Bozlak

Bozlak

Bozlak türküleri gibi akkor halinde yanıyordu içim; Orta Anadolu’nun uçsuz bucaksız ovalarında sazını sözünü yitirmiş, kimsesiz bir âşık gibiyim... Demiri eriten bir sıcaklık bu. Lokantanın tavan pervanesi boğucu neme karşı zoraki dönüyor. Burada hava öyle durgun, ölgündü ki nefes almaya imkân bulamıyordunuz. Hem gönlümdeki âteş-i âşkın hem de bu nemin üzerine suskun bir sağanak boşalsa? Ya da tahribatı henüz hesaplanamayan dehşetli bir sel bassa ortalığı, ancak kendime gelebilirdim. Hikayeyi başa saralım: Bir lokanta açtık. Tabii yeni girişilen işlerde her zaman yeni bir heves olur. Palas pandıras işe koyulduk. O ıstırap heykeli gibi tek katlı eski bina, yeni görünümlü ve tertemiz oldu. Göze hoş görünsün diye beyaz, plastik lambiriler kaplattık. Lokantanın adını “Âşiyan Restaurant” yaptık, dışarıya mavi üzerinde beyaz yazılı bir levhada yemek listesinin olduğu sosyetik tabelalar astık. Kış için kıçı ısıtan özel meşin kaplıydı sandalyelerin üstü. Masalar da yenilendi... Bir zaman sonra basit bir çözümleme yaptım, düşünme ve gözlemde bulunmanın sonucuydu bu: bu kadar yeniliğin köylü üzerinde –ki müşterilerimiz çoğu köylüydü- geçerli olmayacağını, köylünün girerken ya çekinerek girdiği ya da başka lokantalara gittiğini gördük. Saray gibi geliyordu ve haliyle ürküyordu. Kendisi gibi insanlar istiyordu köylü, kendisine kale kuruyor ve oradan dışarı kat'iyen çıkmıyordu, yemekte temizliğe, hijyene dikkat etmezdi. İki dostun arasındaki bağlılık; yüz metreden pis kokan bir bulaşıkçıyı tercih eder de, kirli kazanlardan bile zümrüt yapacak kadar işine sadık, ehli bir bulaşıkçıyı tercih etmezdi... Nihayetinde bu kadar çaba boşuna gibiydi. Bir adamı tanımak için külliyatını bilmek gerekliydi. İşte bu, lise çağından itibaren “hayat üniversitesi” dedikleri okulu öğretmişti bana, psikoloji bölümü okur gibi, yavaş yavaş insanın psikolojisine etki edip onları mutlu etmeyi başarıyor olmak güzeldi. Güleryüzlü olmak yetmezdi, bazı durumlarda bayağılığa düşmeden kurtarmak gerekirdi durumu, diyelim yemek sırasında adam geğirir, ben:

-Ali dayı, Fransa’da geğirmek şefe iltifat sayılıyormuş, sen bunu mutlaka bir yerden duymuş olmalısın! Söyle bakalım Yusuf ustamın hangi yemeğini beğendin?

Kürdanı dişine götürür, kasıla kasıla geyik yapardı sonra...

-Kemalpaşa tatlısı getirir misin oğlum? +Emredersiniz Senyor!

Bazen türkmen köylerinden gelirlerdi, pilav yerine “az bilaf” derlerdi. Ben de ses rengimi onlara benzetmek, onların konuştuğu şekilde konuşmak için taklit ederdim:

+Çek abime bir az bilaf ustacım...-Benlen dalga geçiyor sanki bu oğlan... +Abilerin en güzeli; senlen dalga geçmek hiç olur mu, sizin hizmetinizde bulunma şerefi her şeyin üstünde...

En aristokratından en fakirine değişmez bir kaidedir, güzel sözler insanı her zaman mutlu eder... Sanırım bu yüzden dünyanın değişmez en revaçta mesleği yağcılık. Neşemin bir kaynağı daha vardı, gün aşırı karavana yoğurt almaya giderdim. Yoğurtçuda çalışan kızın yanakları pamuk şekeriydi, gözleri cennetin kutsal suyuyla yıkanmış gibi pirüpak bakıyordu.

