HASTANIN RÜYASI

HASTANIN RÜYASI

            Demir kokusu. Ateş. Kırmızı. Unutamıyorum. Bir rüyaydı galiba ya da gerçekten yaşadım. Giriş, gelişme. Sonuç ise…

Giriş:

On sene altı ay yaşamışım. Yedinci aya doğru giderken, günlerden bir yaz günü demir doğramacıda çalışmaya başlamışım. Haftalık pazar parası çıksın yetermiş; anne, üç kardeş, bir de bana tencerede kaynayan aş. Bir babam varmış ama körfez ülkelerinden birinde don gömlek kalakalmış bir babaymış bu. Onu o hale taşeron firma sokmuş. Eve dönermiş dönmesine de alacağı ne olacakmış. Almadan asla. Aslında alacak bahaneymiş. Tek kişilik günler ne güzelmiş. Yeniden altı kişilik olmak istemiyormuş. Çünkü daha eşikten adımını atar atmaz bu kalabalığın sırtına bineceğini biliyormuş da ondan. Aklına gelince omuzları çöküyor, daha eve varmadan kamburlaşıp yaşlanıyormuş. Babam oralarda bu düşünceyle yaşlanırken, annem de dört çocuk ağırlığınca güçlendikçe gençleşiyormuş. İçi yaşlı bir genç tabii. Annemin ilk sendeleyişine denk gelmiş benim ağır işçiliğe başlamam. Üç dörtten daha hafiftir deyip, en büyük olanı yükünden çıkarmış. Annem sadece ağırlığımca beni değil, bir de evin geçimlik kısmını bana yüklemiş. Böylece sendeleyip düşmekten kurtulmuş. Aslında öyle olduğunu sanmış. Zaten bu sanmalar yüzünden yaşamış. Yoksa annem daha babamın gittiği ilk gün kapaklanmış yere. Düşmek ne kelime. Yaşayan ölüymüş. Gerçekten ölmeyi istermiş ama çocuklar onsuz ne edermiş. Kardeşlerimi bilmem ama ben neler edeceğimi öğrenecekmişim. Az kalmış o günlere. Ayrılık betermiş; hastalık daha beter. Anlamışım. Demir doğramacıdaki iş, başıma iş açmış. Koşamıyormuşum. Tıkanıyormuşum. Yığılmışım. Bacım çocuk verem olmuş. Ben veremmişim, çocuk değil. Annem buna bir anlam veremeyince, yakardığı tanrıdan da cevap gelmeyince çatımıza dünya şeklinde kara bir demir düşmüş. Ev kadar. Ev yerle bir. Yeniden yapabilecek miymişiz?

Gelişme:

Gelişmeler de bu rüyanın bir parçası mı? Kesinlikle değil. Çünkü görmüyor, yaşıyorum. Bazen bütününü, bazen parçaları. Şimdi yine yeniden başlıyor. Hepsi. Bir adadayım. Adadaki büyük bir hastanenin küçük hastasıyım. Çocuklar yaşlanmadan ölür mü hiç? Çırpınıyorum. Galiba nefes alamadığım için. Yatak annemin karnı, ben onun karnında cenin; ağlıyorum. Verem yüzünden değil, annem yüzünden. Beni seçmediği, terk ettiği için hıçkırıyorum. Kardeşlerine bulaşmasın. Kardeşlerime kızıyor, anneme küsüyorum. Biri cenine dokunuyor. Ne kadar gizlersem o kadar açıkta kalıyorum demek ki. Ağladığım için utanıyorum. Yaşlı adama yalan söylüyorum. Karnım ağrıyor diyorum. Yaşlı adam hemşireyi çağırıyor. Bir hap yutturuyorlar bana, sabah büyümüş olarak uyanıyorum. İlk büyümem bu. Sonra renk renk avuç dolusu haplarla, büyük büyük ahbaplıklar başlıyor. Çocuk musun ki dayanamıyorsun? Değilim değil mi? Öyleyse dayanıyorum. Ama keşke annemle babam bir hafta sonu en küçük kardeşimi getirmeselerdi. Veremsiz küçükler içeri alınmıyor da ondan kapıya kadar çıkıyorum. Annemle babam arasına kollarıyla asılmış küçük bir oğlan çocuğu görünümünde geçmiş zaman duruyor. Göğsümdeki kafesin sapasağlam olduğu zamanlar; halsizlik yok, ağrı yok, kan öksürenler yok, avuç dolusu haplar, uzun koridorlar, çaresizliğe bakan kocaman pencereler, beyaz gömlekliler ama en iyisi de özlemek yok, hiçbiri yok. Yaklaşamıyorum kardeşime, yani geçmişe. Öyle çok şey var ki onda; orada. Ev var, evin içi, ev kokusu; sokak, kardeşler, gülmeler, koşmalar, vurmalar, vuruşmalar var; anne, azıcık baba, azıcık sofra, kardeşlerle aynı odada uyku var; biraz da çocukluk. O bizden bir an bile ayrılmayan, hep bizi bulan, bize yapışıp kalan yokluğu ise, hasta kafesimi tıka basa doldurmuş özlem yüzünden göremiyorum. Büyük ahbaplarım pencereden bakarlar, çocuk olduğumu anlarlar diye ağlamıyorum. Dört kişilik koğuşuma çıkarken derim yırtılıyor. İçinden, artık lanet okumayı bilen bir ben çıkıyor. Tabii biraz daha büyük bir ben. İkinci büyümem de bu. Annemin bir kez daha beni emanet ettiği yaşlı adam gülümsüyor. Dişlerinde kan. Midem bulanıyor. Onu babamdan daha çok sevmeye başladığımdan beri ilk kez kızıyorum ona. Madem kanıyorsun, niye kendini yoruyorsun? Bana gülümseme artık. Dediğim oluyor. Gülümseyemediği için de ben üzülmeyeyim diye herhalde, başka odaya geçiyor. Üç kişi kalıyoruz. Bir eksik ahbap ya da bir fazla fark etmez ama anneme ne diyeceğim. Daha doğrusu o anneme ne diyecek? Beni terk ettiğini nasıl söyleyecek? Bir sabah yanıma geliyor. Oğlum diyor, hemen yan odadayım; veremliler kolay ayrılmaz, yine ahbap mıyız? Bu sefer ben gülümsüyorum. Öyleyiz tabii. Yeniden ahbaplığın şerefine başımı sallıyorum. Böyle böyle uzak kalıyor ev. Hastalığımla, hastalarla; acıyla, acılarıyla; ağrıyla sızıyla; hapla kanla ilişki kurdukça, hepsini kabul edip içime aldıkça o tıka basa dolu özlem yavaş yavaş kafesten boşalmaya, boşalan yerlere de sorular dolmaya başlıyor. Tuhaf sorular, belki de ölene kadar cevapsız kalacak sorular, en çok da niye diye başlayanlar. Niye yaşlı adam, niye ben, niye öldü, niye bu kadar acı, niye böyle, niye kara demir, niye ev, niye babam, niye zor dönmek, niye kardeş, niye, niye, niye… Sordukça ada ile ev iki ayrı yer olup çıkıyor. Sanki daha iyi oluyor. Cenin, en azından o rahat deryadan çıkmayı birazcık beceriyor. Yatakta ağlamalar bitiyor. Bu iyi mi kötü mü bilmiyorum ama günlerin rengini karalıktan griye açtığı için daha iyi görebiliyorum. Griden başka renklere geçmeyi ise hiç ummuyorum. Yaşlı adam yüzünden. Çünkü değil renkleri, soruları bile anlamsız kılmak için insanlıktan çıkıyor. Bunu istemediği halde. Kim istiyor öyleyse? İşte anlamsız