Medya
Gündemin Son Konuları
Son facebook paylaşımlarım
SU KITLIĞI SORUNU ÇOK CİDDİ BİR SORUN… Dört beş yıldır bu konuya odaklanmış durumdayız. O yüzden su israfı gözümüze korkunç batıyor. Gerekenin iki hatta üç katı su sarf edildiğini görüyoruz. Aşırı… Çok aşırı… Bu insanat su hiç bitmeyecekmiş gibi su akıtıyor. Devlet ara sıra lafıgüzaf uyarılarda bulunmak dışında ciddi hiçbir önlem almıyor. İktidar pek çok önemli sorunu birkaç kamu spotuyla halledeceğini sanıyor. Vatandaşın ise! Musluğundaki su kesilmedikçe hiç mi hiç umurunda değil. Sözde muhalif gerçekte iktidardaki o büyük kitlenin de katiyen derdi değil. CHP’li belediyeler için sorunlar listesinde ilk yüze bile girmiyor. O yüzden bırakın tedbiri, lafı bile edilmiyor. Cumhurbaşkanı olacaklar tabii. Belediye çalışması da neymiş! Türkiye’de siyaset bu. Boş laf, boş boş böbürlenme, atıp tutma sanatı. Helal olsun onlara, şakşakçıları da on milyonlarca. Cumhurbaşkanı olunca ne yapacaklar, şimdi ne yapıyorlarsa onun siyasetini yapacaklar.
Olan galiba sadece bana oluyor. Eşimin tesis ettiği çelik disiplin altında evde kendi kendimize kaç yıldır eziyet çekiyoruz. Mutfaktaki sebze yıkama sularını katiyen atmak yok. Toplanacaklar, tuvalete veya bitkilere dökülecekler. Diş fırçalarken, tıraş olurken musluk açık kalmayacak. Elde bulaşık yıkanmayacak. Balkon temizlenirken kova kullanılmayacak, sadece az suyla silme. Arabamız zaten altı ayda bir yıkanır. Banyo yaparken duş yine bir başta bir de sonda açılır. Küçük tuvalete de ardı sıra gireriz ki tek seferde sifonu çekelim 🙂 🙂
Oysa millet apartmanların önünü, kaldırımları Kızılırmak kenarında yaşıyorlarmış gibi fışkırta fışkırta yıkıyor. Eğlence olsun diye musluk açıyor, zevk için sifon çekiyor. Belediyeler patlayan su hatlarına bir ertesi gün müdahale ediyor. Yağmur yağarken otomatik sulamalar çalışıyor. Kamusal alanlarda her üç musluktan biri bozuk. Sağlam olanlar da itfaiye hortumu sanki. Birileri her gün araba yıkatmayı statü göstergesi sanıyor. Üç tişört veya dört tabak için bulaşık ve çamaşır makineleri habire çalışıyor. İnsafsızca bahçe, çimen, tarla sulamalar vs. vs.
Fakat sanırım onlar haklı. Ciddi söylüyorum. Çoğunluk nasıl davranıyorsa onlar gibi davranmak gerek. Doğru siyaset de onların anladığı siyaset olmalı. Yani sorun sağlık sorunuysa, mesela bir salgın başlamışsa sağlık o zaman aklımıza gelmeli. O zaman kendimizin hiçbir ihmali, suçu yokmuş gibi siyaseten düşman gördüğümüz birilerini azgınca suçlamalı. Sorun su sorunuysa sular akmayana dek böyle bir sorun yokmuş gibi yaşamalı. Normal olan bu, bizimki ise anormal. Yani hastalık. Su kesilince illaki suçlusunu bulup onlara sardırırız nasıl olsa. Bizi konu ne olursa olsun gaza getirecek bir ton medya üstadı da var zaten. Hazırlar, bekliyorlar, aynı kişiler... Sular kesilince o zaman konu tam da odur, şimdi değildir. İşte o gün TV’lerden, internetten size suçluları gösterirler. Onları besleyen kitle buysa yine bin kere helaldir onlara. Ama o zamana dek… Gündem neyse, yalan dolan uyduruk kaydırık, o ne dedi bu ne etti, kim kime çemkirdi… Bunlar her neyse… onun siyasetine devam… Doğru olan, normal olan bu… İnsanat bu… İnsan BU...
HDP’lilerin OY KULLANDIĞI BİR SEÇİM NASIL DEMOKRATİK OLACAK? Bakın HDP’nin veya HDP yöneticilerinin seçime katılımından bahsetmiyorum... HDP destekçilerinin oy kullandığı bir seçim demokratik olabilir mi? HDP’lilerin oyuyla iktidara gelen bir iktidar demokratik olabilir mi? 6’lı masa seçim kazanırsa bir ilk yaşanacak.
