ÇİLEKLER

ÇİLEKLER

Rüzgârsız, sıcak temmuz günleri. Ormanlarda ağaçlar sık, gürbüz, yeşil yapraklarla örtülü; ancak şurada burada kayın ve ıhlamur ağaçlarının sararan yapraklarına rastlanıyor. Yabangülü çalıları kokulu çiçeklerle donanmış, orman arası çayırlıkları bal rengi yoncalar bürümüş, yarı yarıya olgunlaşan çavdar başakları sık, uzun saplarında sallanıp dalgalanıyor. Düzlüklerde çulluklar ötüşüyor, arpa ve çavdar tarlalarında bıldırcınlar cıvıldaşıp pır pır ediyor, ormanlarda bülbüller arada bir uzun uzun şakıyor, sonra birden susuyor. Hava yakıcı sıcak. Yollar bir parmak tozla kaplı, şöyle hafif bir yel esmeye görsün, hemen koyu bir bulut yükselerek bir o yana, bir bu yana savruluyor.

Köylüler yapılarına son taşları koyuyor, tarlalara gübre taşıyor. Hayvanlar yeni otun çıkmasını bekleyerek nadaslarda aç aç dolaşıyor. Ahırlarına girmek istemeyen ineklerle danalar kuyruklarını havaya dikip böğürerek sığırtmaçlardan kaçıyor. Yollarda, bayırlarda atları çocuklar koruyor. Kadınlar ormanlardan çuval çuval ot taşıyor, kızlarla delikanlılar kovalaşarak çalıların arasından geçiyor, ormanın kesilmiş yerlerinden çilek toplayıp yazlığa gelenlere satıyor.

Süslü bir mimariyle yapılmış pırıl pırıl evlere yazlığa çıkanların kimisi, kum döşeli bahçe yollarında pahalı, temiz, yazlık giysileriyle, ellerinde şemsiyeler gezinirken kimisi de sıcaktan yorulmuş, ağaç altlarında, kameriyelerde oturarak ufacık süslü masalarda çaylar, soğuk içecekler içiyor.

Nikolay Semyonoviç'in balkonlu, sundurmalı, teraslı, kuleli, gıcır gıcır, pırıl pırıl, tertemiz, görkemli kır evinin önünde, çıngıraklı üç atın çektiği bir kupa arabası duruyordu. Arabacının dediğine göre başkentli bir beyefendiyi "al aşağı, ver yukarı" sıkı bir pazarlık sonunda on beş rubleye getirmişti.

Liberal düşünceli olmakla ün yapan bu beyefendi, çara bağlılık havası verilen, ama aslında en özgür düşüncelerin tartışıldığı bütün toplantılarda, kurullarda, derneklerde boy gösterirdi. Şimdi de başkentten kalkıp bir dostunun, daha doğrusu epeyce kafa dengi olan çocukluk arkadaşının kır evine gelmişti. İşlerinin çokluğu dolayısıyla gündüzleri kentte kalır, yazlıktaki dostlarını ziyarete ancak akşamüzerleri çıkardı.

Bu iki dostun ayrıldıkları tek nokta, anayasa ilkelerinin uygulanma biçimiydi. Petersburglu konuk daha çok Avrupalıydı, hatta biraz toplumculuğa eğilimi bile vardı; doldurduğu mevkilerden dolayı da eline bavul dolusu para geçerdi. Tam bir Rus insanı, bir Ortodoks olan Nikolay Semyonoviç ise Panslavizme yakınlık duyardı; arazisinin genişliğini sorarsanız, binlerce dönümden aşağı değildi.

