Medya
GEÇTİĞİMİZ HAFTALARDA AYDINLIK VE TÜRKİYE GERÇEĞİ’NDE ÇIKAN İKİ YAZIM

Yakında İnsan BU tekrar canlanmaya başlayacak. Geçtiğimiz dönem ara ara bazı yazılar yayımladık ve sizlerle paylaştık. Bu da 31 Aralık’ta Aydınlık gazetesinde çıkan yazımla, geçen hafta (9 Ocak’ta) Türkiye Gerçeği adlı sitede yayımlanan iki yazım. Bu ikinci yayında 15 günde bir yazılarım çıkacak şimdilik…
İSTANBUL KANAL TARTIŞMASININ FELSEFESİ
İnsan aklı yarıktır, normal işlevi böyledir. Çok parçalıdır, bir parçasının dediğini öbür parçası reddeder, o bölümün yaptığını başka bölüm bozar. Şizofreniklerin düşünce ve hareketleri normallerin akıl yürütmeleri karşısında çok masum, pek çocuksu kalır.
İstanbul Kanal projesi bir ucubedir ucube olmasına, fakat insan aklının yarattığı ne ilk ucubedir, ne milyonuncusudur, ne sonuncusu olacaktır. Elbette her şeyin iyi ve kötü yanları bulunur, bunun da birtakım faydaları dokunacaktır. Böyle demekle projeye karşı tepkiyi sulandırmak istemiyorum. Ancak konunun futbolda taraftar çekişmesi gibi süregiden siyaset boyutundan biraz ayrılıp düşünsel boyutuna dikkat çekmek istiyorum.
Mevcut siyasi iktidar liderlerinin İslama kalben inanmış şahıslar olduklarından herhalde pek fazla kişinin kuşkusu yoktur. En önemli motivasyon güçleri budur ki onu da herkes kabul eder. O halde yaşadığımız hayatı fani ve önemsiz gören, asıl öte dünyayı gerçek sayan bir inanışın kulları... bu hayatı yalnızca bir sınav yeri sayan, ibadetle, hizmetle, mütevazılıkla o sınavı geçmeyi ümid eden, şükretmeyi en büyük erdem kabul eden insanlar... hepsi için demiyorum elbette, ama büyük çoğunluğu için diyorum, liderlerinin, ileri gelenlerinin büyük çoğunluğu için diyorum... Neden asırlar boyunca lüks, şatafat, israf, güç, otorite, hırs, kavga peşinde koşmuştur? En büyük günah denildiği halde neden gücü ele geçiren kahir ekseriyet kendini Tanrı yerine koymaya başlamıştır?
Kimler dünya hayatını ve süsünü isterse onlara oradaki amellerinin karşılığını tam veririz ve onlar orada hiçbir eksikliğe uğratılmazlar. Ama onlar öyle kimselerdir ki ahirette onlar için ateşten başka bir şey yoktur ve yaptıklarının hepsi orada boşa çıkmıştır, amelleri hep batıl olmuştur! (Hud 15,16)
Nedeni gayet açık. Dönüp muhalefet olarak kendimize bakalım, eğer azcık dürüstsek, hemen anlarız: Parçalı aklımız. Kendimizi pek doğasever, müthiş yeşil aşığı sayarız ya hani. Paramız oldukça ve hatta olmadan ne kişisel tüketimimizi kısıtlarız. Ne doğayı, yeşili el birliğiyle yok edişe katkımızı azaltırız. Ne konuyu samimiyetle tartışırız. Fazla üstümüze gelinirse “bu iş kişisel tavır meselesi değil, genel siyaset meselesidir” diye işin içinden sıyrılırız.
Peki genel siyasette ne yaparız? Solcuyuz, hatta sosyalistiz ve hatta aşırı Atatürkçüyüz, aşırı komünistiz falan… Lafta mangalda kül bırakmayız. Ama duruşta, tavırda, yaşamda tersini yaparız. “Ulus devlet” diyenlere faşist damgası basar, planlı ekonomiye “modası geçmiş” der, sosyalizmi fazla öne çıkaranlara “onları da gördük” diye ağızlarının payını verir, kamuculuğu ancak bize bir şey veriyorsa, bir şey istiyorsak anar, başkasına veriyorsa aşağılarız. Küresel güçlerle kucak kucağa siyasetçilerin partilerini destekler, onların medyasını izler, bu küresel sermayenin önümüze koyduğu genetiğiyle oynanmış “demokrasi” ve “özgürlük” havucundan başka bir şey yemez, birbirimizi katleder, ormanları da yakarız.
