Öykü
AVLUDA BİR MAVİ

İskelet Nimet derlerdi; kocasının adı Ebdula. Domuz burnu hep tıkalı. Yeşil gözleri çok güzeldi; yüzünde emanet. Kiloyla ilgisi yoktu işin bu emanet kısmının. Yani Nimet balon kadar şişse bile yüzüne can gelmezdi; çirkindi. Ebdula’sından başka küçük büyük herkes Nimet’e kötü davranırdı. Çünkü bu iskelet kadın susardı; hep, uzun uzun, derin dertli, konuşmayı bilmezmiş gibi. Köpeğe taş atsan havlar da Nimet’in başına değil atmak yağdırsan gık demezdi. Ondaki bu ölümcül sessizlik iyi insanı bile iyiliğinden ederdi. Etti. Komşu Emine Teyze ne iyiydi, iyi derlerdi işte ama Nimet’te biterdi o hali. Soba külünü herkesin döktüğü tümseğe dökmek Nimet’e yasaktı. Emine Teyze kızardı, bağırırdı. İyi delikanlı, herkesin terbiyesine ayılıp bayıldığı Rıza, ergenliğin öfke nöbetini küfürle onun üstüne salardı tenhalarda. Bir de ara sıra hafiften dokundururdu eteğine; kabaran yerini. Nasıl olsa bir şey demezdi Nimet; ne Rıza’ya ne de onun ettiklerini bir başkasına. Nimet’in sessizliği sokaktaki herkesin gizli terbiyesizliğiydi; arsızlığı, ahlaksızlığı, ikiyüzlülüğü, nefreti, öfkesi. Hatta susması, onların bilinçdışının hortlamasıydı. İskelet Nimet olmaz olaydı. Ama o zaman da Ebdula sevilmeden nasıl yaşardı? Karanlıkta yolunu bulamazdı. Karanlıkta; yatakta. Kimi geceler sabaha kadar susup anlarlardı birbirlerini; nefesle, terle, tenle. Sıcacık, insanca. Tabii işin bu karanlık kısmı böyleydi ya da değildi; uydurma, hayal, ideal. Ama herkesin bildiği bu ikisinin birbirini çok sevdiğiydi. Avlu. Ev.
Avlu içinde dört eski tahta kapı, dördü de maviye boyalı. Nori Dede kendi kapısıyla üç oğlunun kapısını aynı renge boyayınca avlu içi adaleti sağlamış; mışmış. Olacak şey değildi, hayaldi; adaletti. Bir gün büyük oğlan babasına bu adalet için ifade verdi; babalığın batsın. O gün bu gündür kahırdan emekli Nori Dede; rahmetli. Bir Ahraz karısı kaldı mavi kapının gerisinde gelinlerine zulmetmek üzere, bir de çerçevesi; Ahraz’ın duvardan indirip yattığı döşeğin altına koyduğu dört cılız çıta. Cılız mılız ama içindeki pek değerli; asker, koca. Ortanca oğlan çerçeveyi ağabeye kaptırınca zorbalık için ifade verdi; askerin batsın. Babayı rahmetli makamına oturtanın taht-ı revanına yaraşırdı elbet bu kıymetli fotoğraf ama almanın da böylesi ortanca kardeş gibi fitne fikirlileri delirtirdi; ele güne iyi evlat pozu meselesi. Bir de makam tabii; babadan oğula geçen, ezen, dediğini ettiren. Sahi bu avluda kaç kapı vardı babanınkinden başka? Büyük oğlanla ortanca; en küçüğü var bir de, Ebdula. Onu sayma mı? Deli mi? Makam mevki bilmez mi? Ama bu deli, büyük ile ortancanın aksine babasını severdi. İçinde asker babaların olduğu cılız çıtalı çerçeveler sevgiye hürmetten değil, bir delinin kadrini kıymetini bilemeyeceği nedenlerden ötürü vardı; asılırdı. Kuru duvar, dilsiz kemiksiz ama taht makamında bülbül kesilir; emir demirdi. Keşke diye dile gelseydi keşke; çerçeveyim, beni Ebdula’ya verin. Kıymeti makamınca, Nimet kurtula; onların duvarında olursa, ne de