Birlikte bahçede beş çeşitten oluşan bir öğle yemeği yediler, ama sıcak yüzünden fazla bir şey yiyememişlerdi. Bundan dolayı da, hatırlı konuk için ellerinden geleni yapan kırk ruble aylıklı işçi ve yamaklarının emekleri boşa gitti. Bütün yedikleri, taze akbalık (sudak) üstüne soğuk sebze haşlamasıyla çeşit çeşit sebzelerin, bisküvilerin süslediği renk renk dondurmalar oldu. Yemekte bulunanlar; sözü geçen konukla liberal görüşlü bir doktor, çocukların öğretmeni olan ateşli bir üniversiteli (ileri derecede bir toplumcu olan bu gencin dizginlerini ancak Nikolay Semyonoviç toplayabiliyordu), Nikolay Semyonoviç'in karısı Mari ve evin üç çocuğuydu. Bunlardan en küçükleri yalnızca börek yemeye gelmişti.

Yemek biraz uzun sürdü. Çünkü titiz bir kadın olan Mari, Goga'nın midesinin bozulmasından korkuyordu. (Kalburüstü insanların yaptıkları gibi onlar da babasının adını taşıyan en küçük oğlana, Nikolay'a Goga diyordu.) Konuklar ve Nikolay Semyonoviç arasında siyasal bir tartışma başlar başlamaz, düşüncelerini kimseden çekinmeden söyleyebildiğini göstermek isteyen ateşli öğrenci ağzını bir açıyor, herkes sus pus olup bir köşeye çekilince devrimci genci yatıştırmak Nikolay Semyonoviç'e düşüyordu.

Yemek saat yedide bitti. Yemekten sonra hep birlikte terasa çıktılar; ellerinde buzlu maden sularıyla beyaz şarap kadehleri, söyleşiye başladılar. İlk anlaşmazlık, seçimlerin nasıl yapılacağı konusunda baş gösterdi. Seçimler iki dereceli mi olmalıydı, yoksa tek dereceli mi? Bu konuda sert bir tartışmaya tutuşmuşlardı ki, pencerelerine sineklere karşı tel gerilmiş salona çay içmeye çağrıldılar.

Çay masasının başında Mari'nin de katıldığı genel bir konuşma başladı, ama Goga'nın midesi bozulacak diye bir an gözünü oğlundan ayırmayan Mari'nin konuşulanlara pek aldırdığı yoktu. Sanattan, resimden söz açılmıştı; Mari, dekadan resimde görmezlikten gelinemeyecek bir Un je n'sais qoi (Bilmem ne) bulunduğunu kanıtlamaya çalışıyordu. Onun bu sırada dekadan resmi filan düşündüğü yoktu, her zaman söylediklerini bir daha söylüyordu, o kadar.

Masada dekadanlıktan mı, yoksa başka bir şeyden mi konuşulduğu Petersburglu konuğun hiç umurunda değildi; herkesin söylediklerini onun da tıpkısıyla yinelemesi, bu konuyla ne kadar az ilgilendiğini göstermeye yetiyordu. İkide bir karısının yüzüne bakan Nikolay Semyonoviç ise Mari'nin bir şeye canının sıkıldığını, az sonra tatsız bir olayın çıkabileceğini hissediyordu. Üstelik, karısının en az yüzüncü kez söylediği şeyi dinlemekten de artık bıkkınlık getirmişti. Avludaki pahalı lambalarla fenerleri yaktılar. Çocukları yataklarına yatırdılar, hastalanan Goga'yı annesinin bakımlı ellerine bıraktılar.

Nikolay Semyonoviç, konuk ve doktor oturup konuşmak üzere yeniden terasa çıktı! Uşak masalara abajurlu mumlar, maden suları koydu, saat on iki sularında da asıl ateşli konuşma başladı. Rusya için büyük önemi olan böyle bir dönemde devletin ne gibi önlemler alması gerektiğinden söz ediyorlardı. Sigaraların, konuşmaların sonunun geleceği yoktu.

Avlu kapısının dışında yemsiz bekleyen atlar ikide bir çıngıraklarını şıngırdatıyorlar, arabasında oturan yaşlı arabacıysa ikide bir esnerken başı önüne düşerek horluyordu. Yirmi yıl bir beyefendinin hizmetinde çalışan bu arabacı, içki içmek için kendine ayırdığı üç-beş rublenin dışında bütün aylığını kardeşine gönderirdi.

