Öykü
MESELA BİR İNSAN

Demir kapıyla yırtılan şu duvar, duvar üstü tel, yetmedi telde dikenle çevrili yer bahçeydi, villanındı; ama ıhlamur ağaçları ne bahçenindi ne de villanın. Toprağındı toprağın. Belki bu bile bir yakıştırmaydı; kimsenindi, kendinindi. Arif yarım sigarasını yapraksız, meyvesiz, kokusuz dallara bakarak, baktığı yerden boşluğa dalarak içti. Ateşi iki parmağıyla boğup; kalan yarımı, bitmeyen boşlukları için paketine soktu. İkinci çay servisinden sonra yine dalacaktı nasıl olsa bir başkasına, dallar arasından yine boşluğa. Mutfağa geçti. Çay veren elin tepsiden masalara, masalardan tepsiye gidiş gelişinde, iki parmağın kirli geçmişi bir tek Refiye Hanım’ın burnundan girerdi. Sonra çıkmaz mıydı ağzından zehir zemberek dil kılığında. O dilden kurtulmanın kolayı vardı; parmakları yıkardı. Elini çeşmenin altına tuttu. Sonra sular damlaya damlaya çaydanlığa, demlenen çay haydi bardaklara. Arif oğlum senin çayın üstüne çay tanımam ben.
Derken gel zaman git zaman; dallar yapraklanıp meyvelenir, o eşsiz kokuya erişirken yani insanın aklından öte o muazzam döngü süre giderken, villada sadece çay demlenmedi; fotokopi çekilmedi, yazıcıdan yazı çıkarılmadı, muhasebe bölümü aylık hesaplarını yapmadı, dedikodu olmadı, üs astını ezip geçerken as da üstün çorbasına işemedi. Müsebbibi ıhlamurlar gibi görünse de aslında o boşluklardan birine düşen tanımsız bir an nedeniyle âşık oldu Arif. Süre gideni yeniden tanımlamaya uğraşan deprem gibi, çığ gibi yoksa fırtına mı, kökleri çürütesiye yağmur, öldüresiye çöl mü; tehlike miydi? Derya masadan kalktı, iki adım sonra bayıldı. Mutfakta bir Arif, bir de Usta vardı; yerde de boylu boyunca güzel Derya. Sonrası ışık hızı; ama villanın havasına suyuna denk gelen boyutta, birden bir kalabalık. Aynı yemeği yiyenler aynı mı geğirirler? Aynı yerde, aynı tuvalete, aynı yüzlerle, aynı hislere; aynı yere bakanlar aynı şeyi mi görür? Derya’nın başı Arif’in sağ elinde! Muhasebe şefine düşerdi ayollar, olmazlar, ayıplar. Düştü düşmesine de yetişemedi. Daha o, çekil ayol çekil demeye kalmadan ayıldı kızcağız. İri gözlerini Arif’in kara gözlerine dikip, bir su versene Arif deyiverdi. Kalabalığın şahitliğinde ne su istemesi, bir candı aldığı; etini kopardığı. Lime lime oldu Arif. Tel tel ayrıldı. Arif, sana dedim Arif; yukarı iki çay, birisi çok açık.
Bir geceydi insan ömrü, bir gündüz. Bu yüzden hem aydınlık, hem de karanlık. Göz gözü gördüğünde bildik, tanıdık; gözden öte kendi ininde katil, cani, vicdansız, akılsız, âşık, çaresiz, deli, sapık. Kim bilir daha neler neler, inin en dibindeler. Bilinmeyenler şöyle dursun, neyse ki karanlık karanlığında, aydınlık aydınlığında; ikisi arasında keskin kılıç yoksa da. Denge şaşmaz mı birinden tarafa? Ne oldu Arif sana? Gri demir kapıyı yumruklamakla mı doyarsın Derya’na! Bekçi Bekir kapıya doğru yavaş yavaş yürürken, Çavuş da demirdeki yumruk temposunda havlamaya başladı. Kimsin, ne istiyorsun? Arif kılığında Deryayım diyeceğine, benim deyiverdi. Daha doğrusu dili dedi ezberinden; ben, ben, ben. Çok sevindi Bekir tanıdık insan sesine; sese, insanca seslenişe. Ama Çavuş susmadığına, ıhlamurlar bahçe ışıklarına inat kararmaya başladığına, demir kapı pasına takılıp kapanmadığına göre; varsın sevinsin Bekir; bir tuhaflık vardı bu davetsiz misafirde.