 

Saçları toplu, gür, katran karası lâkin yüzü zambakgiller familyasından koparılmış bembeyaz bir çiçek gibi. Boynu pelikan... Tezgahın arkasından bakıştığımız için boynundan aşağısını hiç göremedim. Bazen yoğurt günaşırı bitmezdi de, kalanını ben yerdim, yoğurdun tadı umurumda değildi, ancak yoğurdu ön plana çıkarmam lazımdı:

+Amca, bu yoğurt ne güzel bir şeymiş, insanın kilo kilo yiyesi geliyor. -Tabii oğlum ne sandın, hakiki Manyas yoğurdu bu, meşhur...

Perdenin kapanma vaktinin geldiği akşam saatlerinde Şarapçı Muhsin gelirdi. Kimsesiz, virane, üstü başı hercümerç, yalnız her insan gibi kedi, köpekle sadıç, ama karizmatik bir yönü olduğu yadsınamazdı. Şeriati gibi: “iyi arkadaş yalnızlıktan, yalnızlık kötü arkadaştan iyidir!” özdeyişini benimsemiş gibiydi. Bir ceviz kabuğuna hapsediyordu kendini, çok az konuşuyordu, insani bir zafiyeti olan ‘açlık’ için zorunlu olarak insan içine karışması gerekiyordu. O gün menüde patlıcan musakka yoksa yemeye tenezzül etmezdi, açlıkla terbiye edilecek bir adam değildi Muhsin ama içkiyle edebilirdiniz.

-Muhsin abi, sırf senin için şu koruk üzümleri kapının girişine astım, sen belki burayı sarhoş kafayla karıştırıp şarapçı dükkanı zannedersin, yanlışlıkla parayı buraya bırakırsın diye...

Bu sözlere gülmekle yetinerek yemeği kaşıklamaya devam etti. Lokantaya tek kuruş bıraktığı görülmemiştir, şarapçıya da para vermeden çıktığı... Şarap onun biricik çocuğu gibiydi, çok kıymetliydi; lokanta ise bir metres, duygusal bağ kurmadan ihtiyacını görüp çıkıyordu. Karizmasını ise korkusuzluğundan alıyordu, eyvallahı yoktu hiç kimseye. Üçüncü bir zorunluluk da yoktu hayatında. Velhasıl; Muhsin ilginç bir tipti... Teatral bir performans sergiliyordum ve bu hoşuma gidiyordu. Krize kadar böyle iyi kötü yuvarlanıp gidiyorduk...

2001 krizi, günü kurtarmak için yapılan bütün ekonomik kalpazanlıkların koskoca irin olup patladığı gün olmuştur. Böylece yeni yetişen neslin inancı, umudu yok olmuştu. Piyasa ekonomisi dört bir yandan frenkeştayn canavarı gibi sardı etrafı, bir günde, bir anda, belki de meslek grupları arasında en çok elini kolunu bağlayan lokantadır. Tüpün, yağın, şekerin fiyatı bir günde üç katına çıkarken melül mahzun seyre koyulursun. Tas kebap yiyip rahat rahat felsefe konuşanları, yarım kase mercimek çorbası içip apar topar kalkarken görürsün. Güvensiz, korkak bir neslin yetiştiğini anlarsın... Bir gün lokanta sahiplerinin toplanması kararı çıktı, “bu böyle gitmez” dendi, fiyatların artması kararlaştırıldı... Memur kafalı adamlar ve çekirdekten yetişme ticaret adamları diye ikiye ayrılır insanlar. Toplantıdan, krizle mücadele için fiyatlar arttırma kararı çıktı... Meğer fiyatı arttıran sadece memur kafalılar olmuş, biz olmuşuz. Etrafımızdaki herkes J.P. Morgan oldu bir anda, hepsi katakullinin bir yolunu arar oldu. Bu coğrafyada, liberal ekonomik düzenin sopasından kan damlıyordu artık. Başka bir coğrafyada George Orwell sosyalist düzeni kıyasıya eleştirmekle kalmayıp yüz yıl sonrasını görüyordu... John Steinbeck diğer bir kıt'ada liberal ekonomik düzeni sonuna kadar eleştiriyor, hayatların nasıl karardığını acımasız gerçeklerle kaleminden kan damlatarak yazıyordu. Bir daha yaşanmasın diye geçtiğimiz yüzyılda bu yazarların romanları ödüller aldı, filmler çekildi, en ünlü aktörler oynadı. Çok farklı coğrafyalarda, farklı yönetim biçimleri ve farklı ekonomik düzenlerde, birbirlerini hiç tanımayan insanların hissettikleri ürperti aynı: Yoksulluk...