Yazlık evlerde ötmeye başlayan horozlardan sonra yakındaki bir evden de bir horoz çığlık çığlığa bağırınca arabacı uyanarak kendisini orada unutmuş olabileceklerini düşündü. Ama eve girip de terasta oturan müşterisinin hâlâ bir şeyler atıştırarak konuşmakta olduğunu görünce epey kaygılandı. Hemen uşağı aramaya başladı. Uşak, sofada emre hazır beklerken sandalyesinde uyuyakalmıştı. Arabacı uyandırdı onu. Eski bir konaklı olan uşak, hizmeti karşılığında yılda eline geçen parayla (on beş rublelik ücreti, beylerden aldığı bahşişlerle yüz rubleyi bulurdu) beşi kız, ikisi oğlan, çok çocuklu ailesini geçindiriyordu. Uşak uyanır uyanmaz silkinerek üstünü başını düzeltti, ondan sonra arabacının artık gitmek istediğini bildirmek için beylerin yanına yollandı.

Uşak terasa geldiği sırada konuşma en ateşli yerindeydi. Tartışmaya bu sefer doktor da katılmıştı.

Hatırlı konuk:

- Rus halkının birtakım yabancı gelişme yöntemleriyle ilerlemesi gerektiğini kabul etmiyorum, diyordu. Her şeyden önce özgürlük gereklidir... Hem de özgürlüklerin en genişi... Başkalarının haklarına son derece saygılı olmayı gerektiren bir özgürlük...

Adamcağız şaşırıp sözü dolaştırdığını, istediği biçimde konuşamadığını anlıyordu. Tartışma alabildiğine hızlandığı bir sırada kafasını nasıl toplar, neyi nasıl söyleyeceğini nereden bilebilirdi ki? Zaten konuğu dinlemeyen Nikolay Semyonoviç pek beğendiği kendi düşüncesini ileri sürmek için can atıyordu.

- Doğru... Doğru söylüyorsunuz. Ama sizin dediğiniz, oybirliğiyle, herkesin kabul etmesiyle elde edilebilir. Köy kurulları öyle değil midir?

- Ah, sizin şu köy kurullarınız yok mu?...

- Slav uluslarının kendilerine özgü görüşleri olduğunu yadsıyamayız, dedi doktor. Polonyalıların

"veto" hakkını ele alalım... Ama demiyorum ki, en iyisi budur!...

Nikolay Semyonoviç heyecanlandı.

- İzin verirseniz benim de söyleyeceklerim var. Rus ulusunun kendi özellikleri, hem de...

Tam bu sırada üstünde uşak giysisiyle İvan'ın uykulu uykulu içeri girmesi efendisinin konuşmasını yarıda kesti.

- Arabacı merak ediyor da efendim...

- Ona hemen geleceğimi söyleyin, fazla beklettiğim için ücretini fazla fazla öderim. (Petersburglu konuk, uşaklara "siz" diye seslenmesinden ötürü kendine ayrı bir övünme payı çıkarırdı.)

- Peki, efendim.

Uşak gitti. Böylece Nikolay Semyonoviç düşündüklerini sonuna kadar söylemek fırsatını buldu. Ama bunları en az yirmi kez dinlemiş olan konuk ve doktor (o kadar olmamışsa bile onlara öyle geliyordu) hemen karşı çıktılar. Çok iyi tarih bilen konuk, verdiği örneklerle Nikolay Semyonoviç'e göz açtırmıyordu.

Doktor konuğun tarafını tutuyor, onun derin bilgisine hayran kalırken, böyle bir tanışma fırsatı çıktığı için de belli etmeden seviniyordu. Konuşma o kadar uzadı ki, ormanın arkasındaki yolun öbür yanı aydınlanmaya başladı; bülbüller gece uykusundan uyandılar. Tartışmacılar hâlâ sigara üstüne sigara içiyor, konuşmanın ardı arası kesilmiyordu.

Belki daha da arkası gelmezdi tartışmanın ama kapıyı açarak hizmetçi kız çıktı terasa.

