ABD’nin GDO’lu mısır unuyla sözde besleniyorlar. Basına yansıyan sefalet içerisindeki çocuk ve yetişkin fotoğraflarının çoğu bu kamplarda çekilmişlerdir.

 

- Bu ülkelerden toprak satın alınması, kiralanması, o ülkenin köylüsünün “taşeronlaştırılması” anlamına da geliyor elbette. Kendi toprağında marabalaşmış bir köylülük, bir ağaya dönüşmüş uluslararası tarım şirketleri. Arada bir fark mı sizce?

 

Hayır yok! Yukarıda da söyledim. Biz sıradan insanlar olarak sahip olduğumuz insani kriterler ve kısa ömrümüzün bilgi ve tecrübe birikimleriyle, karşımızdaki insanlık düşmanı karanlık yapıyı anlayıp tanımamız kolay değil. Dikkatle olan bitene baktığımızda, etrafımızdaki pek çok ülkede insanları ata topraklarından çıkarıp, birtakım kamplarda topladıklarını görüyoruz. Neredeyse koca Afrika bir toplama kampına dönüştürülmüş vaziyette ve bu insanlar marabadan da kötü durumdalar. Afrika’nın bahtsız insanları gerektiğinde kullanılmak üzere en düşük seviyede beslenerek hayatta tutuluyorlar. Sadece Afrika da değil, Suriye halkının yarısından fazlası topraklarından çıkarılmış durumda. Afganistan'da, Irak'ta geniş insan kitleleri hareket halinde olup üretimden koparılmış vaziyetteler. Bu durum rasgele birkaç sözde terör örgütünün marifeti olmayıp en yukardan yönetilen küresel bir sürecin, tabandaki uygulamalarının sonucudur. Bu sefil yaşamdan kurtulabilmek umuduyla yollara düşen insanlardan, kurtuluş olarak gördükleri Avrupa’ya kapağı atabilenler de orada hiçbir zaman üretim sürecine entegre edilmeyip, besleme durumunda tutulmaktadırlar.

 

- Kitabınızda Türkiye'nin “tarihsel şartları” gereği bu ülkelerden ayrıldığını, ama AKP eliyle bu ayrıcalığını yitirdiğini söylüyorsunuz. Bu ayrıcalık neydi, nasıl yitiriliyor? Buna bağlı olarak zeytinliklere, derelere, meralara yapılan saldırıları değerlendirir misiniz?

 

Afrika’nın aksine olarak Türkiye’de toprak mülkiyetinin tarihten gelen yasal bir düzenlemesi vardır. Bugün ekilebilir toprakların çoğu tapulu mülktür, devlete ait değildir. Bu toprakların üzerinde sürdürülen tarımsal üretim köklü bir geleneğe yaslanır. Bu yüzden küresel oligarşinin Türkiye’deki girişimlerinin Afrika’da olduğu gibi “oldubittilerle” sürdürülmesi olanaksızdır. Ülkemizdeki tarımsal üretimin tohumdan başlayarak pek çok karakteristiğinin dışarıdan ve planlı olarak dönüştürülmeye başlanılması İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonraki yıllara denk gelir.

 