Peki nedir Kanal İstanbul projesinin ardında yatan motivasyon? Birkaç yıl daha ekonomiyi canlı tutacak bir iş sahası. Dışarıdan gelecek para. Başka? Gündemi meşgul etme. Başka? Dağları taşlara adını yazdırma! O dağlar taşlar parsel parsel yabancılara satılacak millilik adına. Millilik adına, “Büyük Türkiye” adına, küresel sermayeyle kalın göbek bağımız daha da katmerleşecek. Ecdadımız denen yüzlerce kuşak insanımızın, hatta tüm insanlığın ortak zenginliği, bundan sonraki bilmem kaç kuşağın vatanı kimseye sormadan tarumar edilecek. Zaten kime soracaksın? “Ormanlarımdan bir dal kesenin kellesini keserim” diyen Fatih’e mi soracaksın? Bunun yetkisi insanın elinde mi? Hani Allah yaratmıştı kainatı, her şeyi. “Onun yarattığı bu dünyayı ben nasıl böyle hoyratça bozarım” diye korkmadan, kendi kendine bile sormadan.
Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca ulaşabilirsin. (İsra 37)
Dert bu mu? Yeri yarabildiğini, dağlara ulaşabildiğini göstermek mi? İhtiyaçlar varmış, ihtiyaçlar karşılanacakmış! İnsan soyunun bu hırsı bitmedikçe ihtiyacı bitmez ki! Dördüncü boğaz köprüsü yapılsa beşincisini, İstanbul Kanal yapılsa ikincisi, üçüncüsünü ister. Ve işin en fenası, iktidarın haklı olduğu tek nokta, buna karşı olanlar üstünden en çok geçer.
Ey Muhammed! Hevasını tanrı edinen kişiyi gördün mü? Onu, sen mi yola getireceksin? (Furkan 43)
Kıyamete böyle böyle gidişi bu iktidar durdurabilir mi? Bu lüks, bu şatafat, bu israf, bu plansızlık, bu kontrolsüz nüfus artışını bu veya buna benzer iktidarlar engelleyebilir mi? Engelleyemez, engellemez, çünkü bu sayede varlar. Kapitalizm tam da budur, kapitalizmin başarısı denen şey budur. Bu sayede ekonomileri dönüyor, gereksiz tüketimi, gereksiz, rezilce üretimi engellediklerinde ekonomi çöker, kendileri de biter. Siyaseten biterler, aslında özledikleri dinsel yaşama ancak o zaman yaklaşırlar, ama bunu neden arzulasınlar!
Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden engelleyeceğim. Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu (rüşd yolunu) da görseler, yol olarak benimsemezler, azgınlık yolunu gördüklerinde ise onu yol olarak benimserler. (Araf 146)
Çözümü biliyoruz. Bu ülkede ve tüm dünyada. Çözüm basittir, söylüyoruz, ama “deli” muamelesi görüyoruz. Çözüm bu güne kadarki örneklerin derin zaaflarını bir parça halletmiş sosyalizmdir. O derin yanlışların nedeni de zaten insanın parçalı akıl yapıdır. Sabahtan akşama kapitalizme küfretmek, ama sosyalist iktidarında kapitalist gibi düşünüp, kapitalist gibi yaşamak. O zaman diyoruz ki, insan bunu beceremeyecekse (ki belki yine de becerir, fakat sanırım hayati zorunluluk gelip dayattığında becerir) yarı sosyalist sistemleri de başımızın tacı ederiz. Atatürk’ün sistemini örneğin.
Kamuculuk, planlı ekonomi, planlı yaşam, halkçılık. Dünyada ve ülkede insan mutluluğunun bundan başka reçetesi yok. Dünyanın kurtuluşunun başka yolu yok. “Yok” demeyelim, bilimsel değil, bundan başka kurtuluş yolu, mutluluk çaresi ancak mucizedir. Gerisi aptal aldatmacası.
Fakat hayır, kimse işin esasına yaklaşmak bile istemiyor. Bizi her gün gündelik kavgalarda saf tutmaya zorlayan bir iklim. Kavga edenler bir elmanın iki yarısı halbuki, Hacivatla Karagöz çekişmesi oysa.
Şimdi anlıyor musunuz bu ortama nasıl geldik? HDP’ciliği başımıza nasıl sardılar, niye sardılar? Anlamayalım diye. HDP’cilik olmasa başka şey bulurlardı gerçi.. Ve bizler de parçalı aklımızla “gerçeği” değil, işimize geleni yeğlerdik. Küresel sermayenin piyonlarına dönüşmüş, çok bilmiş istemediğimiz kadar çok insan hangi yana baksak. Ne yapacaksak bunlarla yapacağız, malzeme bu, diyor bazıları. Ben de “bunları yok saymadan bir şey yapılmaz” diyorum.