Hizmetçi, kimsesiz bir kızdı, bu işte ekmek parası kazanmak için çalışıyordu. Bir zamanlar tüccarların yanında hizmet etmiş, tüccar kâhyalarından biri onu baştan çıkarınca bir çocuk doğurmuştu. Sonra çocuk öldü, o da bir memurun evine hizmetçi girdi. Bu sefer de memurun oğlundan rahat yüzü göremez oldu. Daha sonra Nikolay Semyonoviç'in evine aşçı yamağı olarak geldi. Artık peşini bırakmayan şehvet düşkünü beyler yoktu, aylığını düzenli olarak veriyorlardı. Terasa, doktor ve Nikolay Semyonoviç'i hanımefendinin çağırdığını söylemek için gelmişti.

Nikolay Semyonoviç, "Goga'nın başına bir şey gelmiştir" diye düşündüyse de sormaktan kendini alamadı.

- Ne var, kızım?

- Nikolay Nikolayeviç rahatsızlar efendim. (Nikolay Nikolayeviç, yani "onlar", çok yediği için bağırsakları bozulan Goga'dan başkası değildi.)

- Eh, artık gideyim, dedi konuk. Bakın, ortalık aydınlanmış. Ne kadar oturduğumuzun farkına varmadan sabah olmuş...

Bunları söylerken gülümsüyordu. Bunca zaman oturup konuştukları için hem kendini, hem de ötekileri takdir ettiği belliydi. İvan konuğun şapkasıyla şemsiyesini bulmak için yorgun yorgun sağa sola koşturdu durdu. Eşyalarını en biçimsiz yere koyan, konuğun kendisiydi oysa. İvan bahşiş alacağını umuyordu, eli açık bir bey olan konuksa ona bir rubleyi esirgemeden verebilirdi. Ama konuşmanın heyecanıyla bunu çoktan unutmuş, ancak yolda uşağa bahşiş vermediğini hatırlamıştı. Yapacak bir şey yoktu artık.

Arabacı sürücü yerine geçti, dizginleri topladı, yanlamasına oturarak atları sürdü, çıngıraklar çın çın ötmeye başladı. Yumuşak yaylar üzerinde sallana sallana giden başkentli, onu evinde ağırlayan dostunun dar görüşlülüğünü, önyargılı oluşunu düşünüyordu.

Karısının yanına hemen gitmeyen Nikolay Semyonoviç de başkentli dostu hakkında aynı kanıdaydı. "Şu Petersburgluların sınırlılığı da korkunç bir şey. Bir türlü bildiklerinden şaşmıyorlar. Dediği dedik adamın!..." diye geçiriyordu içinden.

Karısının yanına gitmek için ağırdan alıyordu, nasıl olsa doktorun çocuğu görmesinden bir yarar sağlanamayacaktı. Çileklerdeydi bütün suç. Bir gün önce köylü çocukların eve getirdiği pek iyi olmamış çileklerden iki tabak dolusu almıştı, hem de fiyat bile kırmadan. Bunu gören oğlanlar tabakların başına üşüşerek hemen atıştırmaya koyulmuşlardı. Mari o sırada odasındaydı, daha sonra dışarı çıkıp da Goga'nın çilekleri tıkındığını öğrenince çok öfkelendi. Çocuğun midesi zaten bozuktu. Bunun üzerine kocasına verdi veriştirdi. Kocası da ona. Böylece tatsız bir konuşma, neredeyse ağız kavgası başladı. Akşamleyin Goga'nın durumu hiç iyi değildi. Nikolay Semyonoviç bu kadarla geçeceğini sanırken bir de doktorun çağrılması işlerin kötüye gittiğini gösteriyordu.