HDP’lilere özel bir nefretim yok. Elbette ideolojik ve siyasi anlamda azılı düşmanlarım. Fakat muhalefet cephesinde en az sevimsiz olanları. Çünkü onlar da dürüst değil ama ötekilerden kat be kat dürüst. PKK ile ilişkilerini ara sıra reddetseler de pek çok ortamda açık açık dile getiriyorlar. Ayrıca çok yanlış bir çizgide olmalarına rağmen ötekilerden çok daha samimiler ve çok ciddi risk altında siyaset yapıyorlar.
Benim söylediğim şey temel bir ilke meselesi. Toplumda ve özellikle siyasette neredeyse herkes ilkesiz olduğu için, dediklerim yadırganabilir, çok aykırı, saçma bir söylem gibi durabilir. Oysa asıl çok büyük ilkesizlik açık terör yandaşlarının seçime girmesidir. Bizler siyasal devrimci zamanlarımızda şiddet yoluyla devrim yapmak peşindeydik ve o yüzden seçimleri hiç de önemsemezdik. İyi kötü oy alabilecek zamanlarımızda bile seçimlere girmezdik.
Siz hem terörle, kanla, katliamla ayrı bir devlet kurmak için savaş içinde olacaksınız, hem de seçimlere girecek, parlementoya onlarca milletvekili sokacaksınız. Hem 100 binden fazla insanın ölümüne yol açacak, hem de demokrasinin nimetlerinden yararlanacaksınız. İktidar için de, muhalefet için de bunun kabullenilmesi akla, mantığa, vicdana sığan bir şey değil. Altılı masa bunu nasıl içine sindiriyor, akıl alır gibi değil… Diyecektim, vazgeçtim. CHP’nin HDP’den zaten farkı kalmamış, AKP eskileri zaten HDP ile işbirliğine alışık. Bir tek İYi Parti için belki bu soru sorulabilir.
Bu demokrasi yutturmacasını oldum olası kavrayamamışımdır zaten. Demokrasi vasat ve kötü çoğunluğun iyi azınlık üstüne baskısıdır. Kötü azınlığın tüm geri kalana baskısından daha iyidir diye yine de teorik olarak yeğleniyor. Ama ortaya çıkan sonuç pek de kimseyi tatmin etmiyor. Hele böyle katil örgütlerin “demokrasi” diye bağıra bağıra iktidara geldiklerini düşünün!
İMPARATOR SEZAR… Sözlükten bazı maddeleri burada tek tek göstereceğim. Şu ana kadar 1500 kadar kişi sözlüğü indirdi. Fakat pek azı baştan sona okumuştur. Sözlük okumak pek çok kişiye ilginç ve çekici gelmiyor. Ama ben çok sözlük okudum, baştan sona. Bence sözlük okumayanlar çok şey kaybediyor. Ayrıca birçok kişi Batı dillerinde Türkçe köklerle ilgili metinleri de okumuyor. Onlara popüler ve “ilgi çekici” parlak şekerleme hap kitaplar daha çekici geliyor. Ama özellikle bu sözlüğü okumayanlar kendileri bilir. Pek çok maddede o okur çeler kitaplardan daha ilginç bilgiler var. İŞTE BİR MADDE:
Caesar (Romalı bir imparator adı): “The name is of uncertain origin; Pliny derives it from caesaries "head of hair," because the future dictator was born with a full one…” (OED) Bazılarına göre Sezar Etrusk kökenli (bir Türk) olduğuna göre, bu açıklama bir yere oturuyor. (Kendisinin Truva kökenli olduğunu söylemekteymiş.) Sezar doğarken tam ‘saçlı’: ‘caesaries’ olarak doğmuş. İsmi de ‘saç’ > caes sözcüğünden geliyormuş. Başka bir söylence de Sezar’ın ana rahmi kesilerek doğurulması. Sezaryen ameliyatı ( caes > kes ) terimi oradan geliyor. Kaiser (German) ve char (Rus.) imparatorluk isimleri de kökenini buradan alır (OED).
Burada Çingiz Garaşarlı’nın “Truvalılar ve Etrüskler Türk İdiler” adlı kitabından bir alıntı yapayım: “Eski İngiliz tarihçi Geoffrey of Monmouth’un 1136 yılında Latince yazdığı ‘Britanya Krallarının Tarihi’ adlı yapıt, Britanya’ya Truvalıların yerleşmesi konusunu tarihsel olarak daha iyi aydınlatmaktadır. Truvalıların, Truva savaşından sonra İtalya’ya ve Britanya’ya göç ettikleri bu yapıtta açıkça belirtilmektedir. Yapıtta anlatılanlara göre, Truvalı kahraman Eney’in (Eneas) soyundan olan Brut MÖ 12. yüzyılda boyuyla birlikte Britanya’ya geldikten sonra, ulusu ve ülkesi onun adıyla Britonlar ve Britanya diye anılmıştır. Ayrıca, Brut’un Kamber adlı oğlunun Galler ülkesinde yaşayan Britonlara önderlik ettiği ve ölümünden sonra Gallilerin kendilerini onun adıyla Kambri diye andıkları anlatılmaktadır. Kamber kişi adı, en eski Türk kişi adlarından olan Kamber, Kambar sözcüğüyle aynı kökenli olup, Kazak Türk kahramanlık öyküsündeki Kamböri kişi adından türemiştir. Briton Hakan Boyunun Gurguit kişi adıyla eski Türklerin Korkut, Kurkut, Korkıt kişi adları arasında büyük benzerlikler vardır. Geoffrey of Monmouth yapıtında Londra’nın eski adının Troi Novo olduğunu da yazmıştır. Roma İmparatoru Gay Yuli Sezar’ın Britanyalılar için söyledikleri de ilgi çekicidir. Sezar, Britonlarla Romalıların atalarının aynı olduğunu, iki ulusun da Truvalı Brut’un soyundan geldiğini ve onların Truvalı Eney’in torunları olduklarını söylemiştir.”
