Ay Işığı Sokağı

Ay Işığı Sokağı

Gemi, fırtına nedeniyle küçük Fransız kentinin limanına geç vardı. Almanya’ya giden gece treni kaçmıştı. Hiç tanımadığım, bana yabancı bu kentte hiç planlamadığım bir gün geçirmek zorundaydım. Bu akşam ne yapılabilirdi? Pavyonumsu basit bir lokale girip daha çok kadınların hoşuna giden melankolik melodiler dinlemek veya otelin salonunda oturup benimle aynı gemide yolculuk etmiş biriyle sıkıcı konuşmalar yapabilirdim. Kaldığım otelin küçük lokantası da pek çekici değildi. Sigara dumanına yanmış yağ kokusu karışıyordu. Günlerce deniz havası almıştım, hâlâ dudaklarımda denizlerin tuzunu hissediyordum. Bu durumda benim için otelden çıkıp gezinmekten başka olanak yoktu. Çıktım ve nereye gittiğime dikkat etmeden geniş caddede öyle yürüdüm. Az sonra bir alana vardım. Üniformalı müzisyenlerden oluşmuş bir bando oynak melodiler çalıyordu. Caddenin kalabalığı arttı, akın akın gelen insanların akıntısına kendimi kaptırdım. İyi giyimli bu küçük kent insanları arasından kayıtsızca öyle yürümek ilk anda hoşuma gitti; fakat az sonra biraz şaşkın, biraz meraklı yüzüme bakan, sırıtan, yanlarından geçerken dokunan bana yabancı bu insanların akıntısında sürüklenmek rahatsız edici olmaya başladı.

Deniz yolculuğu biraz hareketli geçmişti. Şimdi geniş caddede yürürken ayaklarımın altında dalgaların hareketini, geminin sallanışını hisseder gibi oluyordum. Bir an üzerinde yürüdüğüm dünyanın nefes alıp verdiği hissine kapıldım. Geniş cadde sanki titreşiyor, kıvrılarak gökyüzüne erişmeye çalışıyordu. Bu kalabalığın, gürültücü karmaşanın ortasında bir an başımın döndüğünü hissettim. Kurtulmak istedim, yan sokaklardan birine saptım, az yürüdüm, yine bir başka sokağa saptım. Beni rahatsız eden gürültü yavaş yavaş uzaklarda kaldı ve sonunda iç içe geçmiş daracık sokakların oluşturduğu karmaşada hiç duyulmaz oldu. Geniş caddeyi sayısız mehtap gibi aydınlatan kocaman lambaların ışığı da yoktu burada. Köşe başlarındaki elektrik direklerinden yayılan güçsüz ışık giderek cılızlaştı. Artık tek aydınlık kapkara gökyüzündeki binlerce yıldızın ışıltısıydı.

Limana yakın bir yerde olmalıydım. Burası gemi tayfalarının yaşadığı bir mahalle olabilirdi. Gezindiğim sokaklarda karaya vurmuş, kurumuş yosunlardan, çürümüş, çöpe atılmış balıklardan yükselen, havalandırılmamış odalardan dışarı yayılan kötü kokular burnuma geliyordu. Bir rüzgâr çıktığında hepsini alıp beraberinde götürecek, sokaklar yine taze havaya kavuşacaktı. Buraların loşluğu ve yalnızlığı hoşuma gitti. Adımlarımı yavaşlattım, sokaktan sokağa geçtim, dikkatle sağıma soluma bakındım. Sokaklar çok değişikti. Biri çok sakindi, köşeyi dönünce karşınıza çıkansa çekiciydi, okşayıcıydı; ama hepsi de loştu, karanlıktı. Her yerden hafif bir müzik duyuluyor, değişik insan sesleri kulağa geliyordu. Seslerin kaynağı sanki yerin altındaydı, gizliydi. Nereden geldiklerini bir türlü anlayamadım. Barakamsı alçak evlerin kapıları, pencereleri kapalıydı, kimi yerden, bir aralıktan kırmızı veya sarı ışıklar dışarı sızmaya çalışıyordu.

Daha önce hiç gelmemiş olduğum yabancı kentlerde böyle dar, ıssız sokakları severim. Kocaman, tehlikeli denizlerde son bulmayan uzun yolculuklarda ıssız gecelerin ardından limana inen tayfaları baştan çıkarıcı birçok şey bekler oralarda. Belki de sadece bir gece kalacaklar bu limanda, sonsuz düşlerindeki şehveti bir saat içinde yaşayacaklar bu sokaklarda... Küçük ara sokaklar, içlerinde yüzleri maskeli, saygıdeğer ve kibar insanların yaşadığı beyaz boyalı, pencereleri pırıl pırıl evlerde neler olup bittiğini küstahça ve açık açık söyledikleri için hep kentlerin göze görünmeyen derinliklerine saklanmak zorundadır. Küçük barlardan, lokantalardan müzik kulağa geliyor, insanları kendine çekiyor, göz kamaştırıcı afişlerle küçük sinemalar akla gelmeyecek şeyler vaat ediyor gelip geçenlere, kapı aralarına sinmiş küçük, rengârenk ışıklar, hafif aralık kapının ardından görünen çıplak et, açık açık davet ediyor erkekleri içeri girmeye... Kendinden geçmişlerin, iskambil oynayanların dalaşmaları kahvehanelerden dışarı taşıyor. Dar, loş sokaklarda karşılaşan tayfalar birbirlerine sırıtarak bakıyor. Kadınların, kumarın, içkinin, maceranın; kısacası buradaki kirli yaşamın verdiği umut, uslu genç tayfaları canlandırıyor. Panjurların ardındaki sahte suskunluk, ikiyüzlü içine kapanıklık onları daha çok baştan çıkarıyor. Benzeri sokaklara kişi Hamburg'da, Kolombo'da ve Havana'da da rastlayabilir. Oralarda da lüksün bulvarları vardır, alttakilerin ve yukarıdakilerin yaşamı o kentlerde de geçerlidir. Başıboş, duyusal bir dünyanın göz kamaştırıcı kalıntıları... Çekiciliğiyle şehvet dolu karanlık bir ormanı andıran, herkesin giremediği bu sokaklarda yığınların içgüdüleri düzensizce, hızla boşalıyor. Gizemleri onları çekiyor, düşlere daldırıyor.

