Şaşırtıcı Önemde Bir Kitap Daha: Etnogenez

Şaşırtıcı Önemde Bir Kitap Daha: Etnogenez

Sovyetler Birliği’nde dil, tarih, edebiyat.. sosyal bilimler varmış.. Bir zamanlar Batı’dakinden ileriymiş…

Lev Nikolayeviç Gumilev çok önemli bir Sovyet bilim adamı. Bu kitabı 1978 yılında yazmış. 1990’da İngilizce yeniden baskı için kapsamlı biçimde gözden geçirmiş. Geçen ay okuduğum ve sizlere bahsettiğim “Aydınlar Sosyalizmi” kitabından sonra bir ışıltılı eser daha.

Gumilev’in bakış açısı diyalektik materyalizm. Kitapta Marx’tan, Engels’ten alıntılar bol. Çevirmene göre, 1978 baskısında daha bolmuş. Demem o ki, kitap resmi Sovyet bilim çizgisi içinde onay ve kabul görmüş bir kitap. Yazarı da bir Marksist.

Sosyal bilimi çok ciddi anlamda ilerleten tezlerin, zengin bir materyalle açımlamasını görüyoruz. Bizim alıştığımız “klasik” Marksist yaklaşımdan hayli farklılaşan, ondan en azından kendi alanı içinde ileri, değişik savlar. Dünyadaki ve bizdeki Marksistlerin böyle değerlerden uzak kalması, dahası böyle bilimsel ilerlemeleri gözlerden gizlemeye çabalaması, gerçekten çok ilginç bir olgu. Bu olgu üstüne bir kitap yetmez, kitaplar yazılmalı.

Kitapta eleştirilecek elbette birçok yön bulunabilir. Tezlerinin sağlamlığı anlamında. Ne var ki, adam bunu 1978’de yazmış. Genetiğin ve evrimbilimin emekleme devrinde. Bugünkü evrimci psikolojiye hadiyse varmış. Daha o tarihte.

Ayrıca içinde, benim, insan kişiliğinin belirleyiciliği, kişilik grupları, toplumsal olgular ve insan kişilikleri, kişilik-genetik bağlantısı üstüne, 1990’dan bu yana geliştirdiğim görüşlere güçlü destekler bulunmakta. Bu konudaki ilk kitabım “Yanılmanın Gerçekliği”ne veya sonrakilere, daha önce bu kitabı okumuş olsam, bolca alıntı koyardım.

Ama nerdee! Bizim Marksistler böyle kitapları çevirmezler, duyurmazlar. Bizim Marksistler, 1980’den sonra Batılı önlerine neyi koyuyorsa onu çevirir, onu okuturlar. Dolayısıyla 1990’da çıkan İngilizce baskısından da haberimiz olmadı. Kitabı bana gösteren değerli Sait Kaya’ya teşekkürler.      

Gumilev bir tarihçi, bir etnolog. O, etnik yapıyı, insanın doğal ve zorunlu sosyal gerçekliği olarak görüyor. Dolayısıyla, etnosu anlamadan, insanı ve toplumu anlamak mümkün değil. Kitabın ortaya koydukları tarihe ışık tutuyor, ama bugünü daha çok aydınlatıyor.

“… ben, meseleyi üç bilim dalının kesişme noktasına yerleştirmek zorundayım: Tarih, coğrafya ve biyoloji (ekoloji ve genetik). Bu durumda ‘etnos’ kavramının tarifine ikinci bir yaklaşımda daha bulunabiliriz: Etnos, homo sapiens türünün kendine özgü var olma şeklidir; etnogenez ise, tarihi ve chronomic (landşaft) faktörlerin kombinasyonuyla belirlenen tür içi şekillenmenin lokal varyantıdır.”

 “Peki, biyoloji benim çalışmama nasıl bir katkıda bulunabilir? Ab ovo ile başlayalım. Sosyal hayatın kolektif şekilleri, yeryüzünde yaşayan bir çok canlı türüne, karıncalara, tırnaklı ve vahşi hayvan sürülerine vs. özgüdür. Fakat her türün kendine özgü kolektif hayat oluşturma şekli vardır. Bu şekil homo sapiens türünde etnostur; fakat bu, hiçbir zaman etnosun karınca yuvası veya sürünün aynısı olduğu anlamına gelmez.” 

Sosyal olayların incelenmesini, sosyolojiyi, etnostan ve etnik dinamiklerden ayrı tutuyor. Sanırım şöyle bir mantık yürütüyor: Tarihsel materyalizm, üretim ilişkileri ve üstünde şekillenen sosyo-ekonomik sistemlerle ilgilidir. Sınıflar ve sınıf mücadelelerinin alanıdır. Burada sosyal kanunlar geçerlidir. Etnos ise insanın daha temel bir var oluş toplumsallığıdır. Burada daha dip bir insan yapısı söz konusudur. Genetik ve biyolojinin, hatta biyofiziğin hakimiyetindeki bir alan. Ya, gerçekten böyle düşünüyordu, ki bence bu ayrım pek bilimsel değildir. Ya da resmi ideolojinin her bilim insanını tek tipe sokucu baskısından kurtulmak için taktik bir yaklaşımdı bu. Kendine bağımsız bir alan açmak ve o alanda daha özgür çalışma yapabilmek için.