Karısının yanına gittiği zaman onu benekli sabahlığını giymiş olarak buldu. (Bu sabahlık Mari'nin çok hoşuna giderdi, ama şimdi sabahlığı düşünecek durumda değildi.) Çocuğun odasında karısı ayakta dikiliyor; Goga'nın lazımlığına eğilip bakan doktora ışık olsun diye, eriyen yağı damlayıp duran bir mum tutuyordu. Gözlüklerini takan doktor lazımlığa bütün dikkatiyle bakarken bir yandan da içindeki pis kokulu şeyi bir sopayla karıştırmaktaydı.

Karısı anlamlı anlamlı;

- Bütün bunlar kahrolası çilekler yüzünden oldu, dedi.

Nikolay Semyonoviç çekingen bir sesle sordu:

- Niçin çilekler yüzünden olsun?

- Niçin mi? Çocuğa tıka basa yedirmişsin de ondan. Bütün gece gözüme uyku girmedi. Zavallıcık ölecekti nerdeyse.

- Bir şey olmaz, dedi doktor gülümseyerek. Birkaç bizmutlu hap veririz, siz de dikkat edersiniz, olur biter. Hemen içirelim şunu.

- Şimdi uyuyor ama.

- Öyleyse rahatsız etmeyelim. Yarın gene uğrarım.

- Lütfen.

Doktor gitti; karısıyla baş başa kalan Nikolay Semyonoviç onu uzun süre yatıştıramadı. Uyuduğu zaman ortalık iyice ağarmıştı.

 

***

O sırada komşu köyde birkaç adamla birkaç çocuk gece at otlatmaktan dönmekteydi. Kimisi atına binmiş, kimisi de hayvanını yedekte çekiyordu. Arkada kulunlar, taylar koşuşuyordu. Sırtında gocuğu, başında kasketi olduğu halde ayakları çıplak bir çocuk ötekileri geçerek atını hızla köye doğru sürdü. On iki yaşlarında olan Taraska Rezunov adındaki bu oğlan ala bir kısrağa binmişti. Yedekte bir aygır çekiyordu, arkadansa gene anası gibi ala bir kulun geliyordu. En önde de dönüp dönüp atlara bakan siyah bir köpek vardı. Karnı doyan ala kulun, çorap giymişcesine beyaz ayaklarıyla bir o yana, bir bu yana çifte savuruyordu. Taraska eve gelince atları kapıya bağladı, içeri girdi. Sofada yere serili kilimlerin üzerinde uyuyan kız kardeşiyle küçük oğlana seslendi.

- Hey, amma da uyurmuşunuz ha!

Kardeşleriyle aynı odada yatan annesi inek sağmaya kalkmıştı çoktan. Olguşka yerinden fırlayarak iki eliyle birden dağılan saçlarını düzeltmeye başladı. Onun yanında yatan oğlan kardeşleri küçük Fedka ise başını kürküne sokmuş hâlâ uyuyor, bir yandan da kürkün altından çıkan minicik bacağını nasır tutmuş topuğuyla kaşıyordu.

Çocuklar akşamdan çilek toplamaya niyet etmişlerdi. Sabahleyin Taraska ot otlatmaktan dönünce ikiz kız kardeşini kaldıracaktı. Söylediği gibi de yaptı. At otlatırken uykusuzluktan gözkapakları yapıştığı halde şimdi iyice ayılmış, uykuya yatmaktan vazgeçerek kardeşleriyle birlikte çilek toplamaya karar vermişti. Annesi bir tas dolusu süt koydu önüne. Torka'nın eliyle kestiği bir dilim ekmeği alarak masaya oturdu, yemeye koyuldu.

Taraska, sırtında gömleği, askılı pantolonu, tozlu yollarda çıplak ayaklarıyla iz bıraka bıraka koşmaya başladığı zaman iki kız kardeşi uzakta, ormanın koyu yeşilliği arasında kırmızı, beyaz benekler gibi gözüküyordu. Yolda öteki izler yanında kardeşlerinin de birinin büyük, ötekinin küçük parmakları iyice belli olan izleri vardı. (Akşamdan çömleklerini, kaplarını hazırlayan kızlar kalkar kalkmaz dışarı fırlamışlar; ağızlarına tek lokma koymadıkları gibi, ekmek de almamışlardı yanlarına.) Büyük ormanın arkasına doğru kıvrılan yolda Taraska yetişti onlara.