İşte beni de bir anda büyüleyip, kendine çeken bunlardı! Bir süre, bellerindeki uzun kılıçları sokakların arnavutkaldırımı taşlarına sürünen süvarilerin peşinden yürüdüm. Bir barın kapısında duran kadınlar, seslenip içeri gelmelerini söyledi. Adamlar umursamayınca kaba şakalar yapıp, alaylı kahkahalar attı. Onlar yollarına devam etti, kadınların sesi uzaklaştı, duyulmaz oldu. Ben tek başıma kaldım ve her yer yine sessizleşti, sokaklar suskunlaştı. Ayın soluk ışığı küçük pencerelere vuruyordu. Olduğum yerde durdum, beni saran sessizliği bir nefes gibi derin derin içime çektim. Kulak kabarttım, bir şeyler duymaya çalıştım. Bu sessizliğin bir yalan olduğunu hissediyordum. Akşamın loşluğunda sokağa çökmüş olan buğuların ardındaki kokuşmuş dünyada parıldayıp, ışıldayan bir şey vardı... Hiç yerimden kıpırdamadım, boşluğun sessizliğini dinledim. Ne kenti, ne de sokağı hissediyordum. Neredeydim, isimleri neydi? Bildiğim, hissettiğim tek şey benim burada yabancı olduğum idi. Bu bana çok yabancı dünyanın ortasında her şeyden uzaklaşmıştım, hiçbir şeye ilgi beslemiyordum, birilerine iletmek istediğim tek mesajım da yoktu. Yine de çevremdeki gizem dolu yaşamı damarlarımda akan kan gibi capcanlı hissediyordum. Burada gerçekleşen her şeyin sanki benim için olduğu hissini yaşıyordum. Her şeyin dışındaydım, ancak ruhum yine de mutlu edici bu duygularla doluydu. Bilinmeyenler hırsla üzerime atılıyordu.

Issız bir sokakta tek başıma, sessizliğe kulak kabartmış, öyle duruyordum. Bilmediğim; fakat gerçekleşeceğine inandığım bir şeyin beklentisi içindeydim. Çevremdeki boşluğa kulak kabartmıştım, bir şeyi duymak istiyordum ve işte o anda, çok ötelerden, sanki duvarların arkasından, boğuk bir ses, melankolik bir melodi kulağıma geldi. “Freischütz” operasında dans ederek söylenen bir şarkıydı. Bir kadın Almanca söylüyordu. Dünyanın bu gözden uzak köşesinde Almanca bir şarkı... Bilemediğim yerden geliyordu ses, sanki haftalar sonra biri beni kendi dilimde selamlamak istiyordu.

Bilmek istedim, kimdi buralarda kendi dilimde şarkı söyleyen o insan? Bu sokaklar karmaşasında eski bir şarkıyı anımsayıp yüreğinin bütün özlemiyle haykıran kim olabilirdi? Sesin geldiği yöne doğru yürüdüm, her yere kulak verdim; yarı uyuklayan, kapalı panjurlarının arasından baştan çıkarıcı soluk bir ışığın sızdığı, bazılarının pencerelerinden birisinin el salladığı evlerin önünden geçtim. Kapısı pek dikkati çekmeyen küçük bir barın duvarlarındaki göze batıcı afişlerde değişik biraların, viskilerin reklamı yapılıyordu. Her yerde bir gizem vardı; fakat bu hem iticiydi hem de çekici. Bütün bunların arasından o ses geliyordu ötelerden kulağıma. Gittikçe yaklaşıyordum ona. Ve birden önünde durdum. Ne yapacağımı bilemedim, kararsızdım. Sonra kararımı verdim, kapıyı açıp içeri girdim. Pencerelerinde beyaz perdeler asılı küçük bir odaydı burası. Odanın loşluğunda bir şeyin hareket ettiğini sezdim. Pencerelerden birinde pusuda beklermiş gibi duran adamın ürktüğünü, odayı aydınlatmaya çalışan kırmızı ışığa karşın yüzünün solduğunu fark ediverdim. Gözlerini iri iri açarak bana baktı, özür dilermiş gibi bir şeyler mırıldandı ve sonra hızla dışarı çıktı. Merakla peşinden baktım, çabucak sokağın loşluğunda gözden kayboldu. İçerideki tiz sesli kadın şarkısına devam ediyordu. Onu görmeliydim. Kapının tokmağını çevirdim ve odadan içeri adımımı attım.

