Kitap
15 Temmuz Darbe Girişimini James Bond Nasıl Başarısızlığa Uğrattı?

Uğursuz darbe girişiminin gidişatını, bazı gerçeklerini ve birtakım ayrıntılarını “YÜZÜ SİLİNENLER – Darbe Günlükleri” adlı romanımda gerçeküstücü, mizahi bir dille anlatmıştım. Kanlı kalkışma, fiyasko üstüne fiyasko, bir yığın garabet ve tek adam hakimiyetinin perçinlenmesi.. “Cambaza Bak” tiyatrosu ve tüm solun işbirliğiyle örtülen gerçekler…
James Bond, Profesör To ile Doktor Fo arasındaki amansız kavganın içyüzünü öğrenmesi göreviyle Uydur ülkesine gönderilir. Korkunç bir savaşın içinde bulur kendisini. Yüzden yüze değişebilen maskesiyle birçok kişinin yerine geçer. Sonunda kendini darbeyi önlemekle yükümlü bulur. Bu amaçla en son kılığına girdiği kişi kalkışmanın 1 numarasıdır. Burada kimden esinlendiğim herhalde belli: Adil Öksüz…
İşte romandan o parça:
Badem bıyıklı can çekişirken bile beddualar ediyordu. Son nefesinde şunlar döküldü ağzından: “Doktor FO’dan kurtulduğunuzu sanmayın. Hepiniz cehennem ateşinde yanacaksınız. Hem de burada. Tam şurada. Doktor FO’nun gazabını bekleyin. Bu akademiyi de başınıza geçirecek…”
Bakındı şuna. Herifin burada bile bunca adamı varsa, demek dediği çıkacaktı. Burayı başımıza geçirecek ha! Yapar mı yapardı. Derhal Profesör’e bildirmeliydik son duyduklarımızı. Ursul da şahitti bu sözlere. Telefona sarıldım.
Helloo. Benim derhal Profesör’ü görmem gerekiyor. Ona çok önemli bir şey söyleyeceğim.
Profesör To az önce akademiden ayrıldı efendim.
Ayrıldı mı? O zaman burada en üst yetkili kim? Onu acilen görmem gerekiyor.
Ancak yarın sabaha efendim. Şu anda sizi kimseyle görüştüremem. Emir böyle.
Peki o zaman.. bana bir dış hat verin lütfen.
O büsbütün imkansız efendim. Bu tür isteklerinizi yarın yaver beyle görüşmeniz gerek.
Küfrettim.
Nasıl isterseniz sir…
Şuna da bakındı hele. Kapana kısılmıştık ve ortak tehlikeyi kimseye söyleyemeyecektim. Mesaj iletsem. Bu herife nasıl güvenecektim ki. O da Doktor FO’nun adamıydı muhtemelen.
Aklıma bir fikir geldi. İyi ki eski maceralarıma dair belleğim zehir gibidir.
O zaman odamla ilgili bir şikayet belirteyim, ona da hayır demezsiniz sanırım. Yoksa bakın Profesör hepinizin canına okur.
Buyurun. Ne olsa yaparız efendim.
Havalandırma bacası nerede bizim odada?
Giriş kapısının hemen üstünde, içerde efendim. Pardon niye sordunuz?
Felaket gürültü yapıyor. Böyle katiyen uyuyamayız. Şunu hemen kapattırın lütfen.
Tabii efendim. Hemen söylüyorum. Hiç merak etmeyin.
Cesetleri iç odaya taşıyıp yatak altına gizledik. Sonra masaları sehpaları üst üste koyup tepesine çıktım, kapının üstündeki tavan panellerini söküp yukarıya göz attım. İşte delik oradaydı ve geçebileceğim kadar büyüktü.
Evlendirme müdürünün giysilerini çıkardım. Biraz bol ve biraz kısaydı, ama idare ederdi. Her üçünün cebinde ne kadar para varsa aldım. Cep telefonları işe yarayabilirdi. Onları ve adamın silahını aldım. Ursul ile vedalaştım.
“Sen burada kal” dedim. “Çok geçmeden her ne pahasına durumu bildireceğim yetkililere. Sonra da seni muhakkak burası havaya uçmadan kurtaracağım.”
