'Gene Yaşa Bastık'...

'Gene Yaşa Bastık'...

Pencereden dışarıyı izliyorum. Ceyhun Atuf Kansu, eşi, çocukları ve yaşlıca bir hanımla birlikte bulvar kahvelerinden birine yöneliyor. Akıllı uslu bir görünüşü var. Gülümsedim. Ele avuca sığmayan deli fişek Ceyhun'u anımsadım.

1945-1946. Ceyhun'la sık gider olmuştuk Kürdün Meyhanesi'ne. Numune Hastanesi'nde asistandı o zamanlar. Çok duygulu, şefkatli, cesur, coşkuluydu. Sanatı salt tatlı düşlere götüren bir araç olarak görmüyordu. Şiir ve öykülerini, çok gerilerde kalmış, bakımsız, yoksul yurdunun yararına yöneltmiş, onun sorunlarını ve dramını dile getirmeye tam bir içtenlikle yönelmişti. Bu bir savaştı. Şimdilerde de durmadan, dinlenmeden her türden çıkarları çiğneyerek bu savaşı sürdürmek gerekiyordu.

 

Salt Anadolu sorunlarını her şeye karşın dile getirme değildi savaşı, acıya karşı da savaş açmıştı. Bu savaş, dillenmemiş küçük insanların (çocukların) acılarını dindirme savaşıydı. Çünkü o doktordu, hem de çocuk doktoru. Bir yandan çocukların acısını dindirirken öte yandan küçük politikacılık oyunlarının ötesinde büyük toplum sorunlarını, en yalın, en açık biçimlerde ortaya koyan, okuryazar Tüklere kurtuluş yolunu doğru olarak gösteren Ceyhun, bu ülkeye gerçek bir aşkla bağlı, gerçek ve örnek bir aydın, olayları ok gibi delip geçen duyarlılığı olan özgün bir sanatçıydı. Coşkun, bazen gamlı, donuk kış güneşi olur, köyleri, yolları, dağı taşı avutur; bazen gamlı türküsüyle kendisini düşesiye, ölesiye, tepeden tırnağa aşağılara bırakır. Ona en çok koyan, ölümden habersiz bebelerin ölüvermesinden duyduğu acıdan sonra yeniden doğmaktır. Ama onu ayakta tutan aydınlardan, hekimlerden, öğretmenlerden, önlerine dikilip bu çocukları sormak duygusudur. Bir günde yirmi üç küçük çocuğun gömüldüğünü görmüştür. Bunun hesabını soracaktır:

 

Ah, ben bir gün tepelerden, tepelerden

Varıp önünüze, önünüze dikilip duracağım

Aydınlardan, hekimlerden, öğretmenlerden

Bir gün soracağım, bu çocukları soracağım.

 

O çaresiz karanlık günlerde

Siz nerdeydiniz diyeceğim, nerdeydiniz

Ben perişan, utanmış, bu köyün üstünde

Kahrolurken siz beyciğim, neredeydiniz?

 

Kürdün Meyhanesi'nde bir gece. . . Yurt sorunları üzerinde söyleşiyoruz. Ankara'nın merkezine bağlı köylere gitmeyi kararlaştırdık. Neden, Ceyhun'un duyduğu acının benzeri. Amaç kültürel uyarma, sağlık taraması, muhtaç olanlara ilaç yardımında bulunmak. Yürüyerek gidecek, yiyeceklerimizi de yanımızda götürecektik.

 

Ah, ben gamlı kış güneşi, aydınlığın

Bütün suçlarını kalbimde taşırım

Görerek ah görerek, bilerek bir yığın

Karanlık gündüzün üstünde yaşarım

 

Böyle deyip Kayaş'ın Kızılca Köyü'nden başladık işe. Köye vardığımızda davul zurna sesleri geliyordu. Düğün varmış. Bizi de buyur ettiler. Hoşbeşten sonra bir yandan sağlık taraması yapıyor, bir yandan da toplumsal konularda söyleşiyorduk. Düğüne biz de yiyeceğimiz, içeceğimizle katıldık. Akşam olmuş, epey de içmiştik. İzin istedik, bırakmak istemediler. Yine geleceğimizi söyledik, köy sınırına dek uğurladılar. Bu işe çok şaşırmışlardı.

“Hem hükümet adamı değiller, hem de doktoru, ilacı, yiyecekleriyle geliyorlar, bu ne iş böyle?”

Gerçi biz kim olduğumuzu, neden geldiğimizi anlattık ama, bin yıldan beri köye her gelen kentli bir şey alıp gittiğinden, kuşkuluydular. Bu kuşkuyu yıkmak kolay değildi. Dostluğu ilerlettik, kuşkulu gözlerden kurtulduk. Kayaş Deresi'nin yanında uzayıp giden şosede:

 

Al hançeri kadınım

Vur ben öleyim

 

türküsünü söyleyerek yürüyoruz. Şevket Süreya'nın kurdugu sütevinde kısa bir mola veriyoruz, sonra Kayaş' a varıyoruz. İstasyona gidiyoruz. Gözümüze “Demokrat Parti” levhası ilişiyor. İçeride oturanlar var.

Ceyhun:

“Girelim, bir merhaba diyelim” dedi.

Bülent Akyol ve ben onayladık.

