Öykü
Hatıramda bir Yasemin
Hatıramda bir Yasemin
Bir Yasemin vardı bir zamanlar. Belki hâlâ vardır; kim bilir nerede? Benim içimde birkaç yerde; geçmişte. İki yer.
Birinci Yer: Mavi bir küçük tüpün yanına çömelmiş. Buradan geriye; baştan. Sokakta oynayan çocuklarda öyle filmlerdeki gibi tanışma olmuyor; merhaba benim adım şu benim ki de bu; memnun oldum. Oyun içinde kaynaşıveriyorduk. Sonra bir bakmışız arkadaşız. Arkadaşımdı Yasemin. Ama oyun içinde bulduklarımdan değil. O oynamazdı. Çünkü babası canavardı. Canavar babalar kız çocuklarını sokağa yollamazdı. Öyleyse bir Yasemin hatıram nasıl oldu? Annenin gidişi. Bir anne meselesi. Adım Mürşide. Yasemin’in annesininki de buydu; Mürşide. Tuhaf Mürşide’liğime bir eş bulduğumdan olsa gerek, sokağın bu ikinci Mürşide’si beni çok sevindirmişti. Demek bu dünyada bu adla yalnız kalmayacaktım; yaşasın. Yaşamadı. Adaşımı bir sabah götürdüler. Meğer insanlar ölüyormuş; anneler bile. Bir kalabalığın arasından sıyrılmaz olaydım da görmeyeydim. Çocuk inadı beter; aslında merakı. Amcaların bir bildiği varmış demek ki; kollarıyla göğsümüzden usulca dışa doğru ittirilmek. İttirildikçe içe girme isteği; yasağın tadı çok tatlı. Anne Mürşide’ymiş. Şu büyük kundaktaki. Ne büyük kundak bu böyle! Sokaktan cenaze çıktı; ölüm. Geceler zehir zıkkım oldu bana. Anneyle babanın yatağında uyur mu çocuklar? Ne olur uyusun; uyusun da hem büyüsün hem de Mürşide’nin kundağı kara rüyalardan tıpış tıpış yürüsün; gitsin. Mürşide olmak yalnızlıktı eskiden. Artık o bile değildi; boş, bomboş, boşluk. İşte o boşluk dolsun diye, bir gün çıktım gittim; öğlen, külle karışık çiş kokusu, yerde kuru yapraklar. Belki de bendeki boşluğa değil de, Yasemin’in anne boşluğuna biraz Mürşide doldurmaya. Ne de olsa adaşıydım annesinin. Eteği püsküllü bir perde çekili pencereyi geçince gördüm. Açık kapı; yemek kokusu çıksın diye. Çömelmiş, yemek karıştırıyor. Küçük tüp, kırmızı suda yüzen koca küp patatesler, anne Mürşide kılığında bir kız çocuğu. Tülbendini geriye doğru sıyırıp yeniden bağladıktan sonra selamlaşma. Keşke bana sarılıp şöyle bir iyice, içinde acının zerresi kalmayasıya, hıçkıra hıçkıra ağlasaydı da rahatlasaydı. Beklentim ne kadar da yüksekmiş; kendini beğenmişliğim. Aslında öyle değil. Mürşide’ydim; anne çağrışımıydım yani. Beklentim bundandı herhalde. Akşam yemeği eşiğin az ötesinde pişedursun, biz de evin erkeği gelene kadar arkadaş olmaya başladık. Somyaya oturup konuştuk. Çocuk için her şey ne ise o işte; her şeyi söyledik karşılıklı. Mürşide hariç. Toka dedik, saç dedik, okula gitmiyorum ben, ben gidiyorum dedik, beş taş, tombik, yemek dip vermesin, uçuk çıktı dudağımda, merhem yoksa yağ sür, bekle tüpü kapatayım, dün ne oynadınız, bir sen geldin, dedik, dedik, dedik; hatta bir kere de güldük. Ölüm hariç. Sır gibi; aramızda. Öleceğimi bilsem söylemezdim Mürşide’yi; kundaktaki gidişini. Zaten Yasemin de söylememe izin vermez gibiydi; her şeyde sıcacık ama yasında buz gibi. Babası geldi. Ayak kokusu, ter, çatık kaş, yuvarlak göbek, gergin gömlek. Yokmuşum gibiydi tavırları. İşi düşmese sanki Yasemin de yoktu. Kısa kısa, kesik kesik konuşma. Su, sabun. Yeter dökme. Ver. Al. Tuttuğum nefes içimi çatlatmadan iyisi mi usulca inmekti somyadan; küçük tüpe veda edip gitmekti. Giderayak yaptı yapacağını; canavarlık bu. Adımı sordu. Yer kaydı. Yer kalktı. Küp patatesler yüzdü tepemde. Yüzüme tülbent yapıştı. Havalandım. Tavana çarpıp düştüm. Parçalandım. Parçalarım somyanın altına kaçtı. Oradayken duydum o sesi: Adı Mürşide baba. Sonra! Hatırlamıyorum.