SÖZLÜĞÜ İNDİRMEK İÇİN: https://www.insanbu.com/.../2836-turkcenin-bati...
MEHMET TANJU AKAD KİTAPLARI… Epeydir ara verdiğim kitap tanıtım, eleştiri yazılarına birkaç kitapla devam edeyim. İlki Mehmet Akad hocadan “Alternatifsiz Kriz”. Hoca’nın daha önce mail paylaşımları vardı, sonradan sadece face ortamında yazmaya başladı. Neredeyse tüm paylaşımlarını ilgiyle ve beğenerek izliyorum. Ancak ben böyle pek yapmam ama, tek bir kitabını bile okumamıştım. İşte bu okuduğum ilk kitabı.
Niye şimdiye kadar okumadım bilmiyorum. Tanju Akad’ın kitaplarından büyük bölümü savaş tarihi ve değişik savaşların türlü yüzleri üstüne. O konu da ilgimi çeker, ama birinci önceliğim değil, demek ki sonraki zamanlara ertelemişim. Başka biri “Tarihten Günümüze İstihbarat”. Siyaset üstüne iki kitabı var, görebildiğim kadarıyla. Biri “Türk Siyaset Geleneği”. Öteki de bu.
202 sayfalık “Alternatifsiz Kriz” kolay okunan, ama her sayfasıyla toplumsal mücadele tarihiyle ilgili çarpıcı bilgiler öğrenebileceğiniz bir eser. İkinci başlığı: “Toplumcu siyasette özgür alternatif yaratmak üzerine notlar”. Adından da anlaşılacağı üzere kitap esas olarak sosyalist mücadelenin sorunlarını ve neyi nasıl yapmamak, nasıl yapmak üzerine bilgi ve değerlendirmeleri içeriyor.
Kapitalizm 100 yüz yılı aşkın süredir kriz içinde. Bazen bu krizler iyice derinleşiyor. Ancak ona alternatif olma iddiasındaki sosyalizm bir türlü kazanamıyor. Zaten başka bir alternatif de yok. Ancak daha kötüsü sosyalizmin kazanamaması değil. Onun hızla kapitalizme dönüşmesi. Başka deyişle sosyalizmin fiilen hiç var olmaması. Sosyalist partilerin, işçi sınıfını temsil iddiasındaki kapitalist ülkelerdeki muhalif partilerin de aslında burjuva, kapitalist partiler oluşu. Alternatifsizlik işte bu.
Yanlışlar nasıl yapılıyor, neden yapılıyor. Sovyet ve Çin deneyimlerine dair birçoğunu bildiğim (ben zaten on yıllardır bu konuları araştırdığım için, yoksa büyük çoğunluğu okura yepyeni gelecektir), bazılarını ise yeni öğrendiğim pek çok alıntı ve gerçek aktarılıyor. Keza Batı’daki sol partiler üzerine de… Bunlar üzerinden bazı değerlendirmelere varılıyor ki, neredeyse hepsine katılıyorum.
Örneğin yozlaşmanın Lenin zamanında başladığını biliyordum, ama onu aklamak için fazla da üstünde durmuyordum. O konuda önemli bilgiler var. Troçki’nin Sovyet işçilerine verilen ücretlerin yarıya indirilmesi ve hatta bazı aylar hiç verilmemesini haklı gösteren teorik bir kılıfını okudum ki, komik mi desem, ibretlik, trajik mi? İşçiler kendi devletlerine kredi veriyormuş!!! Bu küstah açıklama bile buram buram burjuvazi ve kapitalizm diliyle yapılmış. Sovyetler’in öteki ülkelerdeki komünist partileri uşak gibi gördüğü ve yetkililerini satın alarak kendi hizmetkarına dönüştürdüğü gerçeği… Bunlar hafif şeyler aslında. Sovyetler’in birçoğu komünist ve işçi, asker 700 binden fazla yurttaşını idam edişi. Milyonları ise açlık ve sürgünlerle kırışı. Benzeri olayların Çin’de de yaşanması…
Tüm bu acılar sosyalizm adına bir kalkışma diye belki tarih içinde hafifleyebilirdi, ama ortada bir sosyalizm de yok! M. Tanju Akad buna rağmen bu deneyimin halklara bazı şeyler kazandırdığını da kabul ediyor benim gibi ve yaşanması gerekli bir süreç olarak görüyor. Öyle ya, aynı şeyleri kapitalizm daha fazlasıyla yapıyorsa, ondan kurtulmak için bir maceraya girişilmeliydi. Ama girişilen şeyin tekrar kapitalizme evrilmesi, hem de çok kısa sürelerde evrilmesi kahredici.
Bu durumda ne yapmalı? Tanju Akad hoca o doğrultuda bazı değerlendirmelere giriyor ki, bu yazı uzadı, onları merak edenler kendileri okur. Birkaç noktada özetlemek gerekirse; ilk şart, teorileri, dogmaları bilmek ama onların esiri olmamak. Yeni koşullara uygun yepyeni çözümler üretmek.
Tek bir yerdeki değerlendirmesine katılmıyorum, o da şu: Marx’ın dediği gibi ilk sosyalist devrimler ileri ülkelerde değil, daha geri ülkelerde ortaya çıkıyor. Tamam, o zaten gerçek, bunda anlaşıyoruz. Fakat hep büyük savaşlar ve krizlerden sonra ortaya çıkıyor. Bu da sosyalist devletlerin bir talihsizliği olarak değerlendirilmeli. Çünkü ülke zaten geri ve bir de enkaz devralıyorlar. Ama bana göre ileri ülkelerde zaten devrim olmuyor, belki hiç olmayacak; büyük kriz ve savaş olmadan da devrim olmuyor, o da belki hiç olmayacak. Çünkü insan yapısı, insan tercihleri böyle. Sosyalizm çok zora düşmeden insanlığın bir tercihi değil. Zordan az buçuk kurtulunca da özüne dönüyor.
Tanju Akad hoca kitabının birkaç yerinde bu insan yapısı, insan doğası meselesine de değiniyor. Bunun da bir engel olduğunu, ama yine de buna uygun davranmak gerektiğini söylüyor. O konu zaten benim konum, benim asıl görüşüm, katılıyorum. Sonlarda da şunu söylüyor: “ … ancak insan tabiatının daha iyi anlaşılması gerektiği de ifade edilmektedir. Siyasete sadece kitleler ve sosyal güçler arasında değil, bireyler üzerindeki karşılıklı etkileri açısından da bakmak gerekir. Sonuçta, dokuları hücreler oluşturur. Hücrenin tabiatına bakmadan istediğin dokuyu oluşturamazsın. İnsanı ihmal ederek, insanlığı yönetime tabi kitleler olarak gören her sistem sonunda çıkmaza girecektir. Sosyalizm bu konuya yani özgür insanı geliştirmeye önem verseydi , yenilse bile bu insanlığa mesaj veren bir yenilgi olurdu.”
MARKSİST, SOLCU PEDOFİLİ YANLISI FİLOZOFLAR… Geçen akşam karşı dağda bir kurt ölmüş olacak ki 5 yıl aradan sonra Ulusal Kanal’a çıktım. İyi bir sunucu ve ben hariç değerli üç konuşmacıyla birlikte 3.5 saat süren nitelikli bir söyleşi oldu. Konu lâgâbete idi. Hani şu artık yıllardır muhalif eylemlerin önderi konumundaki lâgâbete… Bilmem aranızda programı izleyen var mı?
Olgunun en tehlikeli yanlarından biri de bu hareketin çocuk cinsel istismarı ile birlikte gitmesi. Sözde cumhuriyetçi, sözde laik, sözde muhalif büyük muhalefetimiz çocuk istismarını cüppeli, tarikatçı takımı yaptı mı ortalığı ayağa kaldırır, dillerine sakız eder… Ama kendi belediyelerinin, partilerinin her koldan desteklediği bu çevrelerin çocuk istismarını görmezler. Maksat boş siyaset olsun, boş laf olsun, boş düşmanlık olsun.
Şu da var ki sağ veya dinci kesimde böyle skandallar görüldüğünde onlar hiç değilse utanıyorlar ve bunu savunmuyorlar. Fakat yakın zamanlara dek insan sandığım, değer bildiğim solcu, Marksist filozoflar bir de bunun, yani pedofilinin felsefesini yapıyor, öncülüğünü ifa ediyormuş. Sıradan insanlar, işçiler neden solculardan hoşlanmıyor, bizlerden hoşlanmıyordu, giderek daha iyi anlıyorum. Daha doğrusu bunun acı belgelerini her geçen gün daha fazla iğrenerek öğreniyorum.
Teori Dergisi’nden Kuntay Gücüm’ün yazısından alıntı:
“Pedofiliye özgürlük hareketi: 1977’de Solcu kimlikleriyle tanınan bir grup Fransız sanatçı ve filozof pedofilinin serbestleştirilmesi için dilekçe kaleme aldılar. Dilekçeyi imzalayanlar arasında Foucault, Louis Aragon, Althusser, Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Gilles Deleuze, aktör ve eşcinsel aktivist Jean Danet, sinemacı ve yazar Alain Robbe-Grillet, Philippe Sollers, çocuk doktor ve psikianalisti Fransız’da çocuk eğitimi konusunda yol gösterici kabul edilen uzmanlardan Françoise Dolto, filozof Roland Barthes, pedofiliyi yazılarında da savunan ve cinsel istismar iddiaları nedeniyle geçtiğimiz sene hakkında adli işlem yapılan çağdaş Fransız edebiyatının önemli isimlerinden Gabriel Matzneff gibi isimler yer alıyor.”
Bugünlere işte böyle böyle geldik... Kimse suçu başkasında aramasın...
ULUSAL KANAL’DA LGBT PROGRAMI: https://www.youtube.com/watch?v=EVt-OTKVnvA
ÖTEKİ… Ötekileştirmenin kaynaklarına kısa bir bakış ve TÜRKLER… Size şimdi Cumhur Aksel’in bir kitabını tanıtacağım. Aksel 68 kuşağından bir sosyalist ve ülkemizdeki toplumsal mücadelede önemli konumlarda bulunmuş, bilinen birçok dergide yönetici ve yazar olarak çalışmış bir yurtsever. “Öteki” serisinden 3 kitabı çıkmış. Ondan önce de “Amerika Birleşik Devletleri Anonim Şirketi (Doğum)” adlı çalışması yayınlanmış. Serinin ikinci kitabını bulamadım, “Doğum” kitabını da bir süre sonra kısaca tanıtacağım.
Yazar Öteki-1’de önce insanlığın tarih öncesi tarihini anlatıyor, sonra bunu milat öncesi Türk tarihine bağlıyor. Aldığım notlarla paragraf paragraf gidelim:
İnsanlığın “uygarlaşması” sanıldığı gibi homo sapiens ile yani son türümüzle başlamıyor. Örneğin… “Ateşin yaklaşık 1 milyon yıl önce, yakılarak korunur halde tutulabildiği, yani evcilleştirildiği tahmin ediliyor. İsrail'deki bir mağarada bulunan kalıntılar 780.000 yıl öncesine tarihlenmiş. Burada ateş yakıldığı, et kızartıldığı anlaşılıyor.”
İnsan evriminin düz bir çizgide gitmediği, tek kaynaktan da çıkmamış olabileceği birtakım bulgularla tartışılıyor: “2011 yılındaki son saptamalara göre insanoğlu ikiden fazla türün birbirine karışması sonucunda oluşmuş görünüyor. Nitekim homo erectus, neandertal ve homo sapiens gibi türlerin yanı sıra son zamanlarda Sibirya'daki Denisova’da bulunan farklı bir türün de genleri bugün hala bazılarımızda yaşamakta.”
Yazar daha sonra ırkçılığın ve bilimsel ırkçılığın tarihini aydınlatıyor. “Aydınlanmacı” düşünür ve bilginlere çok şey borçluyuz. Ama onlara aynı zamanda ırkçılığı da borçluyuz. Birbirinden ünlü ve saygın neredeyse tüm aydınlanmacılar aynı zamanda “bilimsel ırkçılığın” da temellerini attılar. Yazar bunları örneklerle gösteriyor. Ve bir yerde şöyle diyor: “Peki onların durumu böyle de liberal veya solcu diye bilinen uzmanların, araştırmacıların konumu nasıl? Mesela tarafsız olduğu konusunda şüphe duyulmayan Jared Diamond’ın bile diğerleri ile hiçbir karşılaştırma kıyas veya ön açıklama yapmaksızın Hint Avrupa dillerinin dünyaya yayılışını milattan önce 6000 yıllara oturturken, Altay dilleri arasında saydığı Türkçe ve Moğolca'yı milattan sonra binli yıllara denk düşürmesi nasıl izah edilebilir?”
“Ne kadar eşitlikçi düşünerek tevazu gösterirlerse göstersinler, ne kadar anti-faşist veya ırkçılık karşıtı olurlarsa olsunlar Hint Avrupa kavimleri ve dilleri söz konusu olduğunda en ünlü batılı bilim adamları ortak bir platformda uzlaşmaktadır. Üstelik bunların başını da tüm insanlığı kapsama konusunda en iddialı olan Marksistler çekiyor. O kadar ki 20. yüzyıla damga vurmuş en büyük arkeolog ve dil bilimci olarak kabul edilen Gordon Child bile bu durumun istisnası olamıyor. Bir yandan emperyalizme karşı çıkarken, diğer yandan da son birkaç yüzyıldaki saldırganlığı ile dünyanın tozunu atarak tüm varlıkları sermaye olarak toplayan Avrupa'yı ‘medeniyetin beşiği’ saymaktan kendini alamıyor.”
“20. yüzyılın başlarında daha yansız veya bir misyonu olduğu için hata yapmamaya çalışan tarihçiler de görüyoruz. İnternetten okuyabileceğimiz kitabı Toronto Üniversitesi kütüphanesinde bulunan Polonya asıllı Maria Antonina Czaplicka’nın da bunlardan biri olduğu anlaşılıyor. Kitabının 61. sayfasında en azından “biraz şüpheli de olsa Çin yıllıklarında onlara (Türklere) ait en eski tarihler MÖ. 2350'lere kadar götürülmüş diyebiliyor.”
Yazar daha sonra Etrüskler Türktür diyenlerden (Mario Alinei); Afanasiyevo, Andronovo kültürleri proto-Türktür, diyenlerden; atlı kültürün yaratıcısı Türklerdir, diyenlerden; Sümerler Türktür, diyenlerden (Fritz Hommel, Noah Kramer) ikna edici alıntılarla ve kaynaklarla bahsediyor.
“Yine de Etrüskler üzerine çalışmalar hala sürdürülüyor. Bu araştırmalar arasından mesela Macar asıllı Profesör Toth onların genetik açıdan Türklere bağlandığının artık kanıtlanmış olduğunu belirtirken, 403 Etrüskçe kelimeyi de Macarca ile izah ediyor. Bununla da kalmıyor ve daha önce kendisinden çok söz ettiğim Alinei’yi (Etrüskler Türktür, demişti) kendini gereksiz yere sınırlamakla eleştiriyor.
SVEN LAGERBRİNG (ölümü 1787) İsveçli büyük bir tarihçi… O ne diyor: Odin ve arkadaşları Türk’tür, diyor. İsveççe’nin hatta İngilizce ve Almanca’nın kökünde Türkçe var, diyor. Onun görüşleri Abdullah Gürgün’ün iki kitabıyla Türk okura aktarıldı.
Öteki – 1 adlı kitabı okumanızı (sanırım sadece Nadir Kitap’ta var) öneririm.
AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ ANONİM ŞİRKETİ (Doğum)… Cumhur Aksel’den tanıtacağım ikinci kitap. Yazar bu eseri 2010’da yayınlamış. Bol renkli beyaz kuşe kağıda resimli bir kitap. ABD ruhunun oluşumuna engizisyonla başlıyor. Avrupa halklarının IŞİD’dinkinden çok daha beter bir dinci anlayışla yüzyıllar boyu işkenceden geçirilmesi, kırılması. Sonra haçlı seferleri… Vahşetin din, mezhep, milliyet ayrımı gözetmeksizin Doğu’ya yayılması… Aynı zamanda bilimin öncülüğünün Doğu’ya kaptırılması. Avrupa en olumsuz anlamıyla ortaçağı yaşarken Müslüman dünyada aydınlanmanın ışıması… Bağdat’taki “Bilgeler Evi” akademisi, Cundişapur tıp fakültesi, dünyanın ilk fabrikası, eserleri zamanımıza kadar ulaşmış onlarca büyük bilgin.
Bu arada keşiflerle birlikte Batı’nın sömürgeciliği başlıyor. Afrika’da siyah insana, Amerika’da Kızılderililere karşı kitle katliamları başlıyor. Irkçılık, kölecilik, azgın bir acımasızlık, tüm ülkelerin zenginliklerinin yağmalanması ve hızla artan Avrupa zenginleşmesi. Avrupa uygarlığının temeli bu. Bir önceki kitap için söz etmiştik. Avrupa’nın neredeyse tüm aydınlanmacı düşünürleri ırkçı.
Kuzey Amerika’yı ele geçirenlerin bu ruh halini, tarihini anlamadan ABD’yi anlayamayız. ABD’nin bağımsızlığa kavuşması. Ama ırk ayrımı ve köleciliğin devamı… Sonra kölecilik resmen kalkıyor, ancak o kültür devam ediyor. Yuvarlak masa şövalyeleri, masonluk, illuminati, Ku klux klan… Geçmişin tüm saydığımız kalıntıları bugün de dünya siyasetinin arka plandaki yöneticileri… Batı kafası yine aynı kafa…
Çok kısa özetlediğim bu kitap içeriği çok sayıda olay anlatımı ve kişi örneğiyle zenginleştirilmiş, pekiştirilmiş. Yüzlerce olgudan birkaçını sayarsam:
Avrupa ortaçağında sapkın sayılan sadece bir mezhebe karşı katliam fırtınası 20 yıl devam ediyor ve yalnızca Fransa’nın bir şehrinde 20 bin kişi öldürülüyor. Bir komutanın “kimleri öldüreceğiz, kimleri bırakacağız” diye sorduğu Papalık temsilcisi Arnaud’un verdiği şu cevap ibretliktir: “Hepsini öldürün. Sonra Tanrı istediklerini yanına alır.” ABD’de köleliği kaldıran kişi olarak bilinen Abraham Lincoln özel yazışmalarında ve konuşmalarından açıkça görüldüğü üzere bir kölelik taraftarıydı, köleliği kaldırmayı taktik icabı kabul etmek zorunda kalmıştı.
Papalık 1840’da ölen büyük keman ustası Niccolo Paganini'nin cenazesinin dinsiz olduğu gerekçesiyle gömülmesine izin vermedi. Ceset mumyalanmış halde 4 yıl boyunca oradan oraya taşındı. Gömülme izni çıktıktan sonra da baskılar nedeniyle cenaze rahat bırakılmadı ve yeri üç kere değiştirildi.
Okuyun ve bizdeki on milyonlarca Batı hayranının derin budalalığının nelerden kaynaklandığını tekrar ve tekrar keşfedin.
TÜRK ENTELEKTÜELİNİN GELENEKSEL MANKURTLUĞU ve İBNİ SİNA… Geçen hafta Gülümser Heper hocanın “Ben İbni Sina” adlı eserini okudum. Bir yaşam öyküsel, belgesel roman. Heper bu kitabında İbni Sina’nın tıbba ve düşünceye katkıları, çalışmaları, yaşamı üstüne çok değerli bilgiler veriyor. Böylece dönemin ruhunu solumakla kalmıyor, tıp tarihi, sağlığa kadim yaklaşımlar ve genel tarihle ilgili güzel aydınlanıyoruz.
Bu kitaptan öğrendiklerim beni bambaşka bir tartışma alanına götürdü. Türkçenin ve Türklüğün neredeyse genlerimize işlemiş horlanışı. İbni Sina Buhara’da bir Türk beldesinde doğmuş ve babası da Türk olan dünya tarihinin en eski tıp ve düşünce ustalarından biri. Adı Hipokrat, Galen gibi tarihsel hekimlerle, Aristolarla, Platonlarla birlikte anılıyor tüm dünyada. Kuşkusuz Doğulu olmasa onların da önünde anılacaktı.
Ancak dönemin bilim anlayışı gereği çocuk yaşta Arapça öğreniyor, Farsçayı zaten anasından ve yaşadığı devlet dilinden biliyor. Çocukluktan bildiği baba dilini, yani Türkçeyi ise giderek neredeyse unutuyor. Tüm eserlerini Türkçe dışında yazıyor.
Türklüğe karşı ırkçı bir korku ve nefretle şartlanmış Batı sosyal bilimcileri ve dilbilimcileri, bir de bunun üstüne “Bir sözcük ilk kez hangi yazılı kaynakta geçmişse o dildendir” hastalığından muzdarip. Böyle olunca pek çok sayıda Türk bilginin, Türk yazarın başka dillerde, başka alfabelerde yazdıkları öz be öz Türk sözcüklerinden binlercesi “ben Türkçeyim” diye bas bas bağırsa da resmen kabul edildiği dilden sayılıyor. Türk yazarlar Çin’e gitmiş, Çin metinlerini yazmış; Budist veya Hindu rahip olmuş Sanskritçe yazmış… Bunların hepsi Çince veya Sanskritçenin hanesine yazılıyor.
Dünya biliminin “Avrupa uygarlığı” öncesi büyük ustaları… Farabi, Biruni, Harizmi… (ve Türk illerinde doğmuş belki birçok başkaları, Ömer Hayyam vb.) bazı yerlerde Türk diye geçiyorlar, birçok yerde bundan söz edilmiyor; ama hiçbiri Türkçe yazmamış.
Ondan sonra, bırakın Batılı Türk düşmanı dilbilimcileri, bizim kendi dil bilginlerimizle uğraşın durun. Bu sözcük, bu kavram Türkçedir, deyin durun. Batıdan fazla Batıcı bizim akademiye kabul ettiremezsiniz. Onlar apaçık Türkçe köklü sözcüklere illa ki “Bu Fransızca kökenli, şu İtalyanca, bu Rumca” diyecekler, büyük çoğunluğuna da Arapçadır, Farsçadır diye bilgiççe etiketi yapıştırıp hiçbiri için beş dakika düşünme zahmetine girmeyecekler.
Bunlar büyük ölçüde bizim okumuşlarımızın kolay kandırılmasından kaynaklıdır ki, Türklerin bilinen en geniş yazılı belgelerinde, Göktürk-Orhun Yazıtları’nda en çok yakınılan konunun başında gelir. Türk ileri gelenlerinin kolayca satın alınması, parlak ipeklerle, gösteriş ve özenti arayışlarıyla Çin’e hizmetkar kılınması…
İbni Sina da doğduğu kentten tıp tahsili için Bağdat’a gider. Yolda Karahanlı Türk askerlerle karşılaşır, kısaca sohbet ederler. Bağdat’a varıp tıp okuluna kabul edildiğinde, Türk olduğunu öğrenen öğrenci temsilcisi onu hafiften aşağılar, Sina da bundan rahatsız olur. Türklere karşı hissettiği son duygudaşlıklar da bu iki olaydan sonra bir daha görülmez büyük ustada. Kervan’dan haraç isteyen ve verilmeyince zorla alan, bunun için de Arap kervan şeyhini öldüren Gazneli Türk askerlerinden hiç hoşlanmaz. Bundan sonra da Türklüğe karşı en ufak yakınlık duymaz.
Ünü epeyce yayıldıktan sonra Gazneli Sultan Mahmut onu yanına ister. Astığı astık kestiği kestik Sultanın düşmanlığını kazanmak pahasına bu teklifi reddeder. Yani Türklerin yanında çalışmayı istemez. Buna gerekçe olarak oraya gitse sarayın emrine gireceğini, özgürce ve rahat çalışamayacağını gösterir. İranlılara hizmeti tercih eder. Bilimin, bilginin milletler, dinler üstü olduğunu savunur ki, ideal olarak doğrudur. Ama pratik böyle değildir, yaşam böyle değildir. Bugünkü liberal aydınlar da tıpkısını söyler ama insanlığın aleyhine Batı için, kapitalizm için çalışırlar. Sina da Mahmut’un sarayını istemez ama gittiği yerlerde sarayın adamı olur, buna rağmen rahat yüzü görmez. Sürgünden sürgüne koşar, oradan oraya kaçar, hatta hapse atılır. Oysa Gazneli Türk sultanı Mahmut, bilginlere ve yazarlara özel yakınlık gösteren biri olarak tanınır. Buna sayısız örnekten biri Firdevsi’dir. Gerçi Gaznelilerin de resmi dili Farsçadır. Ve bu Türkçenin, Türklerin makus talihidir.
İbni Sina’nın ve ötekilerin bilime, insanlığa hizmetlerine bir diyeceğim yok. Çok önemlidir. Ama bahsettiğim şey de olgunun başka bir yönüdür. Konuya milliyetçi açıdan bakmasak bile birçok olumsuz sonuca yol açmıştır.
Yakın tarihimize ve günümüze gelirsek… Atatürk ölür ölmez onun dil ve tarih tezleri yasaklandı. CHP milli bilince karşı büyük Bir Batıcı karşıdevrim başlattı. 12 Eylül ve Özal rejimi kültürel Amerikancılıkta tavan yaptı. AKP hükumeti Araplaşmayı ve Amerikancılaşmayı yeni boyutlara taşıdı. Son yıllarda ulusal bilinçte hiç görülmediği kadar belirgin bir kıpırdanma yaşanıyor. Ancak kültürel ve bilimsel anlamda çok yetersiz. Kuşkusuz bugüne kadarki iktidarlar bu alanda iyi işler de yaptılar, ama eksileri artılarına her zaman çok ağır bastı. Bugünkü Batı hayranı okumuş, bilgin ama cahil kitleleri tüm bu iktidarlara borçluyuz. ALTILI MASA ise her bir unsuruyla PKK’yla dirsek temasında ve Amerika, Avrupa’ya yardakçılıkta yarışıyor. Muhtemel seçim zaferleri sonrasında bugünleri mumla arayacağımız kesin gibidir. Bu gidişe uzun vadede dur demekse bir yerde bizim elimizde.
Kaan Arslanoğlu
Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.
fahri kumbul 26.01.2023
Yalnızca suyla ilgili sorun hakkında yazayım: Ölçümlere göre; Dünya genelinde 2030 yılına kadar var olan sürdürülebilir su kaynakları yüzde 40 oranında azalacak; ihtiyaç duyulan suyun yalnızca yüzde 60'ı karşılanacak. Türkiye’nin ortalama yağış miktarı, dünya ortalamasının epey altında. Sakarya, Susurluk, Kuzey Ege ve Asi Havzaları ‘kıtlık’; Marmara, Akarçay, Gediz, Burdur ve Küçük Menderes ‘kesin kıtlık’ çekiyor. Nüfus artışı, göçler, ekonomik büyüme arayışı, azalan su kaynakları ve kirlilik sorunu cabası. Gelişmiş ülkelerde su tedarikini iyileştirecek şirketler çoğaldı. Depolama tankları, içme suyu ve atık su arıtma tesisi, deniz suyu veya acı sudan tuz ve diğer minerallerin uzaklaştırılmasına kadar, su döngüsünün tüm aşamalarında çalışıyorlar. Bu yönlerin tüm boyutlarıyla Türkiye olarak acil ve kapsamlı bir şekilde ele alınmasını isteklendirmek ve özendirmek gerekiyor.