Havalandırma borusuna tırmanmam zor olmadı. Ama sonrasını bilirsiniz. Bir alışkanlık işte. Ben kapılar ardına dek açıksa bile oradan kaçamam. İlla bir havalandırma sistemi bulmalı. Fakat ne kadar ceremelidir, yine bilen bilir.
Ve öyle oldu. Korkunçtu. Bu sefer boru seyahatlerinin en uzunu. Kavruldum, yandım, soğudum, dondum, on metrelerce yuvarlandım, yüz metrelerce düz duvara tırmandım, her yanıma çelik çıkıntılar battı, derilerim kavrum kavrum kalktı, dirseklerim paralandı, dizlerim pancar kabuğu gibi soyuldu, ciğerlerime duman bastı, ağzıma fareler girdi, neredeyse bir tam gün canım çıktı, yerine zor bela geldi, yine çıktı, azaplardan azap beğendim, ölümlerden ölüm seçemedim… Işıklar yandı, karanlıklar bastı… En son uçuşum ve son tırmanışımdan sonra tam boğuluyordum ki yüzeye fırlayabildim.
Burası neresiydi? İlk kez geniş bir alan… Bir göl mü, havuz mu, ışık loştu, ilkin bir şey göremedim. Biraz yüzdüm, sonra ayaklarımın yere bastığını fark ettim. Bir alt geçitti sanırım. Su basmış bir alt geçit. Şehrin göbeğinde bir yerde kalabalığın ortasındaydım.
Bir süre herkes din adamına benzer kıyafetli fakat sırılsıklam sarışın bir İngiliz’i andırır, pislik içinde, her yanından kanlar sızan bir tipin kaldırımlarda yürüyüşünü izledi. Kimi deli olduğumu düşünüyordu duyduğum seslerden çıkarabildiğim kadarıyla, kimi bir film çekildiğini. Merak arttıkça artıyordu, üstelik bu meraklarını bana da soru yönelterek aksettirmeğe başladılar. İlk gördüğüm taksiyi çevirdim. Adam o halimi görünce paniğe kapılıp içeri almak istemediyse de bir avuç parayı kucağına atınca sesini kesti.
Doğruca CNN-Uydur bürosuna!
Aşağıdaki görevliye adamımın ismini verdim. Bay Faraldak. Tabanca öteceği için kontrolden geçmeden dışarıdan seslendim. Gelsin beni alsın dedim. “Kim arıyor” diyelim. “Ben Bond. James Bond” dedim. “Baracan’ın arkadaşı Bond deyin ona. O anlar.”
Az sonra benimki geldi. İlk reaksiyonunu bekliyordum tabii ki. “Sen Bond değilsin” dedi. Bir köşeye çektim, maskemi çıkardım. İkna oldu. Birlikte yukarı çıktık. Çok azametli bir ofisi vardı.
Doğrudan konuya girdim, çünkü ıslaktım ve her bakımdan perişandım.
Önce bana bir elbise bul, hasta olacağım.
“Bir şeyler ayarlarım.” Yaz günüydü ne olacak. Bir pantolon, bir tişört buldu çok geçmeden, ceketten bol bir şey de yoktu zaten televizyon binalarında. Tuvalette epey bir temizlenmeye çalıştım. Kendi spor ayakkabılarını ve çoraplarını da verdi. Giyindim. İlk iş tamamdı.
“Şimdii. Burada neler dönüyor, bana bir bir anlat.” Odanın kapısını da kilitledim bu arada. Telefonun kablosunu kopardım. “Biz bizeyiz.”
Biz ne biliyorsak zaten TV’de söylüyoruz, gazetede yazıyoruz. Başka ne bilmek istiyorsun!
En kaba İngilizceyle “Y… mı yazıyorsunuz” dedim. Silahımı çıkardım. “Benim kaybedecek bir dakikam bile yok. Şu bir dakika içinde söylersin söylersin, yoksa vururum seni burada, elimi kolumu sallayarak giderim. Doktor FO ne yapmak istiyor? Bugünlerde ne planları var?”
Tınmadı bile. “Bilsem söylemem mi. Üstelik yazarım. Rating kazanırım” falan diyordu hala.