Bir ülkenin zaman içinde oluşturulmuş sosyo-politik yapılanması, dışarıdan ve o ülke insanlarının yaşam tarzına yabancı, yeni bir yapılanma biçimine dönüştürülmesi eğer silah zoruyla yapılamıyorsa, birbirine paralel politik ve ekonomik girişimlerin sonucunda sağlanıyor. Buna o ülkenin genel eğitim yapılanması da dahildir. Türkiye’nin son derece köklü geleneksel tarım üretimi sürecinin, endüstriyel tarım sürecine evrilmesi en azından 20 yıl almıştır. Buna uzman kadroların yurtdışında yeni hedeflere göre eğitilmesi, bürokrasinin dışarıdan belirlenen görev tanımlamasına uygun olarak reorganizasyonu ve daha birçok temel ya da yardımcı faktörü dahil etmek gerekir. Türkiye’nin kendine özel şartlarından kaynaklanan birçok ayrıcalığı vardı ve bu ayrıcalıklar varlığını kısmen de olsa hâlâ sürdürüyor. Kısacası küresel oligarşinin işi Türkiye'de zor, fakat mesafe almaya da devam ediyor. Bunun için Türkiye’de insanların dünyaya ve yaşama bakışı, mevcut eğitim sistemi ve medyanın da goygoyculuğu sayesinde çarpık bir “çağdaşlık” anlayışıyla saptırılma sürecindedir. Kırsalda yaşayan, kimsenin eline bakmadan kendi ürettiğiyle yaşamını sağlayan, karakterinin bir parçası “bağımsızlık” olan dik duruşlu insanlar, bin bir sinsi yöntemle şehirlere çekilerek eziliyor, yalnızlaştırılıyor ve edilgin hale getiriliyor. Bu süreçte insanların beslenme tarzları, dolayısıyla gıda maddelerine olan talepleri de değişiyor.

 

Yakın zamanda yaşadığımız, zeytinlikler üzerinde var olan yasal korumayı gevşetme girişimlerinin ardında sadece birilerinin rant elde etme tutkusunu aramayın. Esas etken, Türkiye’nin yemeklik yağ tüketiminin neredeyse tamamını; üretim, ithalat ve dağıtım olarak kontrol eden küresel tarım kuruluşlarının (Bunge, Cargill vb…) bu ülkede sürdürdükleri planlı girişimlerdir. Bu küresel kuruluşlar diğer ülkelerde yaptıkları gibi, Türkiye’de de kendi kontrol alanları dışında, miktarı ne kadar küçük olursa olsun, hiçbir alternatif yağ üretim kaynağına kısa vadede alan ve olanak bırakmama uğraşı içerisindedir.  (Bkz: www.erhanunal.org/urun-detay/18/zeytincilikteki-buyuk-oyunu-bir-de-boyle-okuyun).

 

Türkiye yağ pazarına, ana tedarikçilerden olarak çok büyük miktarlarda palmiye yağı sokan Bunge, bir bir geleneksel zeytinyağı markalarını satın alıyor.  Kimse küresel planların başta gelen uygulayıcılarından olan bu kuruluşun zeytinyağı satarak da para kazanma sevdasında olduğunu lütfen düşünmesin. Bunların amaçları, zeytin üreticileri üzerinde zaten var olan çeşitli baskılara ilave olarak (aynen fındıkta da olduğu gibi) toptan alım fiyatları üzerinden de ağır bir mali baskı uygulayarak kademeli olarak zeytinciliği terk ettirmektir. Yukarıda sözünü ettiğim “çoklu girişimlerden” kastım bu ve bunun gibi girişimlerdir. 

 

- Yeni çok açık ki tarıma bu darbeler vuruldukça “fast food” denen rezilliği yaşamaya başladık. Tohum, toprak darbe aldıkça, yapaylaştıkça şeker, obezite hastalıklarında büyük artışlar görülmeye başladı. Aradaki ilişkiyi okurlarımız için biraz daha somutlar mısınız?

 