olsa ölü diri baba bu baba. İki yengeyle Ahraz, büyükle ortanca, mavi kapıların ardındaydılar, kaynattılar, kaynadılar. Zehiri, zehirle. Kötülük mavi dinlemez diye, kötülük kimde olursa olsun güçle hemhal diye bahaneler sahibiydiler. Karanlık odalar içinde fısıltıyla dile getirdikleri o bahanelerle kusturdular. Kan. Nimet’e. Avlu savaş meydanıysa eğer, elbette kan akacaktı. Nimet’in ses vermeyen her hücresinden hem de. Kızıl. Büktükçe bükülerek boyun, daha da kızıla çalarak hem de. Gariban. İçlerindeki bir başka içi gördüren Nimet varlığına, suskunluğuna gün be gün daha da öfkelenerek hem de. İkiyüzlülük. Avluya en ağır geleni ise bahaneler tükendiği halde savaştan vazgeçememeleriydi. Nimet yok olsa; ölseydi. Kim bilir? Belki de! Çerçeve. Duvar. Taht. Dünya insana dardı da yine de sığardı ona, toprak anaya sokula sokula; sığışa tıkışa. Sığmadı Nimet. Peki isteseydi? Ebdula’nın koynundan başka bir yer daha; bir iskeletlik yer, bir Nimet’lik. İstemedi. İzin vermezler diye çok korktu. Aklı erdiğinden beri korkutulmuştu. İşte bu; sustu, sustu, sustu.
Deli Ebdula derlerdi; karısının adı Nimet. Çocukluğu ağabeylerinin elinde oyuncak olduğundan yıpranmıştı; kırıktı, kırgındı, kızgındı. Nori’ydi babası; bastonundan sebep adının kuyruğu Dede’li; hiç onarmadı bu oyuncağı. Bir kerecik olsun sevgiyle dolsaydı Ebdula’nın yaralanan yerlerine, merhem niyetine; o da zamana kafa tutup hurdaya dönmüş çocukluğunda kalmazdı. Büyüyemedi Ebdula; eksiklikten. Baba sevgisi; suçlu. On beş yaşına kadar işedi; yatağına. On altısında sokakta oyunda; en ufak itiş kakışta salya sümük ağladı. On yedisinde ağladı. On sekizinde ağladı. Avluyu çiş bastı, gözyaşı yıkadı. Sonra. Haki. Yeşil. Postal.
Herkes gibiydi aslında. Akılca, ortalama akılda. Normallerin belirlediği sınırlar içi biriydi; Ebdula normaldi. Alttan, üstten akan sular yüzünden sınır dışı sayılamazdı çünkü her evde bir Ahraz, bir de dede niyetine bastonlu baba yaşardı. Çatı varsa, ev; ev varsa bir ezen bir de ezilen vardı, mutlaka vardı. Ezilenin halleri çeşit çeşitti; ev ev değişirdi. Ebdula’nın durumu da böyleydi. Adının mevkiden düşmesi askere gidişiyle gerçekleşti. Ebdula adı kuyruğa takıldı, aslen Deli diye anıldı; Deli Ebdula. Aman ne gam. Deli meli ama varlığını tanımlayışından bir harfcik bile olsun vazgeçmediğinden gururluydu Ebdula. Sabah ye akşam ye. Pata küte, hakaret küfür üstüne, başına vur öğrensin diye. Öğrensin. Adın Abdullah. Öğren bilmem neyini ne ettiğimin eşşoğlu beş kulağı; Abdullah. Söyle ulan; Abdullah. İlk önce korktu Ebdula; canının çilesi çıktı. Acıyordu; ne kemiği, ne eti. Ebdula baştan ayağa acıyordu; acı, acı, acı. Acıyla bir haller oldu Ebdula’ya. Nesi zordu ki Abdullah demenin? Anlayamadın komutanım; komutanı. Deyiver meselesi değildi artık bu; anlayamazsın. Çünkü Ebdula’nın dışındasın. Hırpaladığın dışı. Dıştan hırpalandıkça içten içe değişti Ebdula. Hurdaya çıkardığı çocukluğundan kurtuldu; artık altı da üstü de kuruduğuna göre. Her gece kustu; midesini çıkarasıya. Kustukça ferahladı, avlu hatıraları başkalaştı. Abdullah’sın ulan. Değilim. Abdullah de. Ebdula. Gün gün üstüne Abdullah, Ebdula. İnat değildi bu komutanı. Değişimdi. Derisi yırtıldı, eski derisinden sıyrıldı çıktı. Varlığının sesinden bir harf bile vermeden bambaşka biri oldu. Askere cüce gitti; avluya, eve dev döndü. Herkese deliydi ama kendine yeniydi Ebdula. Varsın desinlerdi; Deli Ebdula. Abdullah olmadı ya…