Arif’i buyur edip bir gayret zorla kapattı kapıyı; o an aldı kararı, yatmadan önce yağlayacaktı pasını. Kusura bakma ağabey, zil çalışmıyor galiba! Çavuş durmadan havlıyordu. İçeri girmeyelim, bahçe daha iyi ağabey! Arif’in sesini Çavuş yuttu. Şuraya, merdivenlere... Çavuş’un hırçın sesinin geceye vuran yankısında öyle dikilip kaldılar. Bekir sakin, Arif bitkin yan yana yollandılar kulübeye; davete icabet niyetiyle. Tel kapıdan geçtiler. Çavuş sıçrayıp patilerini Bekir’in omuzlarına koydu. İyiyim oğlum iyiyim, bak bu Arif; tanımadın mı? Sen köpek sever miydin ağabey? Sırtı Arif’e dönük Bekir’in gözleri Çavuş’un yüzündeydi; sevgiyle. Sevmez miymişim? Arkamda durma, oradan konuşma; duyamıyorum. Diyenlerin yalancısı çaycıya bak! Çavuş’un selefi; hani bir meyveydi adı neydi; zehirlenmiş de, zehirleyen kimmiş? Oturdular; kulübenin duvar gören yüzüne yaslandılar. Baktı ikisi iyi halde, Çavuş da tel kapıya sırtını dönüp kendine kıvrıldı; artık sakindi, rahattı. Kavun beni hiç sevmedi. Arif’in ağzı patladı, içinden ne çıktı; gülmenin böylesi. Yakışmadı Derya’lı aşk acısına ama sırf onun yüzünden de olabilirdi dengesizlik anlamında; sinir sistemi bağlantı arızası. Bekir tamir için yumruğunu sistemin kemiğine indirdi; Arif’in başında yıldızlar. Dur ağabey dur, ne olur kızma, bak ne diyeceğim, kızma, vurma, Derya. Gırtlağını da sıkayım, iyice sıkayım da içinde sıkışanı çıkarayım, niye güldün söyle… Boğulacağım, dur, bak, ben, ben Derya’yı kaçırdım. O vakit başka vakit oluverdi. Gecenin kör saatine varasıya, Bekir’in eli Arif’in yüreğindeydi. Yardım eli…
Yağmur yağıyordu. Toprak, kokusuyla hürmetini sundu ona; her bir damlasına. Ihlamurlar! Köküyle toprağa, dalının en ince ucundan açık göğe; iki sonsuz bilgi arasında dimdik, görkemle onlar da vardı tabii onlar da. İnsan aklının dişli çarkından çıkmışsa da, ne imrenerek ne kıskanarak baktı gri demir kapı; hatta bakmadı. Yağmur gibi, toprak gibi, ıhlamurlar gibiydi o da; olan bitenin içindeydi varlığı. Kısacası her biri bir parçaydı bütünü edip kılan; tamamlayan, hatta kimi zaman azaltan. Muazzam bir manzara! Müthiş bir ahenk! Küçük bir bahçede dahi doğanın muhteşem neyi? Neyi demeli neyi? Bekir sabah sabah mutfağa gitmeli. Dışarıda o güzel bilinmezlik varken üstelik. Önce Çavuş’a uğramak istedi ama ayakları gitmedi. Ayakları mı? Refiye Hanım’ın sesindeki sert titreşimleri çok iyi bildiğindendi sanki vazgeçişi.
Yavaş yavaş yürüdü, kapıyı açtı, baktı. Köşedeki masada oturanları gördü. Geç otur! Arif’in sivrice sağ dirseği masada; gözleri sinsice yerdeydi. Dirseğin duruşu aynen öyleydi; ama bakışın tarifi Bekir’indi, aklının eseri. Aslında gözler Derya’nın dolmaya razı olmadığı büyük bir boşluktaydı. O kadar ki değil sinsice bakmak, baktığını bile göremiyordu. Görüş aşk yüzünden yerle yeksandı yani. Peki o zaman Arif’in masada ne işi vardı? Çünkü insandı, acaba nasıldı, belki içi karmakarışıktı; saçmalıktı ya da görünenin ardı başkaydı. Bir de tabii Refiye Hanım’la birlikte yaşlanıp artık büyüklüğünün sonuna varmış bir burun vardı her işe sokulan, her işi karıştıran.
Bir işyerinde böyle şeyler olmazmış. İnsanlık hali Refiye Hanım; mesela bir ağaç… Sus! İş arkadaşını boğazladığın yetmezmiş gibi bir de fikir zikrediyorsun. Bekir sağ elini ensesine koydu. Alnında bir yer patlayacak gibiydi. Bu yaptığın yukarının kulağına bir giderse; bir giderse, bir giderse. Bekçi Bekir, Çaycı Arif’in yüzüne baktı; iyice yaklaşıp yüzünü onun yüzüne koydu. Ağzını açtı ama içinden çıkamadı; sesi sözü. Çıkaramadı. Gırtlağında bir hırıltı sanki Derya şekline girmeye uğraşıyordu ki kapı açıldı. Gerçek Derya! Kusura bakmasınlar, ama bir bardak su içebilir mi? İçti, gitti. Bekir ayağa kalktı. Dün geceyi Kavun’un hatırına unutacağım. Rahmetlinin…
Miyase Aytaç Yılmaz