“Çünkü hakim medya vuran, döven, işgal eden, bomba atanların tarafında konuşur.” Demek ki el değiştiren siyasi rejimler değil sadece para oldu. Para, -ki istisnası pek azdır- evrensel saltanat kurdu. En şaibeli iş adamları ve kapitalistlerinin hüküm sürdüğü dünyada, bunlarla oynaşmanın sizleri atacağı yer açlıktan ve yoksulluktan kırılan milyonlardır...

Biz de bundan nasibimizi almıştık nihayetinde. Cumartesi günleri ilçenin pazarı olurdu ve işletmenin en yoğun günüydü aynı zamanda. Müşteriler köstebek yuvası gibi üst üste dizilirlerdi, başınızı kaşıyacak vakti bulamazdınız. O kadar muzurdum ki, cumartesi günleri bir anda ortadan kaybolurdum. Kriz tüm sirenlerini açmadan önce bir de benim için kırmızı alarm verilirdi. O kadar yoğunduk ki, beni bulmak için seferberlik başlatılırdı. Benim için Formula 1’in start düzlüğündeki motor seslerini dinlemekten, Hakkinen-Schumacher rekabetinden önemli bir şey yoktu o anda. Oturup izlerdim. Amcamdan yiyeceğim azarı göze önünde bulundurarak bir saat sonra dükkana döner, fildişi saplı bıçakla harıl harıl ekmek keserdim. Sadece önüme bakar, ellerimi arada bir alnıma götürürdüm, “alın teri kutsaldır” mottosuyla cümle aleme akan teri gösterirdim. Tabii bu bazen işe yarardı, her zaman değil. Krizden sonra cumartesi günleri bir daha kaçmadım, kutsal olan alın terini dökecek bir yer kalmamıştı artık, batıyorduk, gayya kuyusuna itiliyorduk. Hatta bu tutumu şımarıkça ve aşırı lüks bulmaya başladım. Ufak şımarıklıklar yapılamazdı! Yoksulların gırtlaktan başka bir şey düşünmeye hakları yoktu! Yavaş yavaş çürüyordunuz. Krizden neredeyse hiç etkilenmeyen kedisi ve köpeği, iki has nedimesiyle birlikte dolaşan Muhsin abimiz oldu ve yine krizle birlikte insanlar bir anda avcı konumundan av konumuna düştüler. Kapitalizmin sesi buyurgan ve kesindi. İnsanlar öfkeli olabilirdi ama bundan sonra güçlü olamayacaklardı. Şarapçı Muhsin ise ne avdı ne de avcı. O, bu acımasız hayat oyununu uzaktan ve duygularından arınmış, izlemekle yetiniyordu, o kadar... Dünyaya sığmayan o gençlik kudreti kaybolmuştu, uzun uzun dalgın bakışlar ve yavaş yavaş kabullenmişlik çöküyordu yüzlerimize. Hayata karşı mağlup olmayı ıstırapla öğreniyorduk. Başımı öne eğmiş, gözlerim karamsar, yoğurtçuya gittim bir gün. Yoğurtçu kız “nasılsın?” diye sordu ilk defa. Hani öyle irticalen de değil. Gözlerimin içine kaygılı ve çakmak çakmak bakıyordu. Her kriz mağduru gibi trajedi okunuyordu gözlerinde. Yine de anlayışla yanıt vermemi bekliyor gibiydi derhal. Aynı samimiyetle yanıt vermek isterdim; kötüyüm desem ayıp olurdu, iyiyim desem yalan... Ne doğrudan gerçeği söyledim ne de olmayan bir şeyi. Tek lâf etmeden çıkıp gittim. Bunun son görüşüm olduğunu bilemedim. Bilsem, "Çiçekler içinde menevşe baştır, güzeli gösteren göz ile kaştır. Gurbete gidiyorsun madem, bana mektup ulaştır, mektup ile konuşalım; bir zaman”... derdim... O gidince kanat takıp uçmak isterdim Kütahya’ya. Sonbahar yapraklarının ağırlığı, hüznü vardır hâlâ yoğurtçu sokağında... Babasının çalıştığı banka yine kriz sebebiyle küçülme politikası uyguluyordu, ufak bir tazminat cebine sıkıştırıp bu “küçük insanlara” da yol verdiler, memleketlerine yerleştiklerini duydum, bir daha hiç göremedim. Yapayalnız, korku dolu, çetrefilli ve bilinmez bir yoldu bu kriz. Karanlığı delecek bir güç, yolda zorluklarla mücadele edecek kudret kalmış mıdır ki insanlarda? Steinbeck’in dediği gibi: Hüzünlü yerlerden, kaygılardan, yenilgilerden gelmiş insanlardık... Gökte kocaman bir hale vardı ve en küçük kalplerde büyük zelzeleler bıraktı.

