ÇOCUK VE BALIKLAR

ÇOCUK VE BALIKLAR

Sesi tam bir fısıltı haline giren Bay Arseven üzgündü:

“Eserinizi maal’esef basamıyacağız Bayım, imkânı yok!”

“Niçin?”

Kitapçı sağına soluna bakınıp:

“Şurada baş-başayız...” diye fısladı, “isterseniz açık konuşalım!”

“Elbette” dedi Ali Muhsin, “açık konuşalım tabiî. Siz en başta bir insan, sonra da kitapçısınız. Vardığınız kanaat beni iki yönden ilgilendirir.”

Tavırlarındaki burukluk betine gittiyse de:

“Yazış bakımından bir diyeceğim yok. O cihetten mükemmel olmuş: virgüller, noktalı virgüller hep yerli yerinde...” diye konuştu Bay Arseven. “Cümle kuruluşları tamam.”

“Noktalama bakımından beğendiniz yani?”

Kitapçı elini kaldırdı:

“Evet. Ancak...”

“Ancak?”

“Şurası var ki; romanınızın içinde konuşanlar dillerini tutmalıydılar azıcık. Dilleri uzun Bayım, çok uzun.”

Saf saf sordu:

“Kötülük neresinde bunun? İçlerini dökmüşler...”

“Çok dökmüşler Bayım, çok...” dedi Bay Arseven. “Kitabınızı toplattıracak kadar. Sonradan toplattırılması yüzde yüz bir eser için de masrafa girilmez ya!”

Ali Muhsin:

“Hah, o zaman başka... Şimdi anlaştık işte,” dedi. “Olabilir, siz böyle görebilirsiniz. Fakat bu duygular, bu fikirler bana gökten zembille inmedi ki. İçinde yaşadığım, dolaştığım, gördüğüm,

dinlediğim toplumdan geldi. Hem gazetelere göz atsanıza. Yürekler kanatlandı. Çok daha ağırlarını

yazıyorlar şimdi. Şimdi demokrasi var.”

Bay Arseven:

“Onlar gazete Bayım...” dedi. “Onlar gazete, basacağım kitap bir toplattırılırsa belimi doğrultamam. Kepenkleri indirmek lâzım. Hoş gözle bakmazlar artık bizim Kitabevine. Bana biraz açık saçık bir aşk, macera romanı, yahut polisiye bir roman getirin, gözümü kırpmadan basayım. Söz. Üslûbunuz hoşuma gitti.”

Sanatçı, tomarı Kitapçıdan alarak dışarı yollanırken:

“Bu siparişe teşekkürler...” deyip omuz silkeledi. “Fakat piyasada, nazar değmesin, bunu yapanlar sürüsüne bereket.”

O hışımla yürüyordu ki, aklı başına gelip geri döndü. Kitabevinden başını uzattı: “Allahaısmarladık!”

Bay Arseven, bu gecikmiş Allahaısmarladık’ı hoşgörür bir “Güle güle!”yle karşıladı. Oncağız olacaktı artık.

“Kusura bakmayın.” “Zarar yok Bayım. Güle güle, şansınız açık olsun!”

Karamsarlığa kapılan yazar, “Olamaz!” diye mırıldandı içinden. “Bu gidişle olacağı da yok.” Yoluna çıkan en yakın kahveye attı kapağı. Terini sildi. Çay söyledi. Çayı gelince bir de sigara tellendirdi.

“Hayrola” diye çınladı kulağının dibinde bir ses. “Karadeniz'de gemiler mi battı hazret?”

Başını kaldırıp keyifsizce baktı Muhsin. Gazetelerin birinde çalışır, tatlı su muhalefeti yapardı. Kamu oyuna tanıtmış, sevdirmişti kendini. O sevgiden gelme bir şımarıklıkla:

“Haaa”, diye eğlendi. “Karadeniz'de gemiler mi battı?”