Fast food denilen ilkel ve ayaküstü tıkınma tarzı pek çok kimsenin zannettiği ve kimilerinin de savunduğu gibi serbest bir  “bireysel seçim” veya çağdaş bir yaşam tarzının doğal sonucu değildir. Küresel oligarşinin kurmayları tüm dünyanın beslenme tarzını, merkezi olarak yönetebilecekleri bir sisteme göre yapılandırmaya çalışıyorlar. Amaçları yukarıda da ifade ettiğim gibi beslenme zorunluluğunu kullanarak insanları sıkı bir yönetim tarzına mecbur etmek. Bu amaçla yeni bir “küresel beslenme sistemini”, üretimini ve dağıtımını merkezi olarak yönetebildikleri üç-beş tarım ürünü (buğday, mısır, soya fasulyesi gibi…) üzerine yapılandırma uğraşı içerisindeler. Bu uğraşın uygulamadaki bir sonraki halkası olan gıda endüstrisi de bu kitlesel tarım ürünleri üzerine, içeriği alabildiğine basitleştirilmiş, standart gıda maddeleri üretiyor. Bu “yeni küresel beslenme planının” pratiğe yansıyan şekli; et, ekmek ve meşrubat olarak formüle edebileceğimiz “fast food” tarzıdır.

 

Pek çoğunun bildiği gibi besi çiftliklerinde yetiştirilen sığır ya da tavuklar da mısır ve soya temelinde üretilmektedir. Yani yediğimiz sığır köftesi ya da tavuk döner özünde mısır ve soya fasulyesidir. Böylece küresel olarak her türlü çeşitlilikten arındırılmış endüstriyel bir “mono kültür” tarımının ürünlerinden, içerik olarak standartlaştırılmış ilkel gıda maddeleri üreten gıda endüstrisinin, çağdaş beslenme tarzı olarak insanların önüne koyduğu küresel beslenme modeli  “fast food” dayatması olarak çıkıyor.

 

- Yiyeceğimiz böyle de, suyumuz çok mu farklı? Suda “dönen dolapları” da özetleyebilir misiniz?

 

Su, yiyecekten de önemli bir gıda maddesi. Amacı insanlığı, yaşamsal gereksinimi olan beslenme zorunluluğu üzerinden mutlak kontrolü almak olan küresel güç, tüm tatlı su kaynaklarını da üç-beş küresel kuruluşun kontrolü altına alma mücadelesi veriyor. Tabii ki bu konuda da küresel olarak yerel şartlara uydurulmuş, uzun soluklu planlar söz konusu. Daha önceki kitabımda ayrıntılı olarak yazdım. Başta insanları ürkütmemek için herkesin kolay kabullenebileceği nedenlerle işe başlıyorlar. Örneğin dağlardan Karadeniz ve Akdeniz’e akan coşkun dere ve çayların sularını sayısız baraj, bent ve göletlerde topluyorlar, kontrol altına alıyorlar. Görünürdeki temellendirme, elektrik üretimi. Elektrik demek enerji demek, enerji demek ise kalkınma demek ve işte o kadar! Kim kalkınmaya karşı çıkabilir ki? HES denilen bu yapıları da çoğunlukla yerli şirketlerimiz yapıyor istihdam sağlıyorlar, itirazı olan var mı?... Olamaz!  Peki, konu kapandı mı? hayır!

 

Süreç içerisinde geniş açılı olarak bakınca görüyoruz ki zamanla küçük şirketleri daha büyük şirketler satın alıyor ve onların da yabancı ortakları bir gün hisselerin tamamını üstleniyorlar. Kısacası bu alanda da giderek yoğunlaşan bir holdingleşme süreci yaşanıyor.

 

Birbirleriyle kanal, boru ve tünellerle bağlanarak entegre bir sistem haline getirilen HESler sahipleri durumundaki özel şirketlerin her türlü tasarrufuna tamamen açık durumdadırlar. Bunun en kısa ifade şekliyle anlamı, suyun sahibi istediğini yapar demektir. İster enerji üretir, isterse su olarak daha çok para verene satar. Tehlike de burada. Gittikçe şirketleşen bir dünyada vatandaşın içme ya da kullanma suyu gereksinimi öncelikli değildir. Aynen Afrika’da “açlığı biz önleriz diyerek milyonlarca hektar araziyi kiralayanlar, gıda ürünleri yetiştirmek yerine daha fazla para kazanıyoruz diyerek yetiştirdikleri mısır ve şeker kamışından “etanol” (etil alkol / biyo-benzin) üreterek dünya pazarına sattıkları gibi. Yerli halk ne yiyecek derseniz, onlara toplama kamplarında günlük mısır bulamacı haklarını zaten yardım kuruluşları dağıtıyor.