Kaan Arslanoğlu
NEREDE OLSA YAZARIM ABİ !
Muhalefete baktığım, muhalif yazarlara baktığımda çok uzun süredir bir şey beni çok rahatsız ediyor. Muhalefet muhalefeti ülke için, halk için değil, kendi için yapıyor gibi. Gündelik siyasetin ağız kavgalarına kendinizi fazla kaptırırsanız bunu elbet göremezsiniz. Görmek için az buçuk muhalif partilerin motivasyonlarına odaklanmanız gerekir. O parti lider ve kadrolarının bu işi esas olarak neden yaptıklarına odaklanmanız gerekir. Ayrıca özellikle popüler ya da az çok popüler muhalif yazarların karakterlerini, tutumlarını az biraz inceleyin. Tabloyu eminim çoğunuz net görecektir.
Elbette kişisel arzu, kişisel hırs her konuda olduğu gibi bu konuda da işin olmazsa olmazı. Bunu asla reddetmiyor, kesinlikle kınamıyorum. Kınasam neye yarar zaten, insan tabiatıdır. En olumlu, en safiyane işlerin bile temel güdüsü kişisel beklentidir. Ama benim vurgulamak istediğim şey bunun bir denge içinde yürütülmesi gereğidir. Bir kültür, bir nezaket, bir görgü, bir ölçü, bir dayanışma duygusu, bir ortaklaşma geleneği, bir beraber hareket etme adabı, bir saygı, bir başkasını da görme ve hesap etme kaygısıyla ilerlemesi gereğidir. Bizde çoktandır bu ölçü kalmadı. O kültür baştan da zayıftı, iyice yoka karıştı.
Yazarlar sadece kendileri için yazıyorlar. Kendi tatminleri için. Dedik ya, her yazar önce kendi tatmini için yazar da, yazar kişi bunu bu kadar belli ediyorsa yazdıklarının da kalitesi düşüyor, yazar gerçek bir yazar olmaktan çıkıyor, gerçekle ve doğruyla bağı zayıflıyor, bir tür madrabaza dönüşüyor.
Peki okur dediğimiz kitle bunun farkında mı? Okur küçük bir azınlığı dışında bunun farkında değil. Farkında olsa dahi bundan rahatsızlık duyacak durumda değil. Kendisi de aynı düzeyde çünkü. Hayata şarlatanca bakan bir kitlenin starları da elbette şarlatan olacak. 80'li yıllarda biri bize “bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak” demişti. Tamam ne olacak, olursa olsun, demiştik biz de. Ama bize kimse “bir gün herkes her gün sürekli ünlü olacak” dememişti. Buna hazırlıklı değildik. Sosyal medya sayesinde o da gerçekleşti. Matruşka bebekleri gibi macro ve mikro evrenlerde artık neredeyse herkes yazar, herkes ünlü.
Bu bir çeşit demokrasi ve tam da hiç istemediğimiz türde bir demokrasi. Makro starların ve onların hizmet ettiği ana akım ideolojilerin etkisini bir nebze kırsaydı, belki gerçek demokrasiye bir ölçüde yaklaşırdık. Ama hayır, bu sosyal medya "büyük" yazarların orta ölçek, küçük ölçek, mikro ölçek milyonlarca kopyasını üretti. Niyetler aynı, motivasyonlar aynı...
Sonuçta ortama baktığımızda dünya yansa taranan bir yazarlar, starlar silsilesi görüyoruz. Değişik popülerlik düzeylerinde. Onlar için en önemli ve belki de tek amaç yazmak. Nerede olursa olsun yazmak. Ne yazacaksa yazsın yazmak. Mahalle yansa, ülke batsa yazmak... Dünya yansa daha çok seviniyor üstelik, yazacak şeyi, okutacak okuru artıyor. Araştırmadan, okumadan , yeni ve gerçekten özgün bir şeyler söyleme kaygısı asla taşımaksızın yazmak... Ben yazmasam acaba ülke veya insanlık nelerden mahrum kalacak diye düşünmeden, ben topluma ne kattım diye kesinlikle kendine sormadan yazmak...