Otlara, fundalara, hatta ağaçların alt dallarına çiy düşmüştü. Kızların çıplak ayakları hemen ıslandı, önce üşürken sonra yumuşak otlara, pürüzlü kuru toprağa bastıkça yanmaya başladı ayak tabanları. Çilek toplama yeri yeni kesilen ormandı. Kızlar, ilkin, geçen yılki kesim yerine girdiler. Genç sürgünler yeni yeni boy veriyordu, genç gürbüz fundalar dört bir yana göz alabildiğine uzanıyordu. İşte buralarda, karşılarına kimisi kızarmış pembemsi beyaz çilekler çıkıyordu. Kızcağızlar iki büklüm eğilerek güneş yanığı küçük elleriyle çilekleri ardı ardına topluyorlar; kötü olanları ağızlarına, iyilerini kaplarına atıyorlardı.

- Olguşka, buraya gel! Bak ne kadar çok!

- Hey, nerdesin? Ses ver!

Çalıların arasında kaybolunca birbirlerinden uzaklaşmamak için böyle sesleniyorlardı.

Taraska onlardan ayrılarak yolun arkasındaki iki yıl önce kesilen koruya gitti. Orada çoğu fındık ve akağaç olan sürgünler adam boyu yükselmişti. Ot örtüsüyse daha sık ve kalındı; otlar kuruduğu için diplerindeki çilekleri iri iriydi, suluydu.

- Gruşka!

- Ne var?

- Kaçan kurdu gördün mü?

- Kurdun burada işe ne? Korkutma beni öyle. Zaten korkmam ki!

Gruşka böyle dediği halde kurdu düşünüyor, dalgınlıkla çileklerin en iyisini çömleğine değil ağzına atıyordu.

- Taraska görünürlerde yok. Az önce yarın arkasına gittiydi. Taraska! Neredesin?...

- Buradayım! Siz de gelin!

- Haydi, biz de gidelim, belki orada daha çok çilek vardır.

Böyle diyerek fundalara tutuna tutuna dere aşağı indiler, oradan da karşı yakaya geçtiler. Burada, güneşin iyice ısıttığı açıklık bir yerde bodur çalıların arasına gizlenmiş birçok çilek buldular.

Sessizliğin ortasında birtakım kımıltılarla birlikte fundaların, otların arasından ansızın korkunç bir gürültü koptu.

Ödü patlayan Gruşka yere düşerek çömleğindeki çileklerin yarısını döktü.

- Anneciğim!

Olguşka ise fundaların arasından hızla geçen uzun kulaklı boz-yanık renkli bir sırtı göstererek bağırdı:

- Tavşan! Tavşan kaçıyor... Taraska! Tavşana bak!

Bunca korkudan, gözyaşından sonra birdenbire kahkahayı basan Gruşka;

- Ben de kurt sandıydım, dedi.

- Bak sen şu akılsıza!

Gruşka çıngırak gibi çınlayan sesiyle gülmesini sürdürüyordu.

- Aman ne korktum!...

Çilekleri toplayıp daha ileri yürüdüler. Güneş doğmuş, yeşilliğin üzerinde koyulu açıklı lekeler bırakarak çiylerin üzerinde ışıldamaya başlamıştı. Kızlarsa yarı bellerine kadar ıslanmışlardı çiyden.

İleri gittikçe daha çok çilek bulacakları umuduyla durmadan yürüyen kızlar, neredeyse ormanın sonuna yaklaşmışlardı. O sırada sağdan soldan çın çın öten kadın, kız sesleri gelmeye başladı. Çilek toplamaya onlardan sonra çıkan komşuların sesiydi bunlar. Aralarında Akulina Teyze de vardı. Bu sırada kuşluk vakti olmuş, kızların çömleklerinde epey çilek birikmişti.