Aynı anda sanki bir bıçakla kesilmiş gibi kadın şarkı söylemeyi bıraktı. Ürktüm. Kendimi bir boşlukta hissettim, suskunluk bana bir düşman gibiydi. Yoksa odaya ani girişimle bir şeyi mi yıkıp, parçalamıştım? Gözlerim yavaş yavaş odanın loşluğuna alıştı. Küçük oda hemen hemen boştu, bir masayla, bir dolaptan başka bir eşya yoktu. Aynı anda buradan başka bir odaya geçildiğini fark ettim. Onun kapısı aralıktı; içerisinin soluk ışığında genç bir kadını seçtim. Makyajlı yüzü yorgundu, dirseklerini masaya dayamış öyle oturuyordu. Az arkada, küçük bir tezgâhın yanında yaşlıca, üstü başı kirli bir kadınla güzel sayılabilecek bir genç kız duruyordu. Üçünün de canları sıkkın gibiydi. Verdiğim selama az sonra lütfen bir yanıt verdiler. Huzursuzlandığımı hissettim, sanki bir boşluğa adımımı atmıştım. Bu can sıkıcı suskunlukta bir gerginlik vardı. Bir an yine çıkıp gitmeyi düşündüm; fakat bundan hemen vazgeçtim, boş masaya iliştim. Görevini anımsayan genç kız ne içmek istediğimi sordu. Fransızca konuşmuştu, ama şivesinden Alman olduğunu hemen fark ettim. Bir bardak bira ısmarladım. Kız ayaklarını sürüye sürüye yanımdan uzaklaştı ve az sonra elinde iki bira döndü. Gerek yürüyüşündeki bitkinlik, gerekse bakışlarındaki cansızlık yaşamı pek umursamadığının belirtisiydi. Biralardan birini önüme bıraktı; diğeri de bu gibi yerlerde gelenek olduğu gibi kendineydi. Başı bana dönüktü, ancak boş bakışları benden ötelerde bir yerdeydi. Karşımdaki genç kızı seyretmeye başladım. Gözkapakları düşüktü, saçları kötü taranmıştı, kendine şöyle bir makyaj yapmış olacak ki yanaklarında lekeler seziliyordu, ağzının kenarlarında da kırışıklar oluşmaya başlamıştı. Üzerindeki elbise de giyimine pek önem vermediğini gösteriyordu. Sesinin kısıklığı sigara ve biradan olacaktı. Karşımda oturan yorgun bir insandı. Sanki sadece alışkanlığından öyle yaşayıp, duruyor, duygusuz bir yaşamını gittiği kadar sürdürüyordu. Az sonra çekinerek, yanıt vermeyeceğinden korkarak bir şey sordum. Konuştu, yüzüme bakmadan, dudaklarını oynatmadan. Burada oluşum pek hoşuna gitmemişe benziyordu. Tezgâhtaki kadın uzun uzun esnedi. Diğer genç kız oturmuş dalgın dalgın bana bakıyordu. Sanki yanıma çağırmamı bekliyor gibiydi. En iyisi kalkıp, tekrar sokağa çıkmaktı, ama bir kez buraya adımı atmıştım. Kendimi bir an için sallana sallana dolaşan, kapağı buraya atmış tayfalardan birine benzettim. Bir yandan çok meraklıydım, bir yandan da çekiniyordum. Canlarından bıkmış, hiçbir şeyi umursamaz gibi öyle oturan kadınların benim için kışkırtıcı, çekici yanı da yok değildi...

Aniden bir kahkahayla kendime geldim. İçeri dolan havada masadaki mumun alevi titreşti. Arkamdaki kapı açılmış olacaktı.

“Yine mi geldin?” diye masadaki genç kız Almanca homurdandı. “Hâlâ evin etrafında dönenip duruyorsun demek! Gel bakalım! Korkma, korkma sana bir şey yapacak değilim.”

Böyle öfkeyle, cıyak cıyak konuşmuş olan genç kadına baktım. Sonra başımı kapıya doğru çevirdim; çekingen çekingen, bakışlarında korku, öylece duran adama baktım. Bütün vücudu titriyordu, elinde şapkasıyla o anda bana kapıya gelmiş bir dilenciyi anımsattı. Kadının bağırması ve yüksek sesle attığı kahkahayla oldukça ürkmüşe benziyordu. Tezgâhın yanında duran kadın da bir şeyler homurdandı.

“Gel bakayım, Françoise,” diye konuştu masamdaki genç kız emreder gibi. Zavallı adam ayaklarını sürüyerek birkaç adım attı. “Görüyorsun bir müşterim var!”

Onunla Almanca konuşuyordu. Tezgâhtaki kadınlar söyleneni anlamasalar da bir kahkaha patlattı. Gelen adamı tanıyor olacaklardı.

“Ona bir şişe şampanya ısmarla bakayım, Françoise, en pahalısından olsun!” diye bağırdı masamdaki genç kız ve tezgâha doğru baktı. “Eğer cebinde paran yoksa, buraya bir daha adımı atmayacaksın, rezil, cimri herif! Beni bedava seyretmek de yok! Biliyorum, sen her şeyi bedava istiyorsun!”

İnce uzun boylu adam bu aşağılayıcı sözlerin ve kahkahaların altında eğildi, büküldü, sırtında bir kambur oluştu, yüzü korkusundan sinen bir köpeğe benzedi. Titreyen ellerle kadehine doldurmak istediği içkinin yarısı masaya döküldü. Başını kaldırıp karşısındaki genç kıza bakmaya cesaret edemiyordu. Bakışlarını yerin taşlarından bir türlü ayıramıyordu. Lambanın soluk ışığında dermansız, solgun yüzünü daha yakından gördüm. Avurtları çökmüş, saçları iyice seyrekleşmişti. Kemikleri çıkmış zayıf vücudu da sanki her an kırılıp, parçalara ayrılacaktı. Her yanı çarpılmıştı; kısacası adamcağızın görünümü güçsüzdü, perişandı. Başını kaldırdı, bir an bana baktı ve sonra şaşırmış gibi çabucak yine önüne eğdi.

“İlgilenmeyin onunla, boş verin!” diye öfkeyle konuştu genç kız Fransızca ve sanki beni kendine çekmek istermiş gibi koluma yapıştı. “Aramız pek iyi değildir...” Sonra dişlerini göstere göstere konuşmasına devam etti. Yanımıza gelmiş olan adamı ısırmak istiyormuş gibiydi. “Bak dinle beni, moruk vaşak! Dinliyor musun? Seninle beraber olacağıma kendimi denizin sularına bırakırım daha iyi.”

Tezgâhta duran kadınla yanındaki genç kız yine budalaca güldü. Onlar buna alışmış gibiydi, zavallı adamla her gün alay etmek hoşlarına gidiyor olacaktı. Tezgâhtaki genç kız birden yanına geldi, ona sokulur gibi yaptı. Bu sahte davranışları beni iğrendirdi. Titremeye başlayan adamcağız kızın yaltaklanmasına karşı koymak istedi; fakat bunu başaracak gücü kendinde bulamadı. Bakışlarında korku, utangaçlık ve yalvarma vardı. Yanımda oturan diğer genç kız da bu arada iyice uyanmış gibiydi. Gözlerinden kötülük ve sinsilik fışkırıyordu. Cebinden para çıkarıp masanın üzerine fırlatır gibi bıraktım. Bir an önce buradan çekip gitmek istiyordum ama genç kız paramı kabullenmedi.

“Bu köpek seni rahatsız ediyorsa hemen kapının önüne koyarım! O her söylediğimi yapar. Haydi, gel iç benimle bir kadeh!”