“Girelim.”

Girdik. Birlikte:

“Merhaba arkadaşlar” dedik.

Bir ağızdan:

“Merhaba,” dediler ve buyur ettiler.

Toplantıları varmış, ama önemli değilmiş. Konuştukça dostluğumuz arttı. Dostluk arttıkça “samimiyet,” güçlendi. “Samimiyet” güçlenince de biraz içki sunmak istedik:

“Dünyada olmaz, siz konuksunuz, biz size sunacağız, zaten bizim de niyetimiz vardı" demezler mi?

Köyden sonra bu “takviyeli içki”, durumu biraz nazikleştirebilirdi. Uzun masa bir anda içki ve mezeyle doldu:

“Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti!”

“Yaşasın demokrasi!”

“Yaşasın!”

 

Her an artan heyecan bizi birbirimize iyiden iyiye kaynaştırıyordu. Sanki kırk yıllık tanıştık. Toplantıyı görüp duyanlar da gelmişti . Orkestra şefi Ceyhun'du. Elindeki bastonu arada bir sözlerinin etkisini çoğaltmak için masaya vuruyor ve soruyordu:

“Niçin bu partiye girdiniz?”

Yanıtlar mitralyöz kurşunu gibi yağıyordu.

“Yeter ezilmemiz.”

“Jandarmadan çekmediğimiz kalmadı."

“Ürün para etmiyor.”

“Vergi ağır.”

“Özgürlüğümüz yok, özgürlüğümüz.”

“Fukaralık canımıza tak etti.”

 

Bu türden verilen yanıtları Ceyhun yine soru ile karşıladı:

“Bu parti dertlerinize deva olacak mı? Parti kurucularının kimler olduğunu biliyor musunuz? Bu parti alın teriyle çalışanların partisi mi? Bu noktaları iyice derinliğine incelediniz mi?”

Bir anda herkes suspus oldu. Öyle ya, bu noktaları incelemiş değillerdi ki. 'Gerçekten acaba bu parti bizim partimiz miydi, yoksa o da öbürü gibi kodamanları biraz daha varlıklı mı edecekti? Derken içlerinden biri:

“Öyle diyorlar, iyi olacak, diyorlar, biz de cahiliz inanıyoruz. Bir de onu deneyelim dedik. Zaten bizim çoğumuz okuryazar değiliz, neyi inceleyeceğimizi de bildiğimiz yok ki. Ziraat Bankası kredi verecekmiş, tohumluk dağıtacakmış, her mahallede bir cami yapılacakmış. Ürün para edecekmiş, vergiler kalkacakmış, diyorlar, biz de inanıyoruz.”

Bir başkası Ceyhun'a:

“Yani bunlar gubuz mu atıyo diyon sen?” dedi.

Ceyhun, sert bir sesle:

“Evet, bunlar sizi kendi çıkarları için basamak olarak kullanacaklar, bu parti ötekinin doğurduğu bir partidir. Birbirlerini sevmedikleri, birbirlerinin çıkarlarına dokunduğu için ikinci bir kin partisi kurdular. Bu parti sizin partiniz değildir ve olamaz. Zenginlerin partisi” der demez her kafadan bir ses çıkmaya başladı.

“Anam avradım olsun doğru söylüyo lan.”

“Doktor Bey haklı.”

“Biz galiba gene yaşa bastık.”

“Tüü, Mustafa Ağa'yı görüyon mu sen, bize ne etti.

Derken biri şu zorlu soruyu sordu:

“Peki ama biz şimdi ne edek? Hangi partiye girek?”

Gözleri şimşek gibi parlayan genç doktor Bülent Akyol ayağa fırlayarak hâkim bir sesle ve hiç; tereddüt etmeden,

“Sosyalist Parti'ye!” diye kükredi.

Biri ikisi dışında yeni duyuyorlardı bu adı da, böyle bir parti olduğunu da. Aralarında konuşmaya başladılar. Gruplaşmalar oldu. Bir grup Bülent'e, öbür grup bana, bir başka grup da Ceyhun'a sorular yağdırıyordu. Bir saatlik bir tartışmadan sonra ilçe başkanı:

“Ömer, Ali'yle indirin Demokrat Parti levhasını. Bundan sonra fakir fukaranın partisi olan Sosyalist Parti'ye geçtik,” dedi.

“Yaşasın fakir fukaranın partisi!”

Kadehler kaldırıldı.

“Yaşasın!"

Yüz yüz elli kişilik bir kafile bizi son trene zor yetiştirdi. Tren “yaşa, var ol” sesleri arasında yavaş yavaş kalkarken ağlaşarak birbirimizden ayrılıyorduk.

Sonra ne mi oldu? Pek iyi şeyler olmadı elbette.

Neden mi? iyi niyetli (!), ileri görüşlü (!), bilgili (!) yöneticilerin varlığından.

Belki bir gün. . .

 

Not: Aslında “durum vaziyet” daha kötü olurdu, Ceyhun'un babası Naci Atuf Bey, Cumhuriyet Halk

Partisi Genel Sekreteri olmasaydı.

 

Kaynak: Fahir Aksoy, Kürdün Meyhanesi, Can Yayınları, 2000




Bu habere henüz yorum yapılmamıştır, ilk yapan siz olun!...