Kendi için yazan yazarı nasıl ayırt edersiniz? Birkaç ipucu vereyim. Nerede yazdığını dert etmeyen yazardır. Bundan daha önemlisi yazdığı yerde birlikte olduğu çevreyi asla eleştirmeyen, onlarla hiç kavgaya girmeyen yazardır. Eğer böyle bir şey yaparsanız bu bir normal yazarlık duruşu gibi değil, büyük edepsizlik gibi değerlendirilir. Yazdığı çevrenin ve kendi okurunun tersine gelebilecek konulara girmeyen yazardır. Kendini hiç eleştirmeyen, bu anlamda eleştirdiği konularda kendini hiç ortaya koymayan kusursuz yazardır... Ve sonuncusu: Eğer doğrudan bir bağlılığı ve çıkarı yoksa başka yazarları görmeyen, onlardan bahsetmeyen, onların açtığı gündemlere hiç değinmeyen, aksine onları kapalı gündemlerle engelleyen yazardır.
Bu açıdan baktığınızda Türkiye'de yazar gibi yazar aradığınızda yirmi kişi bulmakta zorlanırsınız. O yirminin çoğunu da çoğunuz tanımazsınız.
Bu konu nereden aklıma geldi? Durmadan yeni yayın kanalları açılıyor. Ve buralarda ilk yapılan şey ne oluyor biliyor musunuz? Nasıl en geniş yazar kesiminin katkısını alırız değil... Daha nitelikli bir yayına nasıl ulaşırız değil… Öncelikle kimlerin üstünü çizmeliyiz, en kanka, en kel sağır kimlerdir, nasıl birbirimize dokunmadan, aramızda problem çıkmadan en yüksek getiriyi elde ederiz... Başından beri bildiğim için söylüyorum. Bu yayın en azından şu ana dek öyle bir yayın değil.
Her yazar daha çok okuru olsun ister. İstemekten öte, eğer bir toplumsal kaygısı varsa yazdıklarının daha geniş kesimlerce okunması için özel çaba harcamalıdır. Ama bakıyorum da zamanın ruhuna, o ruha uygun kitlelere. Bu kitlelerin beğendiği yazar tipi abartısız yüzde 95 oranında tek kelimeyle ve bayağı tabirle "yavşak". Bu durumda daha geniş kesime ulaşmak için biz de mi yavşamalıyız? Yavşayacaksak ne ölçüde, hangi sınıra dek yavşamalıyız? Yavşaklık bir toplumsal sorumluluk projesi, bir sosyalist zorunlu görev mi olmalıdır? Öyle ya, mal bu malzeme bu! Ya bu deveyi güdeceğiz, ya bu diyardan çekilip toplumsal iddiamızı olası daha uygun bir döneme kadar erteleyeceğiz. Bu benim kişisel açmazımdır. Ama aynı zamanda en yakıcı sosyal açmazdır.
Tabii bu arada muhalefetin neden ciddi bir başarı kazanamadığı bu açıdan açık bir biçimde ortaya çıkmıyor mu?
http://turkiye-gercegi.com/nerede-olsa-yazarim-abi-2
Kaan Arslanoğlu
Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.
Nedim Pala 28.03.2020
Fahri kardeş, tabiidirki 1450 yıllık böyle derin mesele ikimiz arasındaki bu güzel sohbetle, sınırlı satırlar arasında değerlendirilecek değil. benden de .. samimi saygılar sevgiler !
Nedim Pala 28.03.2020
..bu işin en egzantrik ve ironik tarafı da nedir ?? uzun yıllardır aşağıdaki yorumda bahsi geçen 'insan'lara destanlar şiirler, methiyeler, yüceltici makaleler yazan.. onların özlü sözlerinden dörtlüklerinden, şiirlerinden besteler yapan, halk türküleri şarkılar derleyen.. senaryo, oratoryalar üreten.. içki masalarında ruhi su'nun türkülerinden dinleyip duygulanan gerçeğin doğrunun peşinden gittiğini zanneden entel cemaatimzz.. saksıyı çalıştırıp ta, bu insanlar bu bilinci, öngörüyü hangi öğretiden hangi kaynaktan aldı ? diye merak edip araştırmaz. Aynı benim bursadaki solcumsu demokratımsı arkadaşlar gibi.. Uludağ'dan çıkıp bursa eteklerine ulaşan doğal ana kaynak suyunu içmek yerine, ankara yolundaki tesiste kuyu suyundan yapılan Cola'yı .. İznik göl kıyısına tezgâh kuran Cargil de yapılan genetiği bozuk mısır şurubundan üretilen gazlı gazozu, çakma meyve suyunu bedelini ödeyerek iştahla içer.
fahri kumbul 28.03.2020
Nedim Bey, andığınız büyüklere çok saygılıyız. İçlerinden ozan ve üstelik bilimci kimliği öne çıkanlarına saygımız, sevgimiz daha üst düzeyde. Ancak, Mürit-Mürşit ilişkisi bu önemsiz varlığa özgü değil. Mezhep ve din de öyle. Felsefe olarak evet ama dini tartışmaktan kaçınıyoruz. Bu arada, Hacı Bektaş’ın “hacılığı” tartışmalıdır: ). Bir sava göre, aslı Farsça "hace"nin (mürşit, alim) İslami esintilerle hacıya dönüşmesi imiş. Saygılar, teşekkürler ilginiz için.