 

- Bugün Batı'nın “sanayi toplumlarında” da kendi “tarım nüfuslarının” aşırı düşürüldüğünü, kendi tarımlarının da bitirildiğini söyleyen, GDO'lu tohumların, endüstriyel tarımın karşısında hareketler gözüküyor. Bu hareketlerin başarılı olma ve dertlerini anlatabilmesi olanaklı mıdır?

 

Sistemin genelini sorgulamayan, sadece sınırlı olarak ele alınan görünürdeki bazı sorunlar üzerine “demokratik tepkiler” dile getiren bu tür hareketlerin kalıcı, köklü çözümler dayatabileceklerini ben mümkün görmüyorum. Bu tür girişimler çoğunlukla, toplumda belli bir farkındalık seviyesine ulaşmış, harekete geçme potansiyeli olan insanların oluşturabilecekleri gerçekten bağımsız ve olgunun kökenine yönelebilecek istenmeyen hareketleri önleyebilmek maksadıyla önayak olunarak ortalığa “itelenen” yapılanmalardır. Zaten, bu tür yapılanmalarda iş yapabilmek için “parasal destek” gerekliliği kısa zamanda ortaya atılır. Çok geçmeden de Avrupa Birliği’nin bu tür “demokratik girişimler” için fonları olduğu hatırlanır. Paralar alınır, geziler organize edilir, konu giderek sulanır vs. Bunlar karşı gücün sayısız kere denediği ve hep başarılı olduğu yöntemler. Ayrıca “dertlerini anlatabilirler mi” demişsiniz. Bu sorunuza ben tek kelimelik bir soru ile karşılık vereyim.  Kime?

 

- İnsanız ve umutlu olmak istiyoruz. Umut var mı?

 

Evet, en kritik soru bu. Yok diyebilmek mümkün mü?  Tüm ümitlerini yitiren insan savaşabilir mi? Hayır mümkün değil. Umutlarımızı kaybettiğimiz gün her şeyimizi de kaybetmişiz demektir. Bununla beraber sırf umudu kaybetmemek için gerçeğin korkunç yüzüne ve karanlık gözlerine bakmamak bir seçenek de olmamalı. Hele gördüğünü yok saymak daha da kötü, çok daha tehlikeli bir tutum olur.

 

Ben en başta insan zekâsı ve aklının en çözümsüz görünen sorunlara bile mucizevi çözümler bulabilecek bir kapasitesi olduğuna inananlardanım. Ayrıca çok da kalabalığız. Bu iki faktör bizim gücümüz. Ancak karşı taraf da bizim bu gücümüzün farkında. Bizim başlangıç olarak yapacağımız en önemli girişim, sistem tarafından tutsak edilmiş aklımızı hürriyetine kavuşturmaya çalışmak olmalıdır. Bu kolay bir iş değil ve zaman istiyor. Tutsaklıktan kurtulan bireysel akıl, zamanla artan bir etkinlikle zekâyı aynı oranda kullanmaya başlayacaktır.

 

Aklımızı tutsaklıktan kurtarmanın yolu kafamızı kaldırarak etrafımızda olan biteni daha geniş kapsamlı görmeye çalışmaktır. Elden geldiğince eski önyargıları ve aklımıza takılmış düşünsel kelepçeleri birer birer kenara koyarak, adeta gözlüklerin camını temizleyip daha net görmeye çalışırcasına etrafa, olana bitene tekrar ve yeniden bakmaya çalışmak verimli olacaktır. Gerçek diye bildiklerimizin ardında saklı başka gerçeklerin de olduğunu görebilmeye başlamak, doğru yolda olduğumuz gösterir.