Kerem Han


Yorumlar

Maximum : 1000 Karakter / Karakter Sayısı: 
0
Yorumlara gerçek ad ve soyadınızı yazmanız onay kolayllığı sağlar.
Mail adresinizi yazmanız keyfinize kalmıştır. Yorumlarınızın onaylanması da
editörlerin tamamen keyfine bağlıdır. Yılların deneyimi sonucu bu bizde böyle.
  • Müdüriyet

    Müdüriyet 11.11.2016

    Muharrem Bey'in eleştirisi üzerine yazarın isteği ile öykünün adı "Bozlak Türküsü"nden "Bozlak"a değiştirildi. Saygılar, teşekkürler.

  • Burcu Tezcan

    Burcu Tezcan 10.11.2016

    Güzel benzetmelerin yer aldığı okuması keyifli bir hikayeydi.

  • Bahadır Özdemir

    Bahadır Özdemir 10.11.2016

    Öykü, kafamda zaten karışık olan zaman kavramını iyice karmakarışık etti. Öykünün en başında adam bir yerde duruyor mu, yoksa duruyor muydu? O durduğu yerden hikayeyi başa sardıktan sonra öykü bir türlü hikayenin başa sarıldığı yere dönemedi, başa sarılan yerde kaldı. Yoksa öykünün sonu aslında başlangıcı mıydı? Başlangıç ve son aynı yerdeyse o zaman, hikaye nerede? Yoksa bu aslında bir şiir de ben mi onu öykü sanıyorum. Ya da ne öykü ne de şiir, lokantadan çağrışımla, bir salata mı bu yoksa. Bilemiyorum?? (B.Ö.)

  • muharrem ertaş

    muharrem ertaş 10.11.2016

    balık hayvanı, leylek kuşu, baklava tatlısı pek olmadığı gibi, bozlak türküsü de kulağa pek hoş gelmiyor. bozlak deseydiniz de ben anlardım. oğlum da anlardı. çekiç ali de anlardı. kasten yaptıysanız da bu sanattan ben anlamadığım için benim kabahatimdir deyip geçeyim. kalktı göç eyledi avşar elleri

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.