PAZARYERİ

PAZARYERİ

İyi ki rüzgâr esmiyordu. O kadar hafiftim ki; beni mutlaka uçururdu. O gün ceplerimin masumluğuna para, nikeliyle, bronzuyla ya da papeliyle tecavüz etmemişti.

Ceplerimin namusu, bu iklimin duru ve saf rüzgârı gibi lekesiz, pürüzsüz ve parasız pulsuzdu. Ne var ki; evdekiler ceplerimin masmavi poyrazına ağız açarak karın doyuramayacaklardı. Sorun basitti. Önüme gelene külah takacaktım! Külah takacağım kimseler de mutlaka benim gibi olanlardı. Çünkü benim gibi olmayanlar hiç külaha mı gelirlerdi?

Mandalinlerin, portakalların altın salkımlarını erdiren bir güneş ve kış ortasında ilkbahar meltemleri estiren koyu ve parlak bir göğün altında pazar kurulmuştu. Köylüler develerle, atlarla, eşeklerle alay alay akın ediyorlardı. Bazıları şalvarlık ve giysilik basma arıyordu. Parası olanlar parayla, olmayanlarsa; işporta malı basmalarını, enine boyuna bir ağ gibi gererek, onların ortasına, sineği bekleyen örümcek gibi çömelen satıcılara bir yıllık ürünlerini birden satarak, basma alıyorlardı. Bir tezgâhtan ötekine, bir işportadan başkasına gidip gelen öyle ince gövdeli köylü kızları vardı ki; bir Viyana operetinde başrolü alabilirlerdi. Renk renk fıtâlarına, İspanyol şalları gibi bürünmüşlerdi. Yalnız toprağı karıştırmakla nasırlaşan elleri, güneşle kavrulan tenleri ve uzun yola dayanacak pabuçları, bu yavrucakların ne işler görmekte olduklarını anlatıyordu. Kanları zengin dağ halkının kırmızı yanaklarından tutunuz da, size bin bir şey anlatan parıltılar çakan kara gözlerle, yüksek kavisli ince kaşlı, hazin, duru, vahşi, ama her zaman akıcı bakışlara, yürekleri dudaklarında, ruhları gözlerinde, iklimleri gibi şakrak, güneş gibi parlak cennet elleri Havvalarına varıncaya kadar hep oradaydılar. Hepsi de karışıyor, konuşuyor, kaynaşıyorlardı. Şiveleri de tuhaftı. Konduğu bir sessizden bir sesle havalandı mıydı, süzülür uzar uçar, fakat birbirinin yanına düşmüş sessizlerin üzerinden kuş gibi kısa kısa sekerek gider. Dudaklarında öpüşler gibi tatlı güneyin soluğu vardı. Onun için türkünün bu güneşli ilinde söz, iklim gibi güzel oluyor. Pazaryeri, akan bir pınarın cıvıldamasını andırıyordu.

Ötede beride ayaklarından bağlanmış tavuklar, salkım salkım ötüyordu. Yumurtadan, lahanadan, testiden, soğandan, tahıldan ehramlar yükseliyordu. Mandalin ve limonlar yer yer yığılıydı. Ortalık ışık ve renk tütüyordu.

Arkalarındaki hizmetçilere sepetler taşıtan şehirliler de bu kalabalığa karışıyordu. Giydikleri pantolon, ayakkabı, fistan gibi, gönüllerine giydikleri birkaç geleneğe bağlı; varlığa, göğe, güneşe kör... etleri elliyor, lahanaları kötü buluyor, soğanları acı ve gönüllerinde taşıdıkları hayatın bütün sorumluluğunu cennet gibi yöreye yükleyerek, güneşin yüzüne karşı, "Burada hiçbir şey yok, hayat yok!" diyorlardı. Birbirlerine rasladıkça dudaktan gülümsemeler, bazen fısıldamalar, bazılarına yüksek sesle konuşmalar, kimine baş eğiş, kimine pahalılıktan yakınma, fakat bir bakışın üzerine çevrilmiş olduğunu görünce, o bakış bitinceye ve hayranlık da baştan kuyruğa varıncaya kadar hiç farkında değilmiş gibi kıprayışsız bir bekleyiş...

Dolaştım, dolaştım; ortada kafese koyacak kimsecik bulamadım. Yalnız, bir köşede yere bağdaş kurmuş genç bir Çingene kızı vardı. Hindiba, yumurta, tavuk, tereyağı; hepsinden satıyordu. Onu birkaç kez göz yordamıyla ölçüp biçtim. Fakat, "Bu da bizden galiba" diyerek, ona kıyamamıştım. Kara saçlarının büklümleri, mavi ve kara şimşekler çaka çaka fırıl fırıl dönüyor ve omuzlarına devriliyordu. Göğsü, kadınlığın yeni doğan goncasıyla çifte kabarıp sivriliyordu. Yüzü öyle bir yüzdü ki; insana, bir kez gördüğü, ama bir daha göremeyecek olduğu bir yüzü anımsatır.

Görülen milyonlarca güzelliğin onda bir şeyi vardı. İnsanın içinde uzaktan uzağa bir şeyleri ağlatırdı. Öyle ideal bir güzellik değildi ama. Onlar boş şeylerdir. Bu yaşayan bir beden değil, yaşayan bir sevgiydi. O, ideal güzellikten daha güzeldi; çünkü gerçekti. Ona yalvarırdın! Daha olmazsa, cehenneme atılırdın, ne bileyim! İşte bana bakıyor. "Ne istersiniz?" diyor. İstemediğim mi var? Hepsinden isterim. O da hepsinden, istediğim kadar verdi. O, vermek sırasını savınca, paraları saymak sırası da bize geldi. En emin ve mağrur bir tavırla, elimi ceketimin iç cebine saldım:

"Beş lira boz!" dedim.

Fakat, ağzım elimden çabuk davranmıştı. Kanımın yüzüme sıçradığını duydum. Gözlerim yere

eğildi. Tatlı bir ses,

"Bozdurunca verirsiniz," dedi.

"Peki," deyince, çuvalı sırtlayıp çarşı yolunu tuttum.

Yalvardım, yakardım, çamura battım, taş altına yattım. Kızın parasını denkleştirerek, pazardaki yerine koştum. Aradan yirmi dakika geçmemişti. Fakat, demincek kızın bağdaş kurduğu yerde şimdi yeller esiyordu. Sağında, solunda yer tutmuş olan soğan satıcıları, hep bir ağızdan, "Verdiğiniz paranın üstünü almaya geldiniz, değil mi