Akulina Teyze'nin arkasından, sırtında yalnızca gömleği olan, başı açık, fırlak karınlı bir oğlan çocuğu kalın, çarpık bacaklarıyla paytak paytak yürüyerek geliyordu.

Akulina Teyze oğlunu kucağına alarak;

- Arkama takıldı, dedi. Bırakacak kimse de yoktu.

- Şimdi biz kocaman bir tavşan ürküttük. Patır patır kaçınca öyle korktuk ki!...

Akulina oğlunu yere indirerek;

- Yok canım! dedi.

Böylece bir iki laf ettikten sonra kızlar, Akulina Teyze'den ayrılarak kendi yollarına koyuldu.

Bir fındık ağacının koyu gölgesi altına çöken Olguşka;

- Hadi, biraz oturalım, yorgunluktan ölüyorum, dedi. Ah, şimdi ekmeğimiz olsaydı, ne güzel yerdik!

- Benim de canım istiyor, dedi Gruşka.

- Akulina Teyze niye böyle bağırıp duruyor? İşitiyor musun? Hey, Akulina Teyze!...

- Olguşka-a-a! diye sesleniyordu Akulina.

- Ne va-a-ar?

- Benim oğlan yanınızda mı?

- Hayır!

O sırada çalılar hışırdadı, eteğini dizlerine kadar toplayan Akulina Teyze gözüktü uzaktan. Elinde de bir torba vardı.

- Küçüğü görmediniz mi?

- Yok!

- Aman Tanrım! Mişka-a!

- Mişka-a!

Yanıt veren çıkmadı.

- Vay, başıma gelenler! Yolunu şaşıracak! Koskoca ormanda kimbilir nereye gitti!

Olguşka hemen ayağa fırladı, yanına Gruşka'yı da alarak bir yöne yürüdü, Akulina da başka bir yöne. Çınlayan sesleriyle durmadan Mişka'yı çağrıyorlar, ama yanıt veren çıkmıyordu.

Gruşka ablasının arkasından yetişemiyor;

- Çok yoruldum, diye bağırıyordu.

Olguşka ise habire Mişka'ya sesleniyor, bir sağa bir sola koşturarak her yeri arıyordu.

Akulina'nın mutsuz sesi büyük ormanda ta uzaklardan geliyordu. Olguşka bir ara aramaktan vazgeçip eve gitmek üzereydi ki, genç bir sürgünün fışkırdığı ıhlamur kütüğünün yakınındaki gür çalılıktan sürekli, kızgın, hırçın kuş sesleri gelmeye başladı. Yanında yavruları olan kuşçağız bir şeylerden ürküp öfkelenmiş olmalıydı. Olguşka dönüş çalılığa baktı. Beyaz çiçekli sık, uzun otların bürüdüğü çalılığın dibinde hiçbir orman bitkisine benzemeyen mavimsi bir tümsek gördü. Durdu, iyice baktı. Mişka'ydı bu. Kuş ondan tedirgin olduğu için ötüp duruyordu anlaşılan.

Fırlak karnının üzerine yatarak başını ellerinin üzerine koyan Mişka, kalın, çarpık bacaklarını da sere serpe uzatarak derin bir uykuya dalmıştı.

Olguşka, Akulina'ya seslendi, çocuğu uyandırıp avcuna çilek koydu.

Olguşka karşısına çıkan herkese, evde anasına-babasına, komşulara Akulina'nın oğlunu nasıl arayıp bulduğunu anlata anlata bitiremiyordu.

 

***

Güneş ormanın üstünde iyice yükselerek toprağı, toprağın üzerindeki her şeyi cayır cayır yakmaya başladı.

Olga'nın yanına gelerek onunla birlikte yürümeye başlayan kızlar;

-Haydi, Olguşka, yüzelim! dediler.

Hep bir ağızdan şarkılar söyleyerek ırmağa doğru yürüdüler. Suda debelenip çığlık atan, oynaşan kızlar batıdan koyu alçak bir bulutun yükseldiğini, güneşin bir kapanıp bir açıldığını, ortalığı çiçek ve kayın yaprağı kokusu sardığını, göğün gürlemeye başladığını neden sonra fark ettiler. Yağmur başlayıp da onları iliklerine kadar ıslatıncaya kadar zor giyindiler.