İkinci Yer: Yuvarlak bir hamur tahtasının yanına oturmuş et doğruyor. Buradan geriye; baştan. Bir kırk meselesi; geceli gündüzlü kırk. Doğumun, ölümün, düğünün kırkı çıksın mı çıkmasın mı? Acelesi olan babalar için çıkmazmış. Nemli toprağında sonsuza karışırken bu çıkmayan kırk yüzünden kemikleri sızlayan Mürşide, artık çoktan Allah rahmet eylesindi. Çünkü batasıca hayat etti. Etsin tabii ama hürmetle; canavar baba biraz beklesene. Bir kırk gün mesela; nedir ki kırk gece. Sayınca biten bir şey. Kırklar karıştı. Önce babası, babasının düğününden daha kırk gün geçmeden Yasemin evlendi. Ama tabii Yasemininki evlendi olarak değil de, bir adama verildi diye kara bir duman olup doldu sokağa. Yasemin gitti. Yok olmadı ama yoktu da. Zaten yoktu diye yatıştırmaya uğraştım içimde kabaran her ne idiyse onu; özlem mi, acıma mı, babasına yoksa dünyaya mı öfke, sevgi mi, arkadaşlık mı. Çocukluk eritip bitirir mi anlaşılmayan ya da acıtan duyguları? Yok; meğer sadece bekletirmiş. Büyüyünce hortladılar; hatıra olarak. Bir bayram sabahı hatırası bu. Güzel giyinmişim, taranıp süslenmişim. Benekli’ye rağmen hem de. Bir koyun. Bayramdan iki gün önce gelmeseydi de ben ona bir ad vermeseydim keşke. Bir koyunken Benekli oldu, sonra da. Dilim varmıyor ama gerçek bu; kurban. Kurban oldu. Yasemin, Benekli; bir tuhaf benzerlik. Kan kokusuna limon kolonyası dökülen bayram evlerinden bir ev; evimiz. Dışarı çıktım; erkenden, Benekli’nin parçaları üstüne inen tak takları duymayacağım bir uzağa kaçarak. Bir sokak aşağı, bir sokak daha, et üstüne et, ılık ılık kan, dışkı kokan can, sağa sola, şu sokağa, bu sokağa derken; Yasemin. Tülbentli değildi. Çenesinde bağladığı başörtüsü yanaklarını örtmüştü. Yanındaki leğenden bir löp et alıp önüne koydu. Bıçak mı keskin değildi ya da et mi fazlasıyla sinirliydi; bir türlü kesemiyordu Yasemin. Başörtüsü titriyordu yanlardan; yanakları. Bıçak, et; hünerli ellerdeyse. Ama değildi. Galiba elleri küçük olduğundandı zorlanması. Çocuk olduğundan olmasındı? Ne çocuk ne de kadındı Yasemin; neydi acaba? Kimdi? Adı Yasemin olan biriydi, bir bayram sabahı et doğruyordu. Başka… Dikildim, dikildim, dikildim. Kime dönüştüğünü anlayamadığım arkadaşımın karşısında öyle dikilmekten utanıp yürüdüm. Bedenimin gerisinde kaldı Yasemin; devamlılığı arkamda. Aklıma yapışan görüntüsü ise hep içimde hep gözümün önünde; ben büyüdükçe büyüyerek, anlamı değişerek. Yasemin, Benekli; anladım. Ölen kurbanlar, yaşayan kurbanlar…
Bir Mürşide vardı bir zamanlar. Hâlâ var mı? Onu da o bir zamanlardan hatırlayıp çıkaran olursa neden olmasın? Var olmak için ille de kana cana gerek yok herhalde. Hatırla; hatıra. Mürşide’nin de birilerinin aklına yapışması dileğiyle… Sevgiler Yasemin; acıyla da olsa, böyle.