Nedim Pala 27.03.2020
..devam) bu yüzden iddiasız, yalın, gerçekçi, nettir. ne kapitalizm gibi dünyayı ele geçirip sömüreyim, ebesini şaapıp eksenini kaydırayım diyen mekanizmalar, ne materyalist kabulle toplumu üstten yapısal olarak değiştirip, dünyayı eşitleyip düzelteyim komünleştireyim.. diyen ideolojiler, felsefeler, kuramlar, reçeteler, kutsal iddialar peşinde değil. İnsanın kendisini.. sonsuz sınırsız işleyen evrensel sistemi tanıması, kavraması çözmesi .. ekseninde ''dışsallıkta aramayı, başkalarından beklemeyi bırak, özünde.. kendi içselliğinde bul'' anafikrini vurgular. asırlardır.. yunus, hacı bektaş, mevlana, pir sultan, hayyam, hallaç, bedreddin .. ve binlercesi bunu anlatmaya çalışmış, anlayan anlamış .. anlamayan da ona başka kılıflar, misyonlar, iddialar yüklemiş. Bazıları da .. olan bitene hayret edip kabullenmeyip ! nooluyo Yaa Hu ? İnsan Bu mu acaba demiş ! ( ; - insanı anlamaya anlatmaya çalışmış.
Nedim Pala 27.03.2020
Fahri bey.. dinin, özelde son versiyon olan islam'ın.. dünya düzeni, siyasi ekonomik sistemi .. gibi konularda, hiçbir iddiası yoktur zaaten. konusu hedefi açıklama ve kılavuzu İNSAN'dır. Tam tersi.. islam dünyayı tii'ye alır, dalgasını geçer ! yanılsamadır, rüyadır, matrixtir, geçici bi hevestir .. buyrun, birazda siz oyalanın.. ''insanlar uykudadır, ölünce uyanırlar'' der. odak noktası 'insan'ın gerçek yetenek ve öz kuvvelerini ortaya çıkarmadan.. dünyanın da düzelemeyeceğini kabul edip ! insan'' odaklıdır. Bu yüzden ideoloji, felsefe ve üst düzey dünyayı değiştirici düzenleyici teori, kuramlarla muhatap değil. Bu noktadan baktığımızda.. kendini islamcı sanıp; islam devleti, sistemi dünyayı dönüştürme, düzeltme peşindekiler de, islam'ı bu kriterle kabul edip.. onu bilimin, evrimin .. kendi halinde mükemmel bir şekilde işleyen organizma olan evrensel sistemin düşmanı engeli zanneden entellektüeller de.. yanılsama içindeler.
fahri kumbul 26.03.2020
Büyük çoğunluğu İslama yürekten inanmış, yaşamı yalnızca bir sınav yeri sayan, din buyruklarını yerine getiren, alçak gönüllükle cennet sınavına hazırlanan insanlar diye tanımladığınız siyasetçiler; örneklerini verdiğiniz gayet açık Kuran tümcelerine karşın; gücü ele geçirince ezici çoğunluk kendini Tanrı yerine koymaya başlıyorsa (ki gerçekten öyle olduğuna tanık oluyoruz); solcusu, sosyalisti, Atatürkçüsü, komünisti; duruşta, tavırda, yaşamda bu kuramların tersini yapıyorsa, kapitalist gibi düşünüp yaşıyorsa; bunların nedeni belirttiğiniz üzere “parçalı akıl yapısı” ise ve varlıklarını buna (faydalandıkları sistemin yaşamasına) borçlu iseler; çıkarımım şudur: Dinin dünya düzenini iyileştirici hiç bir etkisinin olmadığı ve üstelik bütün ideoloji ve kuramların kapitalizmi değiştirmeye bir gücünün olmadığıdır. O zaman tek çözüm yolu kaldı geriye; kapitalizmin kökünü kapitalizmin (kendinin) kurutması:)