Örneğin avludaki herhangi bir günün herhangi bir Nimet eziyeti: Kış sabahı. Ahraz ilk mavi kapıya dayandı. Açmadı gelin. Başlarım senin kömürüne. İkinci mavi kapıdaki karşılama hemen hemen aynı öfke kıvamındaydı. Senin de, kömürünün de. Üçüncü mavi kapının ağzı var dili yoktu da ondan öyle hemen anlayıverdi Ahraz’ın ahrazca dediklerini. Zulüm dilde değilse, örneğin eldeyse zulüm sayılmaz mı? Elleriyle parçaladı Nimet’in yüzünü; açılmayan kapıların gölgesini. Karnı burnundaydı Nimet’in. Geceleri göbek deliğindeki, Ebdula’nın avuç içini tek tek tekmeleyen meyve; iki canın cananı. Onun üstünde taşıdı kömürleri, ısıttı Ahraz’ın evini. Belim diye inledi Nimet; bebeğim. İnilti, gölge gözlere çakmak çakmak düştü. İstedikleri kadar açmasınlar kapıyı ne ki o gözlerin ışığı perdeye düştükten sonra, saklanamazlar. Kaynanasına teneke teneke kömürü avludan eve taşırken, yengelerinin sivri dişleriyle gülerek perde gerisinden baktıklarını biliyordu Nimet; gördü Nimet. Daha çok görmek için daha çok inledi; kötülüğü iyice bildi. Gitme hayat, gitme benden. Düşme. Son iniltiyle, terle, sessizce geldi; can. Nimet’in bebeğine kırk bin kere maşallah değil. Fazlası…
Örneğin ortanca ağabeyin Ebdula’ya eziyeti: Yaz günü. Karından da mı utanmıyorsun sen? Çocuk bilmiyor tabii anlamları; sevmek, ihanet, ev, avlu, baba, kıskanma, sıkıntı, yük, hele ki utanç. Bırak utanmayı belki de sevmiyor bile. Ortanca ağabey arka sokağın karanlığında bulduğu bir çocuğa bulaştı; karmakarışık bulaşık hisleriyle. Yaşının, yaşadığı onca yılın ağırlığıyla abandı çocuğun saflığına. Adı da sözüm ona, “dayanamıyorum”du. Sensizliğe dayanamıyorum; senden uzaklaşmaya. Dünyanın bana bakan korkunç gözlerine dayanamıyorum; beni hiç sayışına. Sen olmadan yaşadığım hayata dayanamıyorum. Ortanca ağabey “biri” değildi, dev bir “bıkkınlık”tı. Bu bıkkınlığın acısı Ebdula’nın ergen bıyığındaki terden çıktı. Beni mi dikizliyorsun lan sen? Ortancanın çocukla yaptıklarının değil; öylesine, ayaklarının aklından kopup özgürce daha doğrusu aptalca gittiği arka sokağın karanlığında boşluğun peşindeydi. Yoksa o da istemezdi en az ağabeyi kadar görmez olasıca gördüklerini. Ortanca, döve döve gebertti Ebdula’yı; rahatladı. Günahını yıkadı sanki; bedeninden, aklından akıta akıta. Ahraz’ın hırıltısı, Nori Dede’nin bastonu, evin sıcak ahır kokusu; hır hır, tak tak, leş nefes pis nefes derken iki ağrılı sancılı geceden sonra dirildi Ebdula. Gebermek öyle kolaydı da…