bir soru. Sormuyor, sessizce bakıyorum. Bir deri bir kemik. Artık yürüyemiyor. Tedaviye cevap vermiyor. Gülesim geliyor. Vermez tabii. Bir deri bir kemik adam bana göz kırpıyor, aynı anda fısıldıyoruz; çünkü doktor bey, sorunuz anlamsız. Diğer ahbaplarla kaçıyoruz. Kayalıklardan aşağı gülerek hem de. Denizle tanışıyorum. Onu tanıyınca, yaşlı adamı unuturum sanıyorum. Hastaneye keyif sokmak yasak; içeri hayat giremez. Büyük ahbaplar hayatı çok özlüyor. Ondan öyle yaramazlar. Ateş yakıyorlar. Sucuk parasından daha fazlasını alan hastane görevlisinin şerefine yiyoruz ekmeklerimizi; arasında is kokulu sucuklar. İçimizden biri itiraz ediyor; sucuklu ekmeğimi ona değil hayata kaldırıyorum, şerefe. Sonra gözüne bir şey kaçıyor. Yanaklarında iki ince yol. Ağlamak niye bu kadar utanılası? Boşluğuma bir soru daha yerleşince birden hatırlıyorum. Üç beş ısırık eksik ekmeğimi gazete kâğıdına sarıyorum. Deniz kıpırdıyor. Mavi mavi el sallıyor. Beni anlıyor. Annemin geldiği günlerden bir gün yine. Çırılçıplağım. Kamburum. Saçlarım köpük köpük. Annem bir güzel yıkıyor beni. Evde olsa bu kadar su dökmez. Çünkü evde kan kokusu yok. Yeniden karışıyorum aralarına; tertemiz. Annem gidince onu arıyorum; yaşlı adamı. Koklasın beni. Yatağında; sırtı dönük. Odada yalnız. Sadece başını görüyorum arkadan. Saçları nemli, yapış yapış. Korkuyorum. Sevdiğim birinin başka biri gibi oluşu, benden uzağa düşüşü korkutuyor. Üzülme korkusu bu. Büyük ahbaplarımın söylediğine göre üzüldükçe güçlenirmiş bu illet. Hastalığım; hastalığımız. Yataktaki yabancıya bakarken üzülmemeye zorluyorum kendimi. Bana verdiği çakıyı düşünüyorum. Çünkü çakımı çok seviyorum; varlığı beni sevindiriyor. Balkonda biriyle şakalaşırken yaptığım geliyor aklıma. Çakı bu, şakaya gelmez işte. Parmak kesiyorum. Ahpablar gülüyor. Parmağı kesilen bile. Üzülmeyi unutuyorum. O sırada odaya görevli giriyor. Çıkıyorum. Uzanıyorum. Yastığımdan öksürük sesleri geliyor. Duvarın arkası o. Öksüre öksüre çıkacak benden. İçimden sökülüp atılacak. İyileşeceğim. Biliyorum çünkü rüyamda görüyorum. Beyaz bir rüya. Bir deri bir kemik olması şöyle dursun, yaşlı bile değil. İyileşiyor, hasta kokan duvarların içinden geçip gidiyor. Çok seviniyorum. Sonrası yok mu yoksa hatırlayamıyor muyum? Uykuda mıyım, uyanık mı? Biri geliyor. Babasıymış. Ağlayarak soyuyor artık bana bin kere yabancı olanı. Ah evladım diyor; bu genç yaşta oldu mu? Ağlayarak çıkarıyor altına sarılı naylon poşeti. Ah evladım diyor; gençliğine doydun mu? Ağlayarak sarılıyor anadan üryan oğluna. Ah evladım diyor; öldün mü? O soruyor, ben doluyorum. Sonsuz cevapsız soruların kapladığı yer artarken, odanın kapısında bekleyen grili siyahlı bir duman oluyorum. Yaşlı adamın genç ölüsünü sırtlanıp pencereden çıkıyorum. O günden sonra, kalan bütün ahbaplarıma küsüyorum. Kayalıklardan aşağısı saçma; koşmak, her şeye rağmen gülmek, sucuk ekmek, umut etmek, iyileşmek saçma; evi özlemek, anneyi sevmek, sevdiklerini beklemek saçma; sokaklar, oyunlar, okullar, düşmeler kalkmalar saçma; ağlamak saçma; sorular saçma; saçmalıkların en büyüğü de büyümek; büyümek saçma. Saçmalıkların yerine pencere önünde uzun uzun oturmalar, bu oturmalarda kara kara düşünmeler, düşüncelerde ise iyileşen göğsümü acıtan bir şeyler. Aşağı iniyorum; denize. Bilirse o bilir niye bu hallere düştüğümü. Dalga dalga selamlıyor beni. Kıyısına kusuyorum. Hiç gücenmiyor, hatta içim iyice yıkansın diye kıpırdamadan bekliyor. Kanımı görünce duruyorum. Korkuyoruz; denizle ben. Yüzümü yıkıyor. Ben de ona o kadar iyi olduğu için çakımı veriyorum. Ahbaplarım yukarıdan bağırıyor; az önce denize ne fırlattın sen. Omuz silkip koğuşuma gidiyorum. Son büyümem de bu.