Miyase Aytaç Yılmaz
Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.
arif yavuz aksoy 31.08.2016
Sayın Yılmaz, ben kısaca John Dennis diyorum. O kendini biliyo. a.y.a. hitapsss
Miyase Aytac Yilmaz 31.08.2016
Merhaba; Deniz Bey/Hanim ve Elif Hanim ilginiz icin tesekkur ederim. Ayrica siir icin soylediklerinize, Elif Hanim, aynen katiliyorum. Saygilarimla...
ELİF FİRUZİ 28.08.2016
Ben öykü veya anlatı dilinizin bir özü, bir güzelliği olduğunu düşünüyorum. Bu yazmak için iyi bir başlangıç. Yazdıklarınız zamanla daha rafine bir hal alacaktır. Bunda eleştiriler çok kıymetli elbette. Bir önceki öyküde olduğu gibi buradaki son cümlelerde mesaj verme çabası var; evet yazıyı vurucu bir cümle ile bitirmek gerek ama bunu zorlamadan ve zorlanmadan yapabilmek.. Bunun için emek veriyoruz. Sayın A.Y.A nın vurgu yaptığı hamur tahtası, yani hamur teknesinde mayalanan hamurun poğaça yapılmak için şekil verildiği yuvarlak ve genellikle kulplu tahta farklı yörelerde kullanılıyor. Bence (yazıdan edindiğim izlenim) siz gördüğünüz bir şeyi tarif etmişsiniz ve kanımca bu TDK’ da olmasa da kullanımı yanlış değil. Şiir, genellikle sonradan yönelebileceğimiz veya bir deneyelim dediğimiz bir şey değildir. Kaleminizden düşer veya düşmez. Kaleminizden düşerse sonrası işçilik. Demem o ki, bence yazı biçiminizden, içinizden akıp gelenden vazgeçmeyin. Kendi iç sesinizi dinleyin.
Deniz Can 28.08.2016
Teknede hamur karılır, tahtada açılır. Hamur tahtası zaten yuvarlak olur şeklin ayrıca vurgulanması gereksiz olmuş. Öyküyü beğendim, etkilendim, nicelerine.
Miyase Aytaç Yılmaz 28.08.2016
Merhaba; Çok çok çok teşekkür ederim sayın a.y.a beni şiire layık gördüğünüz için. Şiir için baştan ayağa değişmem gerek galiba. Öyle zor geliyor işte şiir. "Yapacak"ı da ekledim kendime. Aynen ben de hürmetle; hem de ne hürmet...
arif yavuz aksoy 26.08.2016
Sayın Yılmaz, "yuvarlak bir hamur tahtası" diye bi ifadeniz var. Türk dilinin çok hoşuma giden kelimelerinden biridir YAPACAK. Hani tam da yapacağı kastediyosunuz. Hamur tahtası pek kullanılmaz. Hamur teknesi vardır. Ama tahtası... Neyse. Dönelim dile. Bu ritminiz bende garip bi çağrışım yaptı. Ama, bu ritm öyküde değil de şiirde daha iyi gider sanırım. Bi öyle deneseniz? a.y.a. hürmetsss