Bedenlerine yapışan, ıslanmaktan koyulaşmış entarileriyle evlerine koşa koşa gelen kızlar bir şeyler yediler, sonra da tarlada patates söken babalarına öğle yemeği götürdüler.

Eve dönüp öğle yemeklerini yediklerinde entarileri iyice kurumuştu. Çilekleri ayıklayıp kaselere koyduktan sonra Nikolay Semyonoviç'in yazlığına yollandılar. Orada iyi para veriyorlardı ama bu sefer ellerine bir şey geçmedi nedense.

Geniş koltuğunda şemsiyesinin altında oturan Mari, sıcaktan bitkin, çilek getiren kızları görünce yelpazesini onlara doğru sallayarak;

- İstemez! İstemez! dedi.

Klasik diller kolejinde okuyan, evin en büyük oğlu Valya, tatile geldiği baba evinde komşu çocuklarıyla kriket oynuyordu. Çilekleri görünce koşa koşa Olga'nın yanına geldi.

- Kaça? diye sordu.

- Otuz kapik.

- Çok!...

Büyüklerinden böyle işittiği için "çok" demişti.

- Bekle biraz. Köşeyi dön ama.

Böyle diyerek dadısının yanına koştu.

Olguşka ile Gruşka bu sırada üzerinde küçük küçük evler, ormanlar, bahçeler görünen aynalı küreyi seyrediyorlardı. Ne bu küre, ne de öteki şeyler onlar için hiç de şaşırtıcı değildi. Çünkü onlar beylerin görkemli, akıl almaz yaşantısından çok daha fazlasını, olağanüstü şeyler bekliyorlardı.

Valya, koşarak dadısına geldi, ondan otuz kapik istedi. O da çilekçi çocuklara yirmi kapiğin yeteceğini söyleyerek parayı sandıktan çıkarıp verdi.

Sabahleyin güçlükle uyanan Nikolay Semyonoviç sigarasını tüttürüp gazetesini okuyordu. Valya babasını atlattıktan sonra kızlara yirmi kapiği verdi, çilekleri bir tabağa döküp hemen tıkınmaya başladı.

Eve döndüklerinde Olguşka mendilinin ucundaki düğümü dişleriyle çözdü, içindeki yirmi kapiği çıkarıp annesine verdi. Annesi parayı sakladıktan sonra ırmağa çamaşır yıkamaya gitti.

Kuşluktan beri babasıyla tarlada patates söken Taraska bu sırada gür bir meşe ağacının koyu gölgesinde mışıl mışıl uyuyordu. Oğlunun yanında oturan babasıysa koşumdan çözerek ayaklarını kösteklediği atına bakıyordu dönüp dönüp. Yabancı bir tarlanın kelisinde oynayan at bir de bakmışsın yulafa ya da başkasının çayırına girivermiş.

Nikolay Semyonoviç'in evinde her şey her zamanki gibiydi. İşler tıkırında gidiyordu. Üç çeşit kahvaltı çoktan hazır bekliyordu; kimsenin canı isteyip gelmediği için sinekler üşüşmüş, tabaklardaki yiyecekleri yiyorlardı.

Nikolay Semyonoviç düşüncelerinin doğruluğundan dolayı ne kadar sevinse azdı, çünkü bugünkü bir gazete de öyle yazıyordu. Mari'nin keyfine diyecek yoktu, çünkü Goga sapasağlam uyanmıştı. Doktor hastanın ailesinden aldığı ücretten dolayı kıvançlıydı. Valya ise koca bir tabak çileği yediği için neşesi yerindeydi.

 

Lev Tolstoy

Rusçadan çeviren:

Mehmet Özgül


  • Ezel Parsa

    Ezel Parsa 21.05.2017

    Muhteşem bir öykü. Teşekkürler...

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.