Sonuç:

Uyanıp hayata devam ediyorum. Kaldığı yerden; kan kusarak…

Miyase Aytaç Yılmaz


  • Miyase Aytaç Yılmaz

    Miyase Aytaç Yılmaz 10.08.2016

    Merhaba; Sevgili a.y.a. izin verin, zaman verin (bu arada sizin nezdinizde, temsilinizde okura bir seslenme de bu aynı zamanda) içim çeşitlensin, zenginleşsin.(O zaman yazma, öyle olunca yaz: kendime emir) Kumaşımın kalitesini biliyorum ama yine de yazıyorum. Aslında yaza yaza değil, yaşaya okuya olur olacak olan. Şu "kara demir" de gerçekten düştüğüyle kalmış; fark edememişim. Maddeler halindeki itici güçle(a.y.a tahlilleri iyi) biraz daha, biraz daha, daha çok; her ne edeceksem onu. Eleştirinin böylesine kan ter içinde can kurban. Sağ olun a.y.a. Saygılarımla...

  • arif yavuz aksoy

    arif yavuz aksoy 09.08.2016

    ++ vardır. ama bu arayış neticesinde coşku ya da estetik bi hüzün görmek yerine "donuk" (hatta katatonik halde donuk) bi umutsuzluğa tesadüf etmek okuyucuyu pek mutlu etmez (okuyucu sırıtmak için değil, tatmin olmak için okur! "mutmain" kısmen de olsa "mutlu" ile örtüşür). hele de teknik üstünlüklerle dolu bi "okuma şöleni" sunulmuyorsa... a.y.a. sizi sevdiği için bu yorumları yapıyo. size düşman değil. sadece daha iyisini çıkartabileceğinize iman etmekte. unutuyodum. simgeler kullanılacaksa fazla "obscure" olmamalı! "...tanrıdan da cevap gelmeyince çatımıza dünya şeklinde kara bir demir düşmüş" diye bi ifade var. o kara demir neyi remzeder? a.y.a. merak etsss ve selamsss

  • arif yavuz aksoy

    arif yavuz aksoy 09.08.2016

    söz vermiştim. yorum yapıcam demiştim. sözümü tutuyorum. lütfen serinkanlılıkla okuyun sayın M.A.Y. - 1. bu bir "öykü" değil. sanırım ben "öykü"nün ne olduğunu biliyorum. ama bunun "öykü" olmadığını da söyleyebilirim. 2. tasnifin gerekli olup olmadığından emin değilim ama ille tasnif gerekecekse sınırda phantasmagoric bi aktarım olabilir. 3. dil kullanımında yenilikçi bi yön ben göremedim. yenilikçi bi yönün yokluğundan ayrı, orijinal ve orkestrasyonu düzgün bi tını da namevcut (kanaatimce). 4. eksperimental takılmak da hürriyet babında ele alınabilir. ama bu metin çok eksperimental sayılmaz. üslupta öykünme gösterilebilir. mamafih, sizin eserinizde hiç değilse armoni aramış olmam çok garip kaçmazdı. bulamadım! 5. bir edipin üretim anındaki mental statusuyla ilişkili olarak belirli cümle kalıplarını tekrarlaması anlaşılabilir bişeydir. hatta bunun takibi okuyucu için yeni bi heyecan da getirebilir. ne anlattığından bağımsız olarak yazarının ruhunu bize disseke ettiren başyapıtlar da ++

  • Elif F.

    Elif F. 28.07.2016

    Güzel bir dil, kırık bir öykü. Okudukça sevdim. Sonuç 'kan kusarak' olmasaydı da ne bileyim mesela bir umut, 'kan küserek' olsaydı keşke. Hayata sucuklu ekmek kaldıranların emek ve hüznüne hürmetle. Elif.

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.