Kaybedecek hakikaten zaman yoktu. Burnunun üstüne bir çaktım, kan boşandı. Tuttum kolunu kıvırdım, masanın altına soktum herifi. “Şimdi öğrendim öğrendim, yoksa önce kolunu kıracağım, sonra karnından vuracağım. Acı çeke çeke gebereceksin.”
Nuh diyor peygamber demiyordu. “Bilsem söylemem mi?” Başına da çöp sepetini geçirdim ki bağırtısı duyulmasın.
Bu adam gerçekten bir şey bilmiyordu belki… Bunca acıya, masanın altına kadar eğilmiş Azrail’in suratına rağmen konuşmuyorsa...
Son kozumu oynadım:
“Çocukların var mı?”
Var var.. Olmaz olur mu.. bir oğlum iki kızım var. Beni onlara bağışla. Bilsem söylemem mi?
“Otur bakalım karşıma.” Oturttum.
Demek üç çocuğun var.
Onlara dokunma. Bilsem söylemem mi!
Yok.. onlara dokunacağım.
Her üç çocuğunu da İngiltere’de burslu okutmağa, bütün masraflarını karşılamağa, dahası her birini profesör yapmağa söz verdim. Söz vermiyorum ama, bir fırsatı çıkarsa içlerinden birine Nobel bile kazandırabilirim, dedim. Ama söz değil bak, şartlara göre. Olursa…
Ama bir kızım sinema oyuncusu olmak istiyor.
Tamam, onu da önce sinema oyuncusu yapar, eş zamanlı olarak starlaştırıp profesörlük veririz.
Böylece anlaştık. Ne biliyorsa söyledi. Darbe gerçekten yapılacaktı. Ertesi gün sabaha karşı yapılacaktı. Bir ertesi gün, yarın değil. Kafam bir elektronik beyin gibi çalışmağa başlamıştı. Birçok ayrıntıyı bir kompüter gibi kafama yazdım.
Peki kim var bu işin başında. Uydur’da bir numara kim?
Bilgisayarını açtı, bir adam gösterdi.
Bu mu? Bu mu yapacak darbeyi?
Evet, hem de ne biçim yapacak?
Adamın görüntüsü, biraz avanak yüz ifadesi hiç ikna edici değildi bir numaralığına dair, ama herhalde yalan söylemiyordu Faraldak. Fotoğrafı telefonlardan birine yükledim.
“Tamam” dedim. “Şimdi gidiyorum. Sözüm sözdür. Fakat buraya ne ben geldim, ne sen beni gördün. Aksi halde önce üç çocuğun cenaze işleri profesörü olur, sonra da seni onlara dekan tayin ederim.”
Tuvalete gittim. Hem tekrar biraz daha toparlandım, hem yüzü maskeye yükledim. Çıktığımda bambaşka bir tiptim. Akşam da çökmek üzereydi. Yine bir taksi çevirdim. Bizimkinden de biraz para almıştım. Ne olur ne olmaz diye bir de kimliğini ödünç kapmıştım.
Doğru Akantor Hava Üssü’ne.
**********
Vardığımda hava iyice kararmıştı. Askeri üssün kapısına yanaştım. Bu saatte nizamiyeye yaklaşmak ve sivil kıyafetle ve böyle bir dönemde başlı başına riskti. Allah vere de Faraldak’tan aldığım bilgiler doğru çıkaydı. Yoksa yandı gülüm keten helva, diye zihnimden geçirdim.
Dur yaklaşma, kimsin?
Bir vatandaş. Albay Sendur’u göreceğim.
Bu saatte olmaz hemşerim. Sabaha gel.
Şimdi şu an muhakkak görmem lazım.
Dur yaklaşma vururum. Parolayı söyle.
Arsa bakmaya geldimdi de…
Ulan ne saçma parolaydı böyle.
Arsa mı? Burası emlakçı mı lan. Dur.. Vallahi vururum.
İşte sıçtık. Alçak Faraldak.
Arkadan bir ses.
Oğlum bırak geçsin. Parola doğru. Askeri personel bu. Bekliyorduk.
********
Albay beni önceden tanıyordu. Durumumdan biraz işkillendi. “İçeri geçelim, her şeyi anlatacağım” dedim.
