Öykü
Söylenemeyen
1.
Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur arabanın sileceklerini zorluyor, zaten dışarıyı pek net göstermeyen kirli camları buğulandırıyordu. Görüş mesafesi kısalmıştı. Selin getirdiği çamurla lekelenmiş asfalt yol kayganlaşmış, hurdahaş arabamız sağa sola yalpa yapıyor, direksiyon hâkimiyeti güçleşiyordu. Ama her şey o kadar canlı ve o kadar güzeldi ki bütün bu zorlukları bir çırpıda es geçiyor, ürkek ve meraklı gözlerle başkalaşan tabiatı, o harikulade manzarayı seyrediyordum. Ah o ilkbaharın kendine has ıssızlığı. Kırlar bahar yağmurlarıyla yıkanıyor, toprak doğurgan nefeslerle kıpırdanıyor, sağlı sollu uzanan tarlaların dehlizlerinde saklanmış tohumlar baharın üflediği lodos kıvamlı hürriyeti solukluyordu. Henüz daha yeni yeşermiş ağaç dallarına tüneyen kargalar uzun ömürlerinin muhasebesine dalmış, ıslanmış tüylerini kanat çırparak güya kurutmaya çalışıyorlardı. Bütün ihtişamıyla bir gök kuşağı tepenin üstünden aşarak ovaya iniyordu. Ufuk ilkin kararıyor bir müddet sonra kızıllaşıyor, bu renk çığlığı içinden kimi garip şekiller bir görünüp bir kayboluyordu. Söğütlerin yolu bir şemsiye gibi kapattığı alandan geçerken kaygılı bir ses tonuyla Şakir’e, araba gibi lastiklerin hali vaziyeti pekiyi değil, başımıza her an iş açabilirler, devam edelim mi yola, diye sordum. Konuşmak istemedi, eliyle ileri işareti yaparken dudaklarında hüzünlü bir tebessüm şimşek çakarcasına aniden parıldayıp ve bir o kadar kısa bir zaman aralığında sönüverdi.
Yağmur hafiflediğinde tepedeki kalenin sisler içinde gizlenmiş karanlık silueti gözüktü. Yetmiş iki kavmin kanlı kınasıyla surları boyanmış bu masalsı yapı gizemli bir orta çağ kalesiydi. Surları göğe doğru avuç açmış dua eder gibiydi. İki ya da üç kilometre ötede dağın kuzey yamacındaki mağaranın bir dehlizle kaleye bağlandığı rivayet edilirdi. Ve bir kurdun kaybolan çocukları o dehlizden kaleye götürdüğü masalsı hikâyeler. O uzun kış gecelerinde soba başında defalarca dinlemiştim bu meselleri. Coğrafyanın doğu ve batıyı birleştiren noktasında bir şahin yuvası endamıyla ovaya gülümseyen kalenin yalçın kayalıklı eteklerinden geçerken zihnim bu masallarla doldu taştı. Ve hayallerle bulanan zihnim çocukluğumun rüyalarına gömüldü. Ah o çocukluk günleri ki bir daha geri dönmeyecek, neşe ve sürur içinde bir daha yaşanmayacaktı. Bu baş döndüren rüyaların yumuşak yastıklarından kaldırıp, hayatın sert tahtalarına başımı çarptığımda burcunda ceddimin ihtişamlı tarihinin hazzıyla kibirli ve mağrur sallanan al kırmızı bayrak tam bir asker selamı vererek, ileri haydi ileri, diye göz kırptı bize. İleri…
Köprüye geldiğimizde yağmur yeniden hızlandı. Şakir’den arabayı kenara çek, diye bir işaret.
Nehre dik bir şekilde park ettim arabayı.
Yağmur yağdıkça nehrin içi içine sığmıyor, derinden nefes alan bir göğüs gibi kabarıyor, bu coşkun su debisi yamacın kenarlarından kopardığı toprak parçalarını uzaklara, dönülmesi mümkün olmayan yerlere sürüklüyordu. Köprünün taş kemerleri mütevazı bir derviş gibi başını eğmiş nehrin coşkun ve taşıdığı alüvyonlar sebebiyle bulanık sularıyla saçlarını yıkıyordu. Nehrin güney doğu tarafında Halil Divani Hazretleri’nin türbesi ziyaretçi ceylanları misafir ediyordu. Tam arkamızda yağmurun yıkadığı yalçın kayalıklarıyla Karga Pazarı dağları dibinden geçen tren katarlarıyla gurbet sohbetlerine tutuşmuştu.