 

Bireye dışarıdan, ara vermeden ve sistemli olarak uygulanan düşünsel biçimlendirme gayretlerinin hedefi hür düşünceyi önlemektir. Hür düşünebilme yetisini geliştirmeye başlayan kişi topladığı bilgi parçacıklarını daha doğru değerlendirebilecek ve o oranda da geleceğini daha doğru planlayabilecektir. Farkındalık denilen kavramın anlamı bence böyle bir şey. Farkındalığı yükselmiş birey, içinde bulunduğumuz sosyal, ekonomik ve politik cendereyi bütün öğeleriyle gerçekçi olarak çözümlemeye başlayacaktır. Bu sayede birey, aynı konuma ulaşmış diğer bireylerle, çok zekice yöntemler üzerinde çalışabilecek, içinde yaşadığımız çağın şartlarına uygun ve etkinliği yüksek birlikte düşünme ve davranma modelleri geliştirebilecektir.

 

Hür ve güçlü toplumlar, hür ve güçlü bireylerin gönüllü birlikteliğiyle oluşur. Geleceğe doğru yol almak isterken, geriye bakarak geçmişin modelleri kopyalanarak yol alınamaz. Bütün geleceğini bir lidere teslim eden ya da ihale eden birey zaten tutsaktır ve bu tutsaklıktan memnundur, rahatını da bozmaya niyetli değildir.

 

Toplumsal toparlanma ve umuda yolculuk, yukarıda çok kısa tanımladığım tarzda bireysel akıl hürriyetini yeniden kazanmış, farkındalığı yüksek bireylerin oluşturacağı yepyeni ve dahiyane planlarla ve yöntemlerle başlayacaktır. Zaman dar vakit kaybetmeye tahammülüz yok, yola çıkmak için derhal toparlanmamız lazım.

 

Çok teşekkürler...

 

Ben de ilginize teşekkür ederim.

Nihat Ateş


  • H.ÜNSAL

    H.ÜNSAL 03.10.2017

    İlk önce çok nitelikli bir çalışmalışmayı kitaplaştırıp topluma sunduğu için Sayın Erhan ÜNAL'a en içten teşekkürlerimi ve saygılarımı sunuyorum. Sonrası bu kitabı farketmeyip okumamış olmaktan dolayı kendime çok kızdığımı ifade ediyorum. Bu röpörtajı yapıp bizleri uyardığı için Nihat dostuma da ayrıca teşekkürler, saygılar. Sağolun, varolun. İyiki varsınız.

  • gülşen aytar

    gülşen aytar 03.10.2017

    ben yola sıfır bahçesinde bir iki gül olan bir evde ailemle birlikte kiracı olarak yaşadım. Toprakla oynarken sanırım 3-4 yaşlarında ev sahibi bana kızmıştı. Sonra kendi evimiz oldu ve bahçesi de vardı. Kız kardeşimle benim ilk ağacımız elmaydı, evimizin bahçesine poşetlerle toprak taşıdığımı söylüyorlar. Neden diye sorduklarında toprağımızı çoğaltmaya çalıştığımı söylüyormuşum. Yeni taşındığımız yerde herkesin köyü vardı ve köylerine tatile gidiyorlardı. O zamanı çok net hatırlıyorum bizim niye köyümüz yok biz çok mu fakiriz. Hep toprağımız olmadığı için kendimi fakir hissettim, Düzce'de yaşamaya başladığımda şaşkınlık içinde kalmıştım buradaki insanlar köyde yaşamak istemiyorlar, 600 700 TL ye tekstilde çalışmayı, kötü evlerde kirada oturmayı köylerine topraklarına tercih ediyorlardı. Toprak bu insanları özgürleştirmedi ya da bu insanlar özgür olmak ne demek bilmiyorlardı. Benim için toprak sahibi olmak özgürlük, başkasına muhtaç olmamak, kafam kızarsa sistemi terk edebilmek.

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.