“Hocam, zaten şu an konsey toplantı halinde. İyi ki geldiniz” diye mukabele etti.
Gerçekten zor yürüyordum, etrafa bakacak halim kalmamıştı, yüzümü öyle bir buruşturuyordum ki acıdan, tabii maske altından belli olmuyordu. Işıklı bir binaya girdik, garnizonun merkez binasıydı.
Üst kata çıktık, resmen topallıyordum, aslında sürünüyordum. Albay koluma girecek oldu, hayır istemez, diye tersledim.
Toplantı salonuna girdik. Albay beni tanıttı. Zaten girer girmez hepsi ayağa fırlamıştı. Birkaçı sarıldı elimi öptü. Kimler tanıyordu önceden beni, kimler tanımıyordu, bilmiyordum. Fakat şimdi kabak gibi meydandaydım. Masa başındaki büyük koltuğu hemen benim için geri çektiler.
Oturun, lütfen herkes rahat olsun, dedim. Oturdular. Tam on yedi tane üst rütbeli. Belki yarısı generaldi.
Ben ayaktaydım. Herkes bana bakıyordu. Ceketimi çıkardım.
Beyler birkaç saat önce ciddi bir trafik kazası geçirdik. Araba ve adamlarım harap durumda. Ben taksi tutup gelmek zorunda kaldım.
Yaralarım meydandaydı, bazı yerler kanıyordu hala. Beyaz tişörtüm pembe tişört olmuştu. “Hemen doktor çağıralım” dediler. “Olmaz” dedim. “Acı patlıcanı kırağı çalmaz. “Allah yolunda bin yara alsa dahi, gazi ölmedikçe yere düşmez.” Onların söylemine benzetmeye çalışıyordum, ama uyuyor muydu acaba? Artık uyduğu kadar.
Hepsi derin bir saygı ve hayranlıkla tekrar ellerimi öptüler. Bu kez sadece bakışlarıyla. Ki şimdikiler az önceki gerçek öpüşlerinden daha anlamlıydı.
Galiba çenem de kırık arkadaşlar. O yüzden rahat konuşamıyorum. Ve fazla kalamayacağım. Bana derhal son planları kısaca anlatın ve nihai gözden geçirmeyi birlikte yapalım.
Birkaç kişi söz aldı, özetle anlattılar. Hiç fena bir darbe planı sayılmazdı. Onca Coup deneyimi yaşamış biri olarak bu konuda da üniversitelerde ders verecek, ders ne kelime askerlere emir verecek kadar yetkindim. Evet, plan hiç fena değildi, ama böyle demek katiyen olmazdı.
Esip gürlemeye başladım. Her birini ayrı ayrı bombok ettim. Planda ufak tefek sayılabilecek –ufak tefek mi?- saçma sapan değişiklikler emrettim. Yani sizin anlayacağınız, planın … koydum!
Gık çıkaramadılar. Hem karizmam müthişti, hem de anlaşılan Doktor FO’dan aldığım yetki tartışılmaz kesinlikteydi.
Evet, ben gidiyorum. Plan kilitlenmiştir. Bundan sonra planda değişiklik yapmak ihanetle birdir ve kim bunu yaparsa haine layık şekilde cezasını çekecektir. Buraya ben yine gelsem veya telefon etsem, şu şöyle olmalı desem beni bile dinlemeyin. Hatta hemen vurun. O kadar.
Şimdi bana bir acı kahve söyleyin ve de bir araç getirtin. Şehre ineceğim.
Kahvemi yudumlarken ne acılar pahasına yudumlamaydı, tahmin edemezsiniz, ortam gevşemişti, ama ben asık suratla dinlemekle yetiniyordum. Bir ara dazlak kafalı bir tümgeneral “Muhterem Hocam, İngilizceniz Uydurca’nızdan daha iyi olmuş bu kazadan sonra, her şeyde bir hayır vardır..” deme cüreti gösterdi.
Zevzekliğin sırası değil, kutlamayı da şakayı da iki gün sonra yaparız, diye payladım.
Önce korktular, sonra hep birlikte gülümsediler.
Kaan Arslanoğlu
Yüzü Silinenler - Darbe Günlükleri
İthaki Yayınları Şubat 2017
208 sayfa.