İstinasız her sene tekrarlanan nehir köprü cenginin iyice kızıştığı bir hengâmede belki bu manzaraya daha yakından şahitlik etmek, belki daha deruni bir sebeple oturduğu ıslak taştan kalkarak Şakir, köprüye doğru yavaş adımlarla yürüdü. Elimdeki bardaktan demli çayı bin bir keyifle yudumlarken uzaklara kayan bakışlarımın tam merkezinde Şakir’in köprü istikametine ilerleyen gövdesi bir gölge yahut bir hayalet gibi anlamsız bir nesneye dönüşüyordu. Şakir hey Şakir, diye kalbimde gümbürdeyen bir nara damarlarımı zemine çarpan bir topaç gibi yerinden zıplattığında yağmurun yıkadığı o gölge, o ıslak hayalet köprüye çoktan varmıştı.
Bir film gibiydi her şey.
Köprünün taş korkuluklarına yaslanmış, yağmur damlaların arkasında gizlenen gökyüzünü seyrederken Şakir, bu manzarayı ansızın beyaza boyayan kırk beyaz güvercin köprünün hemen üstünde havada asılı kalıp kanat çırptıktan sonra Karga Pazarı istikametine yöneldiler. Fakat bu yumuşak pamuksu resimden yere dökülen boya misali beyaz başlı beyaz paçalı ak güvercinlerden birisi sürüden ayrılıp gerisin geri döndü ve Şakir’in hayatın yükünü çekmeye azmetmiş omzuna kırk yıllık bir ahbapmışçasına kondu.
Ve sanki bir şeyler fısıldadı kulağına Şakir’in!
Ardışık iki yağmur damlasının yere düşmesi arasındaki o hayalsi zaman süresince Şakir göz ucuyla benim olduğum tarafa baktıktan sonra, köprünün tam ortasındaki korkuluklardan kendini nehrin bulanık sularına bıraktı.
Koştum, nereye koştuğumu bilmeden, canhıraş koştum.
Düşünmeye hiç mi hiç fırsatım yoktu, köprünün korkuluklarından azgın sulara bıraktım kendimi, tıpkı Şakir gibi.
Ayaklarım nehrin tabanına çarpıp yeniden suyun yüzeyine çıktığımda bir dostu kaybetmenin acısını iliklerime kadar hissettim.
Buraya kadar, her şey buraya kadardı ve işte bitti, o artık benim, diye mağrurane uğulduyordu ölüm!
Hayır, hayır o benim en iyi dostum, senin olmaz, hayır!
Sulu boya bir resimdeki renklerin birbiri içine karışması gibi nehirde her şey öylesine karışık ve öylesine birbirinin içinde dağılmıştı ki. Bu renk ve yoğunluk kargaşası içinde nasıl görebilirdim Şakir’i. Yoktu, hiçbir yerde yoktu. Ah Şakir nerelerdesin?
Nehrin yüzeyine çıkıp bir müddet ileriye doğru yüzdüm ve bir ağaç dalından tutup kendimi kenara çektim. Çamura bulanmaktan acemi bir palyaçoya benzeyen siluetimle nehrin kenarındaki ıslak taşların üzerinde yalpalayarak koşuyordum. Yüz metre sonra çim bir yamaçtan kendimi tekrardan o bulanık suya bıraktım. Kollarımı ve ayaklarımı bir ağ gibi gerdirerek meçhul bir bedenin bedenime çarpmasını bekledim. Fakat nafile. Bir ölüm soğukluğu bedenimi yalayıp geçti, hepsi o kadar.
Şakir, Şakiiir, Şakiiiiir, neredesin Şakir…
Söyleyin bana Karga Pazarı dağları, ben ne yapacağım şimdi, ne olur söyleyin.
İmdada yetiş ey Halil Divani hazretleri, dardayım yetiş.
Al beni Şakir’e götür bacasından duman tüttüre tüttüre uzaklaşan Şark Ekspresi.
Yağmur, bütün hayallerimi yıkayan yağmur artık din.
Ve sen katil nehir, ölümün karanlık denizlerine dökülmek üzere bin yıllarca aktığın o mümbit yatağını değiştir, ne olur.
2.
Kurtarma ekipleri geldiğinde takriben bir saat geçmişti. Dalgıçlar suya daldılar ve aramaya başladılar, nehir beş kilometre boyunca tarandı, fakat Şakir’den zerre iz yok.