Kitapta birçok yerde, sosyal sistemle veya sınıf konumlarıyla açıklanamayacak kitlesel çatışmalardan bahseder nitekim. Oysaki klasik Marksist yazarlar, kuş uçsa sınıf ilişkilerine bağlamayı, kendilerine ilahi bir görev biçerler. Kabak tadı vermiş kalıplarla her bir olguyu şıp diye çözerler, ancak kendi hayatlarında sınıfsalın “s”sini, Marx’ın “m”sini umursamazlar. Onlarınki “bilimsel sosyalizm” olur, tumturaklı “materyalizm” olur, bu tür çalışmalar ise “idealisttir”!   

Önemli bir kavram: Passionerlik

Passionerlik, etnosu oluşturan enerjidir. Etnosu oluşturan, geliştiren, hareket kazandıran, yayılmacı ve baskıcı hale getiren, öteki etnosları hakimiyet altına almayı sağlayan, yutan; azaldığında da etnosu yavaş yavaş söndüren insani güç. Passionerlik, insanın, canlının temel içgüdüsü olan kendini koruma içgüdüsünün zıddıdır. Engels’in deyişiyle insani hırstır. Olumlu ve olumsuz tüm anlamlarıyla hırs… Bir şeyleri değiştirme ihtiyacı, daha fazla şeyler elde etme, tatmin olmama güdüsü, temkinliliğe karşı risk alma dürtüsü; atalete karşı hareketlenme hissi… Tek tek bireylerde bulunur. Tek tek passioner bireylerin arttığı toplumlar passioner toplumlardır. Passionerlik dönemlere göre azalır, eksilir. Kendini şahsi konularda gösterir, yaşam anlayışında gösterir, siyasette, etnik kavgalarda, savaşlarda gösterir. Keşiflerde, ticarette, kültürde, sanatta, felsefede, bilimde, meslekte gösterir.   

“Demek ki passionerlik, çevreyi değiştirme, fizik diliyle söylersek, çevrenin agregat yapısının ataletini bozma yetenek ve isteğidir. Passionerlik dürtüsü o kadar kuvvetlidir ki, bu özelliğin taşıyıcıları olan passionerler kendi davranışlarının sonuçlarını tahmin dahi edemezler. Bu çok önemli nokta, passionerliğin bilincin değil, bilinçaltının bir özelliği, sinir sisteminin kendine özgü yapısının önemli bir işareti olduğunu göstermektedir. Passionerliğin farklı boyutları vardır; ama onların tarih boyunca gözlenen tezahürlerinin kaydedilmesi için passionerlerin sayısının çok olması gerekir. Demek ki passionerlik sadece bireylere değil, popülasyona has bir özelliktir.”

Bu yönüyle toplumsal passionerlik, İbni Haldun’un “asabiye” kavramına benzerdir. Yazar, Haldun’u iyi biliyor, ama kendi kavramının “asabiye”yle ilişkisini nedense hiç irdelememiş. Keza Hikmet Kıvılcımlı’nın, tarihi, “barbarlar” ve “uygarlıklar” çatışmasıyla açıklayan yorumu (barbarları ruh bakımından daha ilerde görerek) ve “ilkel komüna” bilinci kavramı; Gumilev’in “passionerliği” ile yer yer örtüşür. (Evrim Açısından Devrim adlı kitabım). Keza, şahsımın, toplumları ilerletenlerin, hafif derecede psikopatlar olduğu görüşümle.   

“Passionerliğin temelinde tek bir gen mi, yoksa genlerden oluşan bir kombinasyon mu var; bu bir resesif işaret mi, yoksa mantalite mi, veyahut passionerlik organizmanın sinirsel veya hormonal aktivitesiyle ilgili midir sorularına kesin bir cevap vermek benim işim değil. Bunların cevabını diğer bilim dallarının temsilcileri versinler.”

Yazar, etnos dinamiklerini, kişisel davranışları, tutumları, birçok yerde büyük ölçüde biyolojiye ve genetiğe bağlıyor, fakat birkaç yerde, ana akımdan mı çekiniyor, bilinmez, bu önemi hafifletecek ifadelerde de bulunuyor. Kitabın çelişkilerinden biri. Belki de çok kesin kanıtlanmamış ve ayrıntısına dek bilmediği konularda, önce esas görüşünü belirtiyor, sonra da başka yerde bundan kısmen geri adım atıyor.

Ve yine “passionerliğin”, daha çok zor zamanlarda, kriz anlarında işe yaradığı; normal zamanlarda “uyumlu tiplerin” daha olumlu işlev gördüğü tezi de, şahsımın görüşleriyle ve son zamanlarda okuduğum Nassir Ghaemi’nin tezleriyle paralellik göstermekte.  