Yüzü Nimet’inkinden daha çirkin, huyu suyu Ebdula’nınkinden daha deli olacak diye çok korkmuş mavi kapı ardındakiler. Yok canım daha neler! Beşiğe yuva yapan karınca, pencereden bakan atmaca, gölgedeki boğa, çatıdaki kedi bir de çınar; rahmetli şaire saygılar; korkmuş. Diğerlerine nesi! Öyle öyle de, yani yer gök dağ taş yeni cana coşkuyla bakmışlar bakmasına ama, avlunun kötüleri çerle çöpün olsa olsa biti olur diye hiç umursamamışlar ama, niye çıkmış gelmiş ya da niye hortlamış? Nori Dede’nin hortlağı. Hortlak. Nimet’e diyecekleri varmış; mışmış. Hoşt. Tövbe bismillah; köpek mi ki? Dirisi görmezdi Nimet’i; avluda gri bir silüetti. Demek hortlayınca aklı başına geldi; silüet gri değildi Nimet’ti. Bebek kırkını çıkarmadan vardı odaya; usulca, karanlıkta. Şeytan dürttü, anneden önce bebeğe yöneldi. Hortlakları da mı dürtermiş şeytan? Beşiğin üstünden kaldırdı sarı tülbendi. Gece gündüze dönüverdi. Güzel; yavan kalır. Beyaz; eksik. Işıl ışıl; yetmez. Çiçek; solar. Mis; leş olur. Abartıya dayanamayan Hortlak beşiğin içine zıpladı. Neye niyet neye kısmet; sokuldu bebeğe. Canından can çıkarırken bile inlemekten başka ses vermeyen Nimet, önceki Nimet’i öldürürcesine yırttı suskunluğun kefenini. Yırtıktan çıkan ses avluya, oradan sokağa, sokaktan dünyaya, dünyadan da hortlağın geldiği âleme vardı. Hortlak sıçradı; beşikten hop dışarı. Sus gelin sus. Benim tanımadın mı? Aslında senin için gelmiştim ama yol uzun yorulmuşum, şuracıkta durmuşum. Bir soluklanayım dedim. Sokulup kalmışım işte. Körpeciğe zarar verir miyim hiç; hortlak mortlak bu güne bu gün dedesiyim ne de olsa. Yaklaş, iyice yaklaş; dinle: Avludan gidin. Mavi kapıları batsın. Elim kırılsaydı da boyayamasaydım keşke. Üç kardeş bir de ana geçinip giderler sandım. Bu avlunun sana ettikleri bini geçti. Yine de aslana dönüvermedin gelin. İçinde ne olur ne biter bilemem. Ama avluya alıştın galiba; sana olanlara, olduranlara. Yeşil yeşil bakma da kulağını iyice aç; kaç. Körpen cennetten; cehenneme atma. Bu ortancanın sinsiliği bir tarafa, büyüğün doğası bambaşka. Aklında yılan huyunda bir fikir var bilesin. Böyle böyle böyle. Ebdula’ya değil sana geldim çünkü sen ılık ılık lohusasın, beni anlarsın. Gitmeden beşiğe bir daha gireyim mi?
Kara rüya geceler geceler üstüne, beşiğin etrafında dört döne; tükendi Nimet. Canından can çıkardığı yerinden sinsice girip kemiğine varasıya tüm fani varlığını sararken illet; aklı da illetin gücüne ha gayret boş durmayıp türlü oyun peşinde, Nimet’i delirtme niyetindeydi. Büyük ağabey körpeyi öldürecek de parça parça köpeklere yem edecekmiş. Hortlak gelme, Hortlak aklıma girme. Ortanca ağabey körpeyi büyütecek de kendine yar edecekmiş. Girme beşiğe. Büyük küçük bir olup beşiği avluda yakacak, evi başlarına yıkacaklarmış. Akıl, beden, illet; lohusa hasta. Kemik sızladı, eridi, azaldı; mavi kapı ardından avuç dolusu miktarınca avluya çıktı. İllet yıkansın mı? Bir can, bir cana; ölüm, dirim. Avlu mezarına gömüldü Nimet. Yıkandı da. İllet sarı sarı aktı. Kötüler sadece baktı; Nimet’ten akan kendi irinlerinden bir zerrecik olsun tiksinmeden hem de. Avlu, kapılar, babalar. Baba; Ebdula. Duvarı çerçevesiz. Nimet’siz.