Karakola döndüğümüzde Şakir’in annesi ve babası gelmişti. Annesinin çığlıkları yeri göğü inletiyor, acıyla kıvranan gözleri avına saldırmak üzere bekleyen bir aslanın bakışlarına dönüşüyordu. Babası her şeyi kabullenmiş bir edayla başını öne eğmiş, elleriyle saçını sıvazlıyor, sükûnetin sessiz mağaralarında evlat acısıyla közlenmiş kalbini teskin ediyordu. Zaman Şakir’in annesiyle babası arasında donup kalmış, karakolda yaprak kımıldamıyor ve yas kokusu sürünmüş eşyalar onların ağzından çıkan bir komutu beklercesine oldukları yerde çakılı nöbet bekliyorlardı.
Katil, oğlumu öldürdün, katil, nasıl kıydın fidanıma, gencecikti ah, nasıl kıydın merhametsiz herif, oğlumu aldın benden…
Hıçkırıklarla duraksayan acıyla bezeli bu haşin ve öfkeli ses bir müddet sonra yeniden aynı kelimeler ve aynı ahenkle karakolu inletiyordu.
3.
Köhne bir binanın daracık ve insanlarla tıka basa salonuna ellerim kelepçeli getirildiğimde gözlerimin karardığını hissettim. Sandalyelerine pek bir keyifle oturmuş bu peşin hükümlü insan topluluğu, ne olduğu anlaşılmayan bir uğultu eşliğinde kendi aralarında homurdanıyorlardı. Yüzlerdeki çizgiler hınçla belirginleşiyor, nefretle bulanan bakışlar birkaç saat sonra tarafıma layık görülecek münasip bir cezanın hazzıyla küstah bir tebessüme dönüşüyordu. Bir kaç kere ben suçsuzum, zannettiğiniz gibi arkadaş katili bir cani değilim edasıyla bakmayı denedim. Fakat her seferinde o iğrenç bakışlardan neşet bir tiksinti başımı önüme eğdirdi.
Mübaşirin çektiği dikkat mahiyetindeki nara eşliğinde salona ayak bastığında Hâkim Bey, herkes ayağı kalktı, sonra beyin ve kol arasındaki otomatiğe bağlanmış mutat bir işaretle bir suçlu ve bilmem ne kadar suçsuz insandan müteşekkil kalabalık her birisi ayrı bir eda ve dikkatle sandalyelerine oturdular. Memnuniyetsiz bir yüz ifadesiyle önündeki dosyalara göz gezdirdi Hâkim Bey. Yılların tecrübesi gözlerinde bir fener gibi yanıp söndükten sonra birkaç saniye müddetince beni süzdü ve sözü hiç şüphe yok ki salonun o anda benim açımdan en acımasız Şakir’in annesi tarafından ise en adil kişisi olarak yorumlanan savcıya bıraktı. Heybetli bir eski zaman pehlivanını andıran savcı adımı soyadımı ve suçumu yüzüme karşı, fakat tenezzül edip de yüzüme bakmadan vurgulu bir tarzda okudu.
Müteakibinde hâkim başladı sorgu suale.
Arkadaşını neden öldürdün, diye peşinen bir soru.
Olayı en ince detayına kadar anlattım, son cümlem, ben öldürmedim, oldu.
İntihar mı etti yani?
Bilmiyorum, ayağı kaymış olabilir.
Neden öldürdün?
Hiçbir sebep bulamıyorum Hâkim Bey sizce mirasına konmak için olabilir mi?
Mahkeme heyetiyle dalga mı geçiyorsun?
Hayır, sadece makul bir sebep bulmaya çalışıyorum, çünkü öldürmediğime inanmıyorsunuz.
Annesi senden şüpheleniyor.
Şüphesinin mahiyetini öğrenebilir miyim?
Annesi, katil, diye bağırıyor yan sandalyeden.
Aynı kıza âşık olduğunuzu söylüyor annesi.
Bu konuyla ilgili herhangi bir malumatım yok Hâkim Bey, bilmiyorum, inanın bilmiyorum…
Hadi itiraf et de beni bu dosyadan kurtar diye yüzünde belirginleşen masum bir istek üst dudağını biraz şişkince olan alt dudağı üzerinde kaydırdı ve bir iki kere tekrarlanan bu mekanik hareketin neticesinde bu kalınca dudaklar basit ve sade iki kelime üretti: Son sözün.
Karar: Tutuksuz yargılanmasına.
Ahmet Cemal Çobandede
Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.
Deniz Can 02.07.2016
Yağmur camları buğulandırıyordu tanımı yanlış mı, doğrudan ya da dolaylı, sebep yağmur değil mi.
Mehmet Harma 02.07.2016
Kimi yerde, Nihat Genç'in Cenaze öyküsündekine çokça benzerlikler var (bkz. eski İnsanBu). Her ne kadar ACÇ'nin yanlışlarının kendine has bir tadı olduğu söylense de ilk elde şu düzeltme önerilerimi belirtmeden geçemeyeceğim müsaadenizle; "yağmur... camları buğulandırıyordu (yağmur camları ıslatır, arabanın içindeki nem buğu yapar), hurdahaş arabamız (hurdası çıkmış arabamız), al kırmızı (al ne renk ola ki zaten?), canhıraş koştum (canhıraş bağırılır ama çılgınca koşulabilir), yalpalayarak koşuyordum (yalpalayarak yürünür), Ve sen katil nehir... bin yıllarca aktığın o mümbit yatağını değiştir (mümbit=verimli, toprak için kullanılır nehir yatağı için değil), neşet bir tiksinti (neşet eden bir tiksinti), Müteakibinde (daha önce söylenmiş)". Ve ben hala, özen eksikliğinin karşımızdakine saygısızlık olduğunu düşünmekteyim (örn. asgari kişisel bakımı olmayan doktorun hastaya, yüksek kaldırımlar yapan belediyenin yayalara veya dilbilgisi/yazıma dikkat etmeyen yazarın okurlarına olduğu gibi).
Mehmet Harma 02.07.2016
Kimi yerde, Nihat Genç'in Cenaze öyküsündekine çokça benzerlikler var (bkz. eski İnsanBu). Her ne kadar ACÇ'nin yanlışlarının kendine has bir tadı olduğu söylense de ilk elde şu düzeltme önerilerimi belirtmeden geçemeyeceğim müsaadenizle; "yağmur... camları buğulandırıyordu (yağmur camları ıslatır, arabanın içindeki nem buğu yapar), hurdahaş arabamız (hurdası çıkmış arabamız), al kırmızı (al ne renk ola ki zaten?), canhıraş koştum (canhıraş bağırılır ama çılgınca koşulabilir), yalpalayarak koşuyordum (yalpalayarak yürünür), Ve sen katil nehir... bin yıllarca aktığın o mümbit yatağını değiştir (mümbit=verimli, toprak için kullanılır nehir yatağı için değil), neşet bir tiksinti (neşet eden bir tiksinti), Müteakibinde (daha önce söylenmiş)". Ve ben hala, özen eksikliğinin karşımızdakine saygısızlık olduğunu düşünmekteyim (örn. asgari kişisel bakımı olmayan doktorun hastaya, yüksek kaldırımlar yapan belediyenin yayalara veya dilbilgisi/yazıma dikkat etmeyen yazarın okurlarına olduğu gibi).
Deniz Can 23.05.2016
Açıklamalarınıza teşekkür ediyorum, güvercinin sembolik özelliğini hiç bilmiyordum.
ahmet cemal çobandede 20.05.2016
müteakibende yanlış olmuş--------------müteakiben olacak AYA' ya teşekkürler
arif yavuz aksoy 18.05.2016
sabah egzersizi yapalım mı? akap, akıbet, akabinde, takip, müteakip, müteakiben... müteakibinde olmiy yani! a.y.a. akadcayı ve aramiceyi önemsesss
arif yavuz aksoy 18.05.2016
müteakibinde diye laf olmaz. sabah sabah asabiyim zaten. geceden gördüm, sabaha sakliym dedimdi. bi de bu sefer en azından "nümro" verilip devamı gelmiş. geçen neydi o öyle? yazının başında "1" duruyo. devam ettim. 2 yok. eee? dedim "la nereye uçti?". a.y.a. ACÇ'yi sevsss ve kendisine hürmetsss
ahmet cemal çobandede 18.05.2016
teşekkür ederim Deniz Can. kırk güvercin folklorik bir kullanım. 3 ler 5 ler 7 ler 40 lar diye biraz dini biraz folklorik bir kavram. bizim yörede genç yaşta ölene kırklara karıştı derler. Ruhani varlıklar olarak düşünülür bunlar ve halk arasında kuş, güvercin şeklinde sembolize edilir.
Deniz Can 18.05.2016
Ahmet Bey elinize sağlık, güzel bir öykü olmuş. Artık okurken hatalara takılmamak ne güzel, hata olmayınca dikkatiniz dağılmıyor, tanımlamaların güzelliğini hissedebiliyorsunuz, akıcı ve güzel ayrıca düşündürücü bir şekilde bağlamışsınız. Neden kırk güvercin, saymak mümkün değil, bunu garipsedim yalnızca. Siz yazmaya devam edin, biz de keyifle okumaya.