Gumilev’den “Hazar Çevresinde Bin Yıl” ve “Etnogenez” kitaplarını, aslında “Güneş-Dil” araştırmalarımızın devamı açısından okumuştum. Bu kitaplarda bizim kitabı güçlendirecek dolaylı ve bölük pörçük belgeler buldum. Çünkü yazar, inceleme alanını MÖ 1500 ile MS 1500 arasında sınırlıyor. Özellikle de MÖ 500 ile MS. 1000 arasını irdeliyor. Ben ise daha eski tarihleri, tezimizin kanıt gücü açısından daha fazla önemsiyorum. Dediğim gibi, yine de bizim savlarımızla ilgili kuvvetlendirici deliller hiç yok değil, çürütücü kanıt ise yok. Örneğin eski Türklerin ağaç kabuklarına yazılmış ve dolayısıyla eriyip kaybolmuş destanlarından bahsetmesi. Göktürk Yazıtları ve Türk Runik alfabesi birden bire mi ortaya çıktı, bunun öncesi yok muydu sorumuza, ampul yakıcı bir cevap… neden olmasın?      

Ayrıca şöyle ifadeler:  “İran ve Turan birbirine yakın Ari kabilelerin yaşadıkları topraklardır. Onları birbirinden ayıran şey, ırkları ve dilleri değil, dinleri olmuştur. … eski tanrıların uluhiyeti inancını muhafaza eden Ariler Turanlı olurken, Zerdüşt taraftarları İranlı oldular.” (Hazar Çevresinde Bin Yıl)

Kitabın sonlarında passionerliği bir enerjiye indirgeme girişimi, basbayağı bildiğimiz güneşten gelen ısıya, enerjiye bağlaması, enerjinin birikimi ve dışa vurumuna bağlaması, salt fizik açısından doğru olabilir, ama sosyal olguları anlayıp anlatmak açısından kanımca biraz hafif kaçıyor. Yine de düşünmekten zarar gelmez!

Gumilev’in eserleri, aynı zamanda uygarlığı sadece Batıda gören, Avrupa merkezci, ırkçı klasik tarih yazımına da bir meydan okuma. Uygarlık Batı’da mı doğmuştur? Doğu insanlık kültürüne bilimde, teknikte, sanatta, sosyal düzende bir şey katmamış mıdır? Bütün doğu etnosları göçebe midir? Bütün göçebe halklar ilkel midir? Alışılmış önyargıları parçalayan pek çok kanıt ve bilgiyi gözler önüne seriyor. Boşuna değil, bizim sağcılarımız, solcularımız (egemen akademi-medya dünyasını kast ediyorum) bu kitaplardan korkuyor.

Tarihe yepyeni bir anlayışla bakmak isteyenlere, ondan siyasi sonuçlar çıkarmak için okuyanlara, tarihe bir magazin gibi zevk için, eğlence için ilgi duyanlara da hitap edebilecek çok zengin bir malzeme, bu iki kitapta sizleri bekliyor.

Bilmek ve anlamak isteyene kaynak bol aslında.   

Kaan Arslanoğlu


Yorumlar

Maximum : 1000 Karakter / Karakter Sayısı: 
0
Yorumlara gerçek ad ve soyadınızı yazmanız onay kolayllığı sağlar.
Mail adresinizi yazmanız keyfinize kalmıştır. Yorumlarınızın onaylanması da
editörlerin tamamen keyfine bağlıdır. Yılların deneyimi sonucu bu bizde böyle.
  • Metin Kondur

    Metin Kondur 06.10.2017

    "Passioner" kavramı, kitle tinselliğin harekete geçiren herşeye uygulanabilir. Homo sapiens'in evrimi nedeniyle hayatı anlamlandırmadan yaşamak huzursuzluk yaratıyor. Aşmak için kimi dine sarılıyor, kimi milliyetçiliğe, kimi sosyalizme, kimi kemalizme, filana, kimi ikili üçlü kombinasyonlarla yaşıyor. Çözüm bu evrimsel özelliği, sanat ve estetik anlayışını geliştirerek yatıştırmakta. Kapitalizm, milliyetçiliği kullanışlı buldu. İki dünya savaşından ve krizlerden sonra ise ruhani güçleri geridönüşümle farklı biçimde yeniden kullanıma soktu. Din, meta biçiminde alınır satılır hale getirildi. Sosyalizm ise akıllı görünmek isteyenlerin pahalı markası haline geldi. Marksizmin sattığı yerde marksizm, dinin sattığı yerde din öne çıkarılıyor, yeter ki sömürü devam etsin. Kendi aklını kullanma cesareti gösteremeyen davarların dünyasına böyle geldik. İnsanoğlunun geleceği için okullarda orta öğretim bitene kadar sanat anlayışı, spor ve ilkyardım eğitimi verilmelidir.

  • BÜŞRA AYTAÇ

    BÜŞRA AYTAÇ 05.10.2017

    Kaan Bey, Kitapları hemen edineceğim. Çok ilginç duruyor. Dikkat çektiğiniz için teşekkürler.

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.