Adının önüne gelirdi Güzel; bir Nimet vardı anası iskelet, babası deli. Ölesiye sessizdi. Sadece sessizliğiyle mi, Nimet demeyle mi benzerdi annesine? Nimet, Nimet’in aynısıydı. İkisi de dışıyla örselendi; güzeldi, çirkindi. Nimet’in de Nimet gibi sağ omzu biraz yukarıdaydı. Aslında omuz hizasında bir kayma yoktu. Boynu sağa büküktü de göz yanılıyordu. Bu, adalet terazisinde bir ölçüydü. Bükük boyun ölçüsünce vardı eşitlik; adil miydi, adı adaletti. Ebdula, sevdiğinin içini yüzünde taşıyan kızını kurtaramadı avludan. Çünkü gidecek yerlerin hepsi onun bilgisince avluydu. Madem her yer avluydu, en iyisi bildiğin avluda kalmaktı Ebdula kararında. Hiç olmazsa bir mavi kapısı vardı açacağı. Kendi aklının fırtınasını bu şekilde dindirip, enkazın üstünde oynayan akılsız umudun başını okşamak tek kişilik yüktü; taşırdı, taşınırdı. Peki Nimet’lerin fırtınaları, onları yakan avlu cehennemi? Cehennemdi, yandı bitti kül oldu gitti. Mi? Mavi kapıların içinde dışında zaman düz bir çizgiydi, ondan öyle babadan oğula, anadan kıza geçti; zulüm, ölüm, dirim, zulüm…
Miyase Aytaç Yılmaz
Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.
Miyase Aytaç Yılmaz 10.01.2017
Merhaba; İlknur Hanım, Pınar Hanım teşekkür ederim. Saygılarımla.
İlknur Arslanoğlu 09.01.2017
çok güzel...
Pınar benli 09.01.2017
Miyase Hanım, elinize sağlık. Öyküyü çok sevdim. "Depresif ton"hoşuma gitti.
Miyase Aytaç Yılmaz 09.01.2017
Merhaba; Sevgili AYA, 2 no: Kesinlikle haklısınız. İlk satırda "ahraz karısı" tamlamadır. Gözümden kaçmış. Müthiş heyecan duydum açıkçası böyle bir okuma yaptığınız için. 1 no: Gittiğim yolu bilinçli mi seçtim tam bilemiyorum. Bunu ben bilmeyeceksem kim bilecek değil mi? Ama dertlilik değil de "YOKSUNLUK HALLERİ" tam da koyabileceğim bir ad oldu öykülerimin konularının ana eksenine.(Cümleye gel) Dilde bir ritm ustalığı için ise galiba daha yüz fırın ekmek yemem gerek. Sevgili AYA niye bilmiyorum (aslında gizliden gizliye biliyorum) 1 no'daki ilk tırnak içi tespitten rahatsız oldum. İşte bu rahatsızlık bana yol aldıracak. Sağ olasınız. Avlu mezarı, avluyu mezar saymam. Yoksa buradaki "avlu" mezarın türü değil. Deliyi yazmaktan pek vazgeçecek gibi değilim galiba. (Şimdi geldi aklıma) Keşke delirsem. Sağ olun Gülşen Hanım. Saygılarımla. Bu arada devamsss tabii. İyi geliyor; ilaç niyetine.
arif yavuz aksoy 09.01.2017
Sevgili MAY, son 2 "öykü" için toptan yorumda buluniciğm. 1. Sabit bi depresif ton, müzmin bi "Anadolu'nun delisi, fakiri, köylüsü, veremlisi" üzerinden flegmatik yazma tekniğine giriş seziyorum. Bu iyi değil. Neden mi? Dert adamı söyletir. Doğru. Ama gam da yiğidi çürütür. Edebiyat ürününde dertlilik, yoksunluk hallerini flegmatik bi kararlılıkla sunacaksanız onun için okuyucuda çok yüksek bi "ritm ustalığı" havası estirmeniz ve teknik doyum sağlamanız şart. Yoksa arada dil kullanımı açısından fazla avangart sayılmasa bile düzgün, zeka parıltılı bi stiliniz var. 2. Ahraz özel isim olacaksa bile (yani nick name babında) ilk kullandığınız satırda özel isim olarak geçemezdi. Yazarın özgürlüğüne şeyetme falan diyecekler ama bu bence bi hata ve ben maddi ya da gramatik hata görünce bunu bildirmekle mükellef hissediyorum kendimi. 3. Anadolu'yu samanyolutv ekipleri kadar olmasa da epeyce bi gezmişliğim var. Avlu mezarı ne demek? Bahçe başka, avlu başka! a.y.a. hürmetsss ve sonra devamsss
gülşen aytar 09.01.2017
Okumak istedim, bir daha okuyacağım. Şiirseldi