“Otur” dedi sinirini yenerek, “bir çay iç!”

Ahbap çöktü hemen. Çayını beklerken Muhsini inceledi:

“Suratın asık.”

“Asık!” dedi Muhsin.

“Ne var?”

“İyilik sağlık. Sende ne var ne yok?”

“Bildiğin gibi. Bugünkü yazımı okudun mu?”

“Okumadım!”

“Oku, mutlaka oku. Serbest sendika meselesine dokundum...”

“İyi ettin. Sana şunu sorayım...” diye söze girişti birden. “Gelecek aydın günlere inanır mısın sen? Geleceğin bu günlerden daha iyi, daha aydın olacağına inanır mısın?”

“İnanırım!”

“Neden?”

Eski Roma konsüllerini andıran heybetli başı kuşkuyla kalktı ötekinin. Kalın bağa gözlüklerinin –ki, aydın kişi olduğuna ayrı bir tanıktı– ardından son kerte hesaplı, belki de çok güzel, açık elâ gözleri, uzun kıvrık kirpikleri vardı. Hangi kıza kadına değse işini bitirir o bakışıyla:

“İnanmak için bir yığın sebep var ortada” deyip gülümsedi.

Muhsin gülüşüne de içerledi ayrıca. Erkeğin bu derece ölçülü bir güzellik içinde kalışını saçma, tamamen gereksiz, epeyce yavan bulmaktaydı. Sertçe:

“Ben inanmıyorum!” dedi.

“Öteden beri mi, şimdi mi?”

“Şimdi, öteden beri... Fark etmez!”

“Bence, inanmak gerek dostum.”

“Körü körüne, ha?”

“Yo, ne münasebet. Körü körüne değil, düşüne taşına...” derken düşünmeye dalmıştı.

“Önce on yıl geriye gideceksin. Sonra bugüne geleceksin. İlerleme var mı, yok mu?.. Var iki gözüm var. Halk tabakalarında şuur uyanıyor gitgide. Memlekete bak! Bir doğum sancısı içindeyiz. Bu çekişmelerden, kavgalardan bir şey doğacak... demokrasi güneşi!”

Karamsarlığını yitirmeden:

“Söylev çekme!” dedi Muhsin. “Benim karnım tok. Ölü doğan çocuklar vardır.”

“E”, dedi ahbap tasasız, “ana babayı başka çocuk beklemekten de alıkoyamazsın ya?”

“Niçin alıkoyamazmışım lütfen söyler misin? Birinden biri kısırsa...”

“Hadi hadi!” dedi öteki, “Sen bugün ters tarafından kalkmışsın. Bir tek misal üstünde kelime oyunu yapmıyalım. Daha doğrusu, bu gün seninle bu konuya değmiyelim. Söyle, para sıkıntısı mı?”

Başını salladı Muhsin:

“Hayır, para sıkıntısı değil. Yahut, evet, para sıkıntısı. Her işin ucu sonu gelip paraya dayanıyor. Çok, ama çok param olsa hiçbir sıkıntım kalmazdı gibime geliyor. Kitabımı kendim bastırır kendim satardım.”

Gözlüklü:

“Hah, şimdi anlaşıldı!” deyip kurnazca gülümsedi.

“Anladınsa anladın” diye homurdanarak doğruldu kalktı Muhsin de. Canı bir yerlere gitmek istiyordu.

“Ben gideyim. Sur’da bir işim var. Çaylar bendendi!”

“Görüşelim gene.”

“Görüşelim.”

Caddeye uğradı.


  • Editörlük

    Editörlük 27.05.2017

    Değerli Okurlarımız, Öykünün içeriğiyle adı arasında bir uyumsuzluk göze çarpmaktadır. Aldığımız kaynakta bu şekildedir. Sağlama imkânımız olursa veya bizi doğrusu hakkında uyarırsanız düzelteceğiz.. Saygılarımızla

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.