Sahte bir sevecenlikle bana sokuldu, okşamaya başladı. Bu davranışıyla zavallı adama iyice eziyet etmek istediği belliydi. Bir yandan onu okşuyor, bir yandan bana bir göz atıyordu. Olup bitenden tiksinmeye başladım. Onun bana her bakışında zavallı adam daha çok titriyordu. Bakışlarımı yüzüne diktim. Öfke ve hırs doluydu. Başını önüne eğdi. Genç kız bana daha çok sokuldu, oynadığı oyunun verdiği zevkle tir tir titriyordu. Ben ise iğrenmeye başladım, cildi bozuk yüzüne sürmüş olduğu ucuz pudranın kokusundan tiksindim. Biraz olsun uzaklaşmak için cebimden sigara paketini çıkardım, sağıma soluma baktım, kibrit aradım.

“Çabuk ateş ver bakayım!” diye genç kız emreder gibi konuştu.

Adamcağızdan bana hizmet etmesini istemesinden ve bunu emreder gibi söylemesine daha da öfkelendim; ceplerimde kibrit aradım; fakat o genç kızın verdiği emirle kırbaç yemiş gibi yerinden hızla kalktı ve sallana sallana yanıma sokuldu, sanki masaya dokunursa eli yanacakmış gibi çakmağını atarcasına önüme bıraktı. Bunu yaparken bir an bana bakmıştı. Bakışlarında öfkeyle karışık sonsuz bir utanma sezdim. Karşımda bir köle gibi duran bu adama o anda bir yakınlık duyuverdim. Genç kız sanki beni de aşağılamıştı.

“Teşekkür ederim size, “ diye konuştum Almanca. Kız hızla başını çevirip, bana baktı. “Zahmet etmenize hiç gerek yoktu.” Elini sıkmak istedim. Bir an çekinir gibi durdu, sonra kemikli elini uzattı, teşekkür eder gibi parmaklarımı sıktı. Gözlerinin canlandığını, bir an için ışıldadığını fark ettim, sonra yine güçlerini yitirmiş gibi kapanıverdiler. Az önce kendisiyle alay etmiş kadınlara inat yanımıza oturmasını rica etmeye hazırlanırken, genç kız atıldı ve yine emreder gibi: “Otur yerine ve bizi rahatsız etme!” dedi.

İşte o anda iğrenç sesli kızın zavallı adama böyle eziyet etmesine müthiş öfkelendim. Bir batakhaneden farkı olmayan bu meyhaneye, bu antipatik sokak kadınına, bu geri zekâlı adama, bira, sigara ve ucuz parfüm karışımı bu pis havaya niçin daha çok dayanacaktım? Yine temiz havayı ciğerlerime çekmek istedim. Genç kıza para uzatıp, içkileri ödedim ve hızla ayağa kalktım. Yanıma geldi, sırıtarak iyice sokulmak istedi. Şöyle bir ittim. Zavallı bir insanı bu kadar aşağılayan birinin oynadığı bu iğrenç oyunu ben de oynayacak değildim. Verdiğim bu kararlı tepkiyle de, şehvetli kadın rolünü oynayarak beni cezbedemeyeceğini kavramalıydı. O anda kanının kaynadığını, öfkelendiğini fark ettim. Ağzının çevresindeki kırışıklar çoğaldı, fakat ağzından çıkacak kötü sözlerden vazgeçti. Benden nefret edermiş gibi hızla zavallı adama döndü. O ise sanki başına geleceği, işiteceği tehditleri çoktan biliyormuş gibi aceleyle elini cebine atıp, titreyen parmaklarıyla cüzdanını çıkardı. Burada tek başına kadınlarla kalmaktan korktuğu belliydi. Acelesinden cüzdanını saran kordonu bir türlü çözüp açamadı. El işi örgü, üzerine birkaç boncuk işlenmiş, daha çok küçük insanlarla köylülerin kullandığı bir para cüzdanıydı. Böyle çabuk para vermeye pek alışkın olmadığı hareketlerinden belliydi. Ellerini şöyle bir ceplerine atıp, parayı fırlatır gibi masaya bırakan genç tayfalara benzemiyordu, parayı vermeden önce parmakları arasında hissetmek, dikkatle saymak isteyen birisiydi.

“Bak nasıl da elleri titriyor sevgili paracıklarını vereceğim diye... Haydi bakalım, biraz çabuk olsan iyi edersin!” Genç kadın sırıtarak alay etmeyi sürdürdü. Zavallı adam iyice ürktü. Bunu fark eden kadın omuzlarını silkti. Bakışlarında inanılmaz bir iğrençlik vardı: “Korkma elinden alacak değilim. Ben senin paranın içine tükürürüm! Biliyorum, biliyorum, hepsini daha önce teker teker bir güzel saymıştın. Öyle değil mi? Bu herif bir fenik bile boş yere harcamaz..! Hele şu...” Aniden işaret parmağıyla adamın göğsüne dokundu, “...hiç kimse çalmasın diye gömleğine içten iğnelediğin kağıt paralar! Bak şimdi ne olacak, göreceksin!”

Aniden yüreğine sancı giren birisi gibi elini göğsüne götürdü. Titreyen elini ceketinin iç astarında gezdirirken yüzünün solduğunu fark ettim. Kemikli parmakları sanki orada gizli bir hazineyi arıyordu. Az sonra rahatladı, elini ceketinden geri çekti.

“Cimri herif!” diye karşısındaki genç kız tükürür gibi tısladı.

O ana kadar işkence görmüş olan zavallı adamın yüzü kızarıverdi. Elindeki cüzdanı hızla fırlattı. Kız önce korkusundan bir çığlık, ardından da tiz bir kahkaha attı. Adam bir yangından kurtulmak istiyormuş gibi hızla dışarı çıktı. Genç kız bir an bakışları öfkeli öyle durdu. Sonra her şey yine söndü, göz kapakları kapandı, vücudunun gerginliği geçti, yorulmuş gibi omuzları çöktü. Bir dakika içinde yıllarca yaşlanıvermişti. Sanki birden her şeyini yitirmiş, bakışlarına yine kendine güvensizlik gelmişti. Uykusundan uyanmış, henüz kendine gelememiş bir sarhoşu andırıyordu.

“Şimdi dışarıda, param kalmadı, diye sızlayıp duracak... Belki de kalkıp polise gidecek, onlara parasını çaldığımızı anlatacak; ancak yarın yine buraya gelecek. Benim bu adamla işim yok. Başkalarıyla olabilir, fakat onunla, hayır!”

Sonra tezgâha gitti, elindeki madeni paraları atar gibi bıraktı ve orada durmakta olan bir bardak kanyağı hızla başına dikti. Aynı anda gözleri ışıldadı, bakışlarındaki kötülük yine geri döndü. Bu kadından iyice iğrendim. Kendimi toparladım ve: “İyi akşamlar,” deyip, kapıya doğru yürüdüm. “Bonsoir!” diye seslendi meyhaneci kadın peşimden ve alay dolu bir kahkaha attı.

Sokağa çıktım. Her yer geceydi, sıkıcı bir kapkaranlıktı. Çevresini bulutların örttüğü ay çok uzaklarda bir yerde ışıldamaya çalışıyordu. Ilık havayı susamış biri gibi içime çektim, ciğerlerime doldurdum. Az önce yaşadığım huzur kaçırıcı şeyler yerini bir anda değişikliğe, yaşamın çeşitliliğine bırakıverdi, içim yine mutluluk duygularıyla doldu. Biliyordum, bu sokaklarda her pencerenin ardında bir alın yazısı bekliyordu, her kapı başka bir yaşantıya açılıyordu. Bu dünyanın her türlü çeşitliği burada karşınıza çıkıyordu, en kuytu, sefil bir köşe bile onlarla dopdoluydu. Az önce yaşamış olduğum tiksindirici şeyler çoktan ötelerde bir yerde kalmıştı, yepyeni güzel duygular ise ferahlatıcıydı. Şu anda yaşadıklarım güzel düşlere dönüşsün istedim. Bir şeyler ararmış gibi şöyle bir çevreme bakındım, bu dar sokaklar karmaşasında otelime giden yolu bulmaya çalıştım. Aynı anda bir gölge yanıma sokuldu; çok sessiz bana yaklaşmış olacaktı, adımlarını duymamıştım...

“Affedersiniz...” diye konuştu. Alçakgönüllü bu sesi hemen tanıyıverdim. “Sanırım yolunuzu bulamıyorsunuz... İzin verirseniz size yardımcı olabilirim. Acaba beyefendi nerede kalıyor..?”

Otelimin adını verdim.

“Ben size eşlik edeyim...” diye mırıldandı. “Tabii izin verirseniz...”

Bir an ürperir gibi oldum. Yanımda ayaklarını sürüyerek, bir hayalet örneği, hiç sesini çıkarmadan, nefes bile almadan yürümeye başladı. Tayfalar sokağının loşluğu ve az önce kadınların meyhanesinde yaşadıklarım yavaş yavaş geride kaldı. Yanımda yürüyen adamın yüzünü görmüyordum; fakat bakışlarındaki uysallığı üzerimde hissediyordum. Dudakları da titriyordu, fark ediyordum benimle bir şeyler konuşmak istiyordu; ancak ağzını açmadı, benim merakımı giderecek bir şey söylemedi. Sadece arka arkaya birkaç kez hafifçe öksürdü. Ağzından bir kelime çıkacak sandım. Meyhanedeki genç kızın acımasızlığı sanki bana da geçmiş olacaktı, kendi kendisiyle mücadelesi bir an için hoşuma gider gibi oldu. Ona bakıp bir şey söylemedim, yardımcı olmadım, suskunluğumu sürdürdüm.

Sokakta adımlarımızın sesinden başka bir ses yoktu. O ayaklarını sürüye sürüye yürüyor, ben ise bir an önce bu kirli dünyadan kurtulabilmek için sert sert atıyordum adımlarımı. Aramızdaki gerilimin gittikçe arttığını hissetmeye başladım. Suskunluk sanki haykırıyordu. Her an kopacak bir keman teliydi ve sonunda koptu da.

“Siz... siz az önce tuhaf bir olaya tanık oldunuz... Şimdi ondan söz edeceğim için lütfen beni bağışlayın... O kadın çok tuhafınıza gitmiş olmalı... Beni de mutlaka gülünç buldunuz... O kadın... evet o...” Bir an boğazına bir şey tıkanmış gibi sustu. Sesi kısıldı, fısıldar gibi devam etti “Bu kadın ... evet, o gördüğünüz kadın... benim eşim.” Birden irkildim, şaşkınlıkla yüzüne baktım. Söylediği için özür dilemek istermiş gibi çabuk çabuk konuştu: “Doğruyu söylemek gerekirse... o kadın benim eşimdi... Beş, hayır dört yıl öncesine kadar. Hessen'de yaşadığımız yıllarda.... Geratzheim'da... Ancak beyim onun hakkında kötü düşünmenizi istemiyorum... Belki de böyle olmasının nedeni benim... O hep böyle biri değildi... Ben... evet, ben ona eziyet ettim, üzdüm... Evlediğimizde o çok fakir bir kızdı... Hiçbir şeyi yoktu bana geldiğinde... Ben... bense zengindim, varlıklı... Biliyor musunuz beyim -o bir yerde haklı- elim biraz sıkıydı... Cimriydim... Ancak biliyor musunuz beyim bizler -babamla annem de varlıklıydı- bizler çok çalışmış, kazandığımız her feniği biriktirmiş insanlardık... O ise yaşamı seven, kendine hep güzel şeyler almak isteyen biriydi... O günlerde isteklerine çoğu kez karşı çıktım, isteklerinden onu yoksun bıraktım... Biliyorum, böyle yapmamalıydım.... Bu hatamı sonradan kavradım. O çok, çok gururlu biridir... Sakın az önce gördüğünüz gibi biri olduğunu sanmayın... Biliyorum, yaptığına da utanıyor... O... o sadece bana acı vermek için böyle davranıyor... Belki de değişti; fakat ben buna inanmıyorum... Beyim o iyi bir insandı, çok iyi bir insan...”

Eliyle nemlenmiş gözlerini sildi. Bir an için durdu. Çok heyecanlanmış gibiydi. Elimde olmadan bakışlarımı yüzüne diktim. Yanımda duran adam bana artık komik gelmiyordu. Almanya'da aşağı tabaka insanının kendinden üstün gördüğü biriyle konuşurken kul köle örneği kullandığı “beyim” sözünü de önemsemedim. Benimle konuşurken kendini zorlamış olduğu belliydi, bakışları donuktu. Tekrar yürüdü, sallana sallana, zor adım atıyordu. Başı önünde ağır ağır ilerledi, sanki yerdeki taşlarda gırtlağından çıkacak kelimeleri okuyordu...

“Evet, beyim...” diye devam etti. Sonra derin bir nefes aldı. Sanki sesi birden değişmişti. Kalınlaşmıştı. “O çok iyi bir insandı... Bana iyi davranırdı. Onu fakir yaşamından kurtardığım için bana minnettardı... Bunu bilmeme karşın hep duymak istiyordum... Bunu bana sık sık, her gün söylemesini arzuluyordum... Minnet dolu sözlerini duymak bana çok iyi geliyordu. Beyim ne güzeldi o sözler, onları duymak, ruhumda hissetmek... Onlardan güzeli yoktu benim için... Onun bana söylediklerini hep duyabilmek için elimdeki bütün parayı vermeye hazırdım... Bana olan minnetini sık sık belirtmesini ondan talep ettiğim için kendi kendinden gurur duymaya ve isteğimi daha az yerine getirmeye başladı. Zamanla ben de ona aynı şekilde davrandım Beyim... Yeni bir elbise istediğinde yalvarması gerekti... Bir kemer için bile... Hiçbir isteğini karşılıksız yerine getirmedim. Ben ona tam üç yıl böyle eziyet ettim... Ben bunları onu çok sevdiğim için yaptım. Her şeye karşın gururlu olmasını beğeniyordum; fakat gururunu da kırmak istiyordum. Ben o yıllarda bir çılgındım. Hep değişik, yeni şeyler canı çektiğinde öfkeleniyordum... Onu aşağılayabildiğim, burnunu yere sürdüğüm her an beni mutlu ediyordu.... Çünkü onu öylesine seviyordum ki...”

Son kelimeler kekeler gibi çıkmıştı ağzından. Sallana sallana yoluna devam etti. Benim yanında olduğumu unutmuş gibiydi. Uykusunda yüksek sesle konuşan birisini andırıyordu.

“Bunu anladığımda geç olmuştu... O lanet olası günün akşamında... Annesi için para istemişti, çok bir şey değildi, ben önce ‘Hayır’ demiştim.... Vermek için bir kenara koymuştum; fakat önce yalvarmasını istiyordum. Yine rica etmeliydi... Ancak akşama eve gelip de, masanın üzerindeki kâğıdı görünce onu nasıl sevdiğimi kavrayıverdim... 'Lanet olası paran cebinde kalsın! Senden artık hiçbir şey istemiyorum!' İşte bunlar yazıyordu kâğıtta beyim... Üç gün ve üç gece boyunca çılgın gibi dolaştım durdum. Her yerde onu arattım. Yakındaki nehri, ormanı da... Polislere paralar dağıttım. Komşularımdan yardım istedim, hepsi suratıma gülüp alay etti... Sonunda komşu köyden biri haber yollattı. Onu görmüştü, trende, yanında bir asker varmış... Berlin'e gidiyormuş... Bu haberi alır almaz hemen bütün işimi gücümü bıraktım, yola koyuldum... Çok para yitirdim. Her şeyimi de çaldırdım, yanımda çalışanlara, çiftliğimi yöneten kahyaya. Herkes, herkes bir şeylerimi aldı; ancak beyim inanın bana, o anda benim için hiçbir şey umurumda değildi... Berlin'de kaldım bir hafta boyunca, aradım onu ve sonunda insan karmaşasında buldum...” Derin bir nefes aldı.

“İnanın bana beyim... Öönünde diz çöktüm ve ağladım. Tek kelime olsun kötü bir şey söylemedim ona... Para vermek istedim... Bütün servetimi... Sende kalsın, dedim, sen muhafaza et... O anda kavramıştım, onsuz yaşayamazdım ben... Saçının her telini seviyorum.. Dudaklarını... Vücudunun her yerini... Onu iteleyen, benden uzaklaştıran bendim... Yanına girdiğimde yüzü kireç gibi olmuştu... Kaldığı yerdeki kadına, sanırım o çöpçatanın tekiydi, rüşvet vermiştim... Kötü kadının biriydi... Evet, yüzü duvarın kireci gibiydi... Söylediklerimi sesini hiç çıkarmadan dinlemişti. Beyim, bugün hâlâ çok eminim, beni yine gördüğüne çok sevinmişti; fakat paradan söz açınca... yemin ederim size, paranın benim için hiç önemi olmadığını kanıtlamak istiyordum ona... birden öfkelenmiş, suratıma tükürmüştü.... Ve ben çekip gitmeyince sevgilisini çağırmıştı. Kahkahalar atarak benimle alay etmişlerdi... Ancak beyim ertesi gün, diğer günler de yanına gitmiştim... Aynı evde kalanlar, herifin bir süre sonra onu terk etmiş olduğunu, para sıkıntısı çektiğini söylemişti... O ise bana her defasında küfürler savurmuş, kovmaktan beter etmişti. Masaya bıraktığım paraları yırtıp atmıştı. Birkaç gün sonra tekrar geldiğimde çekip gitmiş, ortadan kaybolmuştu... Beyim, bilseniz onu yine bulabilmek için neler yapmamıştım... Tam bir yıl, evet, bir yıl, yemin ediyorum, böyle yaşamıştım ben... Dedektiflere başvurmuştum ve sonunda, inanmazsınız, onun ta Arjantin'de olduğunu öğrenmiştim... Kötü bir yerde çalışıyormuş...”

Bir an sustu. Son kelimeler ağzından hırıldar gibi çıkmıştı. Az sonra devam etti. Sesi sanki birden kalınlaşmış gibiydi.

“Duyduğum anda çok şaşırmıştım... Sonra kendimi toparlamış, onu evinden uzaklaştıranın ben olduğunu düşünmüştüm... O zavallı ve gururlu insan kim bilir şimdi nasıl ıstırap çekiyordu... Hemen avukatıma gitmiştim. O da konsolosluğu aramış ve para yollamıştı Arjantin’e... Tabii gönderenin kim olduğunu gizlemişti... Önemli olan onun geri dönmesiydi. Sonra günün birinde her şeyin yolunda olduğunu bildiren bir telgraf gelmişti... Hangi gemiyle geleceğini biliyordum... Çok sabırsızdım... Geminin varışından üç gün önce Amsterdam'a gitmiştim. Beklediğim gün geldiğinde ve ufukta yaklaşan geminin dumanını gördüğümde sonsuz mutlanmıştım. Sonra gemi limana girmiş, yavaş yavaş kıyıya sokulmuş, demir atmış ve merdiven indirilmişti... Çıkan yolcular arasında onu hemen seçememiştim... Sonra o an gelmişti... Yavaş yavaş merdivenleri inmeye başlamıştı. Ben onu tanımakta biraz zorluk çekmiştim... Giyimi ve makyajı bambaşkaydı... Merdivenin dibinde beklediğimi görünce yüzü kireç gibi olmuş, olduğu yerde şöyle bir sallanmıştı. Kollarına giren iki tayfa sendelemesini engellemişti... Ayağını yere basınca hemen yanına gitmiştim... Konuşamamıştım, boğazım kupkuruydu. O da ne sesini çıkarmış, ne de yüzüme bakmıştı... Bavullarını taşıyan hamal önde, biz peşinde yürümüştük.... Ancak birkaç adım sonra o aniden durmuş ve... Beyim gözünüzün önüne getiremezsiniz... ve bana çok acı veren hüzün dolu bir sesle 'Bütün olup bitenlerin ardından beni hâlâ eşin olarak kabul ediyor musun?' diye mırıldanmıştı... Hemen elini tutmuştum.... Bütün vücudu titriyordu... O anda hissetmiştim, her şey yine düzelmişti. Beyim, bilemezsiniz o anda ne kadar mutlu olduğumu! Az sonra otel odamıza girdiğimizde mutluluktan çevresinde dans eder gibi dönenmiş, önünde diz çökmüştüm. O anda budalaca şeyler söylemiş olacaktım ki, yüzüme bakıp, gülümsemişti. Sonra gözlerinden yaşlar boşanmış, elleriyle yüzümü okşamıştı... Mutluluğum sonsuzdu, yüreğim sanki erimişti... Hemen odadan dışarı fırlamış, koşarak aşağı inmiş, otel lokantasında akşam yemeğine masa ayırtmış ve koşarak yine odaya dönmüştüm... Yeniden evlenmemizi kutlayacaktık o akşam... Az sonra aşağı inmiş, keyifle yemiş içmiştik... Gülüp, konuşmuş, çok şey anlamıştı... Neşesi yerindeydi... Yeni evimizden, alacağımız eşyalardan, odaları nasıl döşeyeceğimizden söz etmişti... Sonra...” Sesi birden değişti, kalınlaştı. Elini birisine vurmak istermiş gibi kaldırdı. “Sonra... o garson... kötü, lanet olası o insan... şarkı söylermiş gibi konuştuğumuz, dans edermiş gibi el ol hareketleri yaptığım için beni sarhoş sanmış olacak o herif... hesabı ödediğimde bana yirmi Frank eksik vermişti... Onu hemen yüksek sesle azarlamış ve paramı geri vermesini istemiştim.... Garson sesini çıkarmadan istediğim parayı masaya koymuştu. Bunun üzerine o birden sinirli sinirli gülmeye başlamıştı... Şaşkınla yüzüne bakmıştım... Bakışları birden değişivermişti. Alay ve öfke doluydu. 'Hâlâ böyle misin? Yeniden evlendiğimiz şu günde bile aynısın!’ diye konuşmuştu tersler gibi. Sesinde bir acıma da vardı. Yaptığıma pişman olmuş, kendi kendime lanet okumuştum. Sonra gülümsemeye çalışsam da aramızdaki neşe birden gidivermişti, yok olmuştu... O gece için kendine ayrı bir oda istemesine karşı koyamamıştım... Bütün gece gözüme uyku girmemişti... Ertesi gün ona neler armağan edebileceğimi düşünmüş durmuştum... Cimrinin biri olmadığımı ona kanıtlamalıydım. Sabah olur olmaz da otelden çıkmış, en yakın dükkândan bir kol saati satın almıştım; fakat odasına girdiğimde... evet... o yoktu, odası bomboştu... Bir zamanlar yaptığı gibi yine beni terk edip kaçmıştı... Biliyordum şimdi de masanın üzerinde bir kağıt bulacaktım... Çıkıp gitmeliyim, diye düşünmüştüm... Dua etmiştim, masada kâğıt bulmayayım diye... Fakat... fakat... o oradaydı... ve üzerinde yine bir şeyler yazıyordu...” Birden sustu. Durdu. Ben de durdum ve yüzüne baktım. Boynunu büktü ve fısıldar gibi konuştu: “Üzerinde şunlar yazıyordu... 'Beni rahat bırak. Senden iğreniyorum' ...”

Az sonra limana vardık. Kıyının betonuna çarpan dalgaların sesi aramızdaki sessizliği bozdu. Limana demir atmış gemiler karanlıkta gözleri ışıldayan kocaman kara hayvanları andırıyordu. Bilemediğim bir yerden şarkı sesleri geliyordu. Tuhaf bir dünya idi burası, her şey karışıktı, belirsizdi. Sanki her şey derin bir uykudaydı, güçlü bu kent inanılmaz bir rüya görüyordu.

Yanımdaki insanın sadece gölgesini hissediyordum. Ayaklarım dibinde titreşiyor, yayılıp büyüyor, sonra sokak lambalarının güçsüz ışığında değişiyor, büzülüp küçülüyordu. Ona ne söyleyeceğimi, onu nasıl teselli edeceğimi bilemiyordum. Soracak bir şeyim de yoktu. Suskunluğu sanki üzerime yapışıyordu, benden ayrılmak istemiyordu. Aynı anda koluma yapıştı.

“Buradan onu almadan gitmeyeceğim... Aylarca aradım ve sonunda yine buldum... Evet, o bana işkence ediyor; ancak bu davranışları beni amacımdan vazgeçirmeyecek, ben yorulmayacağım. Yalvarırım size beyim, ne olur konuşun onunla... Söyleyin ona, o yine benim olmalı... Beni dinlemiyor.... ve ben onsuz bir yaşam süremem... Sokak kapısında durup yabancı erkeklerin odasına girmesini, sarhoş, kahkahalar atarak çıkmasını seyredemem... Burada bütün sokak beni tanıyor... Beni öyle beklerken görünce gülüp alay ediyorlar. Kimi gün çılgına dönecek gibi oluyorum; fakat akşam oldu mu yine aynı yerde durup bekliyorum. Beyim, yalvarırım size, konuşun onunla, ne olur. Evet, ben sizi tanımıyorum; fakat acıyın bana, Tanrı adına yapın bir iyilik... Konuşun onunla...”

Söyledikleriyle ürperdim. Kolumu tutmaya devam ediyordu, çekip, kurtarmak istedim. İçine düşmüş olduğu kötü durumun beni pek ilgilendirmediğini fark etmiş olacak ki, aniden caddenin ortasında diz çöktü, ayaklarıma kapandı.

“Yalvarıyorum ise beyim... Ne olur konuşun onunla... Bunu yapmalısınız... yoksa... yoksa çok kötü bir şey olabilir... Onu arayıp bulmak için bütün paramı harcadım. Onu burada bırakmayacağım... Burada kalırsa canlı kalmaz! Kendime bir bıçak aldım... Onu burada bırakmayacağım... Böyle bir yaşama artık dayanamayacağım... Ne olur konuşun onunla, Beyimb...”

Gözü dönmüş gibi ayaklarımın dibine kıvranıp duruyordu. Aynı anda iki polis köşeyi döndü. Kollarından kavradığım gibi ayağa kaldırdım. Şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Sonra kendini toparladı ve tuhaf bir sesle konuştu:

“Şu sokağa sapın. Oteliniz orada.”

Gözbebekleri sanki sıvılaşmış, gözünün akına karışmıştı ve hızla yanımdan uzaklaştı. Titrediğimi fark ettim; paltomun önünü ilikledim. Yorgundum, kendimi bir tuhaf hissediyordum, sanki beynim dönüyordu. Duygularımı da yitirmiş gibiydim... Uyumalıydım. Düşünmeye çalıştım, o akşam olan bazı şeyleri anımsamak istedim; ancak yorgunluk daha ağır bastı. Kendimi zorla otele attım. Düşer gibi yatağa uzandım ve bitkin bir hayvan örneği sabaha kadar uyudum.

Ertesi sabah gözlerimi açtığımda dün gece yaşadıklarımın gerçek mi, düş mü olduğunu bilemedim. Ve bilincimdeki bir şey karşı koyuyordu, bilmek istemiyordu. Uyandığımda geç olmuştu, saat öğleye yaklaşıyordu. Yabancı bir kentteydim; dolaşıp, bir şeyler görmek istedim. Büyük kiliseye gittim, çok eski çağlardan kalmış olduklarını duyduğum mozaiklere baktım ama gözlerim boş bakıyordu. Düşüncelerimi yavaş yavaş dün geceki buluşma doldurdu, karşı koyamadığım akıntısı beni alıp sürükledi... Kiliseden çıktım, kentin sokak ve caddelerinde yürüdüm, ev ev bakındım durdum. Buralar gece yaşayan sokaklardı. Gündüzleri sanki yüzlerine gri, donuk bakan maskeler geçirmişlerdi. Ne kadar arasam da o meyhaneyi bulmadım. Hayal kırıklığına uğramış, beynim adamın anlattığı çılgınca şeylerle veya gün gece meyhanede yaşadıklarımla dolu otelime döndüm.

Trenim akşam saat dokuzda kalkacaktı. Bu kenti biraz hüzünlü terk ediyordum. Kalkış saati yaklaşırken bir otel görevlisi geldi bavullarımı aldı ve birlikte istasyona doğru yürüdük. Tam bir kavşağa çıkmıştık ki, dün geceki dar sokağı yine tanıdım. Durdum, bavullarımı taşıyan adama beklemesini söyledim. Önce şaşkınlıkla bana baktı, sonra, bilmem kafasından o anda ne geçirdi, küstahça sırıttı. Ben ise hızla yürüdüm, maceralar sokağına son bir kez göz atmak istiyordum.

Karanlıktı, dün geceki gibi göz gözü görmüyordu. Az sonra donuk ayışığında o meyhanenin kapısını seçtim. Oraya doğru birkaç adım attım. Aynı anda karanlıkta bir şey hareket etti. Tanıdım onu. Kapının eşiğinde oturmuş, yanına gelmem için bana el sallıyordu. Ürperdim, hızla olduğum yerde döndüm ve uzaklaştım. Burada kalıp, bir kavgaya tanıklık etmekten ve yine trenimi kaçırmaktan korkuyordum.

Köşeyi dönmeden önce yine de dayanamadım, şöyle bir arkama döndüm ve meyhanenin kapısına doğru baktım. Bakışlarımız bir an için karşılaştı. Aniden oturduğu yerden ayağa fırladı, kapıyı kırar gibi açtı. Donuk ay ışığında elinde bir şeyin parıldadığını görür gibi oldum. Ne olduğunu seçemedim. Parıldayan paralar mıydı, yoksa bıçak mı?


 

Türkçesi: Ahmet Arpad

Not: Stefan Zweig'ın bu öyküsü Remzi Kitabevi'nce yayımlanan “Ay Işığı Sokağı” adlı öykü derlemesinden alınmıştır. Yayımlanması için duyarlılık gösteren şair, yazar Sayın Öner Ciravoğlu'na çok teşekkür ederiz. İnsan BU


Yorumlar

Maximum : 1000 Karakter / Karakter Sayısı: 
0
Yorumlara gerçek ad ve soyadınızı yazmanız onay kolayllığı sağlar.
Mail adresinizi yazmanız keyfinize kalmıştır. Yorumlarınızın onaylanması da
editörlerin tamamen keyfine bağlıdır. Yılların deneyimi sonucu bu bizde böyle.


Bu habere henüz yorum yapılmamıştır, ilk yapan siz olun!...