SON TREN

SON TREN

‘Kara tren gecikir belki hiç gelmez türküsü’nün ağızlara pelesenk oluşundan kırk, belki de elli sene evveliydi, zemheri kışta, elinde ahşap bavulu, tren karası eskimiş asker potinleriyle karda bata çıka yürüyerek, karga pazarı dağlarının eteğinden nazlı bir misafir edasında geçen Doğu ekspresine canhıraş bir vaziyette yetişmeye çabaladığında. Hava soğuk mu soğuktu. Rüzgâr gittikçe şiddetleniyor, başının üstünde kar zerreciklerinden bir toz bulutu şapkasından sarkan saçlarını okşayarak yüzüne çarpıyordu. Ellerinde yün eldiven, ayaklarından tiftik çorap, kafasında tilki kürkü kalpak olmasa hali haraptı. Ovaya sinsice inen sis de cabası. Soğuğu, karı, tipiyi unutmuş, kurtlara odaklanmıştı buzlanmış gözleri. Uzaktan gelen sesleri ayırmaya çalışıyordu, çakal mı yoksa kurt uluması mı diye. Korkudan çok, kaybetmek düşüncesi hâkimdi duygularına. O kara trene yetişemeyip umutlarını ebediyen rafa kaldırmak düşüncesi tipiden buz kesmiş bedenini iyice donduruyordu.

Öğretmen okulunu bitirmiş, köyünden uzak bir şark kasabasına tayini çıkmıştı. Ama niyeti hiç de öğretmen olmak, o uzun kış gecelerinde köy evlerinde muhtar ve ihtiyar heyetinin bitme bilmez hikâyelerini dinleyip ömrünü tüketmek değildi. Çok menkıbeler dinlemişti ömrünü köyde tüketmiş muallimler hakkında. Alışkanlık peydahlanıyor seneler geçince diyorlardı hepsi. Şehirden korkuyor, köyü terk edemiyorsun. Köylü oluyorsun hulasa. Zaten ömrü kırsalda geçmişti. Köy hayatına tahammül edecek sabrı kalmamıştı. Yüzünü şehre dönmek istiyordu. Şehirli olmak, eski tabirle muasırlaşmak, yeni tabirle çağdaş bir yaşam tesis etmek istiyordu. Hâkim ya da Savcı olmaktan başka çare gelmemişti aklına. İnsanlara hükmetmeyi seviyordu hem. Tam bana göre diyordu bu meslek, üstüme biçilmiş kaftan. Bu sebeple hukuk fakültesinin sınavlarına girmiş ve dereceyle kazanmıştı. Şehre giden ziftli yol nazlı bir kız gibi gülümsemişti ona. Bu kabullenişle sevinmişken içini kemiren bir vesvese zalim abisi gibi karşısına dikilip sevincini kursağında bıraktı. Zift karasına boyandı hayalleri birden. Bu köy yerinde sevdiceği ne olacaktı. Muhtarın oğlu Dilaver’in de âşık olduğunu duymuştu. Elinden kızı kapar mıydı o cibilliyetsiz herif. Bunları düşünmemek için kendini teskin yoluna koyuldu. Zihnindeki bu meseleyi başka bir yöne havale ederek kurtulmayı denedi vehimden. Abisiyle olan hesaplaşma işine odaklandı. Hele bir hukuk fakültesini bitireyim, muhtara da Dilaver’e de gününü gösteririm dedi içinden.  Sevdiceği de biraz beklesindi. Şehirdeki süslü püslü avratlardan feragat edecekti kendisi, sevdiceğinden birkaç sene sabretmesini istemesi çok muydu?

Babasından kendi payına düşen on bir ineği, yıkık dökük samanlığı ve dağ kenarındaki susuz tarlayı gizlice satmış, parayı muhkemce sarıp sarmalayıp bankaya yatırılmak üzere paltosunun cebine koymuş, hayallerine kavuşacağı yer olan Ankara’ya okumaya gidiyordu. Tandoğan meydanını, Ulus’u, Ankara’yı, şehri, şehirli olmayı, dahası hâkim olup hükmetmeyi hayalliyordu. Bu hayalin önündeki yegâne engel o ceberut abisiydi, muhtarı ve cibilliyetsiz Dilaver’i saymazsak. Ah şu kara trene bir yetişseydi!

Az kalmıştı karla kaplı yolun bitmesine. Kara bata çıka beyazlamıştı potinleri. Kaşları bıyığı buz tutmuştu. Artık üşüyordu da. Kışı sevmesine rağmen, küfretti zemheriye. Tahta bavulunu savurdu havada tipiye meydan okurcasına. Cipe binip arazi tespitine gelmiş bir hâkim edasıyla köylünün karşısına dikileceği günleri düşünerek artırdı mukavemetini ve daha hızlı daha emin adımlarla yürümeye başladı. Bir ayağı iyice kara gömüldüğünde hedikleri geldi aklına. Nasıl alacaktı ki, apar topar kaçmıştı evden, bohçasını kapıp kocaya kaçan genç kızlar gibi. Neleri unutmuştu belki de, onu ancak trene bindiğinde anlayabilirdi. Köprüye geldiğinde endişesi azaldı, şunun şurasında beş yüz metre var yoktu istasyona. Karla kaplanmış giysileriyle istasyona vardığında eşyalarıyla bekleyen köylüleri gördü, şöyle bir göz gezdirdi fakirliğin ışığını çaldığı o yorgun yüzlere, şükürler olsun tanıdık kimsecikler yok dedi içinden ve istasyondaki ahşap banka treni beklemek üzere kalbindeki o bitmez tükenmez endişeyle beraber oturdu.

Tren tıslayarak girdi istasyona.

Trene binerken son kez göz attı ortalığa. Bu esnada rüzgârla savrulan kar zerrecikleri onunla birlikte girdiler kapı aralığından. Paltosunu, kalpağını ve tahta bavulunun üzerindeki karları silkinerekten temizledi. Potinlerini holdeki demir çıkıntısına vurdu sırayla. Bavulu diğer eline aldı. Buzlanmış gözleriyle bilet numarasına bakıp yürüdü yolculuk yapacağı kompartımanına doğru. Bilette yazan numarayı gördüğünde araladı kapıyı, korku dolu gözlerle baktı boşluğa, şansına kimsecikler yoktu, içten bir oh be dedi. Kapıyı kapattı, bavulunu üsteki rafa yerleştirip meşin koltuğa oturdu. Pencereden uzağa oturduğunu fark etti bir müddet sonra ama istifini bozmadı,  iyisinden kaykıldı koltuğun üzerine ve trenin kalkış düdüğüyle beraber vesvesenin dip koridorlarında sonunu getiremediği hayallere daldı.

Tren kasabayı geçip ilçeye vardığında içindeki endişe biraz daha azaldı ama tamamen geçmedi nedense. Takriben yetmiş seksen kilometre sonraydı diğer ilçe. Orda yarım saat daha mola verilecek olması moralini bozdu. Hiç durmadan gidemez miydi bu kara tren, hiç durmadan daima ileriye, içini fokur fokur kaynatan hayallerine doğru. Endişesi öyle sarmış sarmalamıştı ki o gürbüz bedenini, kompartımana yaklaşan her sesten korkuyordu. Metallerin kasılma gevşeme sesleri bile beyninde korkunç sesler olarak gümbürdüyor, suyun içindeki şeker gibi eritiyordu azmini. Kondüktör bilet kontrolüne geldiğinde yüreği ağzına geldi, acelece bileti çıkarıp gösterdi ve kapıyı hızlıca kapattı ardından, oh be diyerek. Bu kadar korkması bu kadar hafakan için makul bir sebep var mıydı? Yok dese de kendini teskin edemiyordu bir türlü. Meçhul bir yerde,  belki gündüzün ferah aydınlığında,  belki de gecenin uzun mu uzun şerrinde,hulasa bilinmeyen ve kestirilemeyen bir zaman aralığında işlerin sarpa saracağı düşüncesi bütün azalarını kasıyor, zemheri soğuğu gibi titretiyordu.  Okumak için bu kadar hevesli olup da bu denli bir korku yaşayan başkaları olmuş muydu acaba. Allah kahretsin dedi fısıltıyla. Korku ve nefret dolu sesi kompartımanın içinde eridi. Paltosunu üstüne çekip koltukta uyumayı denedi. Derin uykuya geçemedi bir türlü. Kâbuslarla karabasanlarla cebelleşti durdu yarı uyanık uykularında. Bütün bunlar olup biterken karnının acıktığını unutmuştu. Bavulundan ekmek peynir ve biraz da domates çıkardı. Nevaleyi ekmek arası yapıp yedi. Bir ara gözleri pencereden dışarı kaydı, hemen kaçırdı bakışlarını bu belirsiz boşluktan. Abisi beliriyordu çünkü her karanlık gölgenin ve her karanlık manzaranın ardında, hayallerinin düşmanı o ceberut abisi.

Tren uğuldayarak ilerliyordu kar denizinin kâh ortasından, kâh yamacından,  kâh kuytusundan. Bazen hızlanıyor bazen yavaşlıyor ve bazen de devrilecekmiş gibi savuruyordu arkasına bağladığı katarları.  Öğle güneşinde camların buzu çözülüyor, kar beyazı ova gelinlik giymiş bir kız edasında gösteriyordu kendini kompartımandan sarkan meraklı gözlere. Buza kesmiş ağaçlar bir kartpostaldan fırlamış gibiydiler. Her şey öylesine güzeldi ki. Ama bu harikulade manzara da değiştiremiyordu o kahrolası zamanın bir türlü geçme bilmezliğini. Hücre mahkûmu bir mahpus gibi zamanın durağanlığında tarifsiz acılar çekiyordu. Çocukluk günlerini anımsadı bu keder panayırında. Babasını, peşi sıra annesini kaybettiği o acı günü hatırladığında gözlerinin kenarında iki damla yaş belirdi. Erzurumlu Emrah’tan Felek Çakmağını Üstüme Çaktı şiirini mırıldandığında tren kampana çalıp durdu ilçe istasyonunda. Gözyaşlarını sildi mendiliyle. Koltuğa iyice yasladı sırtını. Paltosunun önünü kapattı eliyle. Kimsecikler gelmez yanıma temennisinde bulundu yarım saat mola anlamına gelen bu duraksamada.

Beş ya da on dakika geçmiş geçmemişti. Kompartımanın kapısı aralandığında abisini gördü karşısında. Hayal zannetti önce, bir serap olmalıydı bu, kar denizinin bir şakası, korku endişe sarhoşluğu belki de. Mayhoş gözlerini ovaladı, gözlerini zemine sabitleyip usul usul kaldırdı ve tekrar baktı kapıya: Abisi ve köyün dolmuşçusu Feho’ydu zebani kılığında karşısında dikilen. Ve gözlerini hiç kırpmadan baktıkça bu büyüyüp küçülen karaltılara nefesinin daraldığını, midesinin kasıldığını, kalbinin gümbürdediğini, bilincinin bulandığını, azalarının hissizleştiğini duyumsadı. Delirip türlü çeşitli halüsinasyon görmeyi, kör olup ömür boyu muğlak ışık yansımalarıyla meşgul olmayı hatta ve hatta buz kesiği raylarda ezilip lime lime parçalanarak ölmeyi bile bu gaddar ve acımasız görüntüye tercih ederdi kendisine böyle bir şans tanınsaydı. Hayallerine kavuşamadıktan sonra yaşamanın bir ehemmiyeti, bir anlamı var mıydı? Yaşamak neydi sonra kazanma arifesinde kaybettikten sonra? Zihninde henüz bu soruların cevabını bulamamış, kalkmaya yeltenmişti ki Abisi ondan daha çevik davranarak henüz daha koltuktan kalkamadan bir tokat aşk etti suratına. Yığıldı kaldı meşin koltukta, Abi abi diyebildi sadece.

Abi- Ulan cibilliyetsiz, yıllardır ben bakıyorum sana, iyiliğime karşılık pılıyı pırtıyı toplayıp kaçıyorsun köyden, topla bavulunu iniyoruz trenden.

Mehmet- Abi ne olur yapma, senden bir şey istemiyorum, köydeki payımı sattım, onla idare edeceğim, sana bir zararım dokunmayacak, ne olur.

Abi- Ulan okudun öğretmen oldun neyine yetmiyor, bizim köy yerinde imanımız gevriyor her Allah’ın günü, öğretmenlik neyine yetmiyor cibilliyetsiz, nankör herif.

Feho- Ali ağa bunun için geldiğini bilseydim, vallahi billahi getirmezdim seni.

Abi- Sen karışma Feho, bizim aramızdaki bir problem bu, kardeşlerin arasına girme.

Mehmet- Abiciğim, hukuk okuyacağım, ailemiz için bir kazanç olacak bu.

Abi- Ben anlamam hukuktan mukuktan, git öğretmenlik yap, bana borcunu öde, kaç senedir ben bakıyorum sana.

Hayallerini yıkan o kara trenden inip Feho’nun mavi boyalı içi karanlık minibüsüne bindiler. Feho ve abisi önde o en arka koltukta zemine çelik halatlarla sabitlenmiş bir heykel edasında hiç kımıldamadan oturuyordu. İçlerindeki hınçla kan davalı küskünler gibiydiler. Kimse konuşmadı. Yalnızca lastik, egzoz ve pencerenin dibinde uğuldayan rüzgârın sesini dinlediler köye kadar ve köye vardıklarında belediye binasının önünde sırayla indiler minibüsten. En son Mehmet indi.

Eve uğramadı Mehmet, belediyenin önünde abisiyle hesabı gördü. Sattığı malların parasının büyük kısmını ona verdi, ödeştik dedi ağlamaklı bir sesle. Abisi sesini çıkarmadı suçunu kabullenmişçesine. Sonra Feho’ya doğru döndü, konuşmadı, sadece hal diliyle öğretmen olarak atandığı köye götürmesi ricasında bulundu. Tekrardan bindiler hayallerini çalan o mavi boyalı minibüse ve kaderin kendisini sürüklediği başka bir hayale doğru yelken açtılar uçsuz bucaksız kar denizinde.

İşte o kara tren bindiği son tren oldu. O günden sonra bir daha binmedi trene Mehmet. Evi istasyonların hep uzağında oldu ta ki toprak damlı o istasyonla yolu kesişene dek.

Ahmet Cemal Çobandede


Yorumlar

Maximum : 1000 Karakter / Karakter Sayısı: 
0
Yorumlara gerçek ad ve soyadınızı yazmanız onay kolayllığı sağlar.
Mail adresinizi yazmanız keyfinize kalmıştır. Yorumlarınızın onaylanması da
editörlerin tamamen keyfine bağlıdır. Yılların deneyimi sonucu bu bizde böyle.
  • arif yavuz aksoy

    arif yavuz aksoy 11.06.2016

    ACÇ'nin şu son yorumuna ne güldüm ama! resmen kahkaha attım. bu yazıya da döşenecektim aslında. ama sonra ACÇ'yi obsesyon etmiş derler deyu geri durdumdu. bunca yıllık barbarım, ben bile bazen konu-komşu-ne-der-sonra modeline uyuyorum. a.y.a. konusss-komşusss

  • Deniz Can

    Deniz Can 11.06.2016

    Elinize sağlık güzel bir öykü olmuş. Silkinerekten rahatsız etti beni, silkerek olabilirdi. Domates olmamış, kış günü zaten olmaz ama o yıllarda doğuda yaz günü bile varlığı şüpheli.

  • Özkan Gözütok

    Özkan Gözütok 08.06.2016

    Güzel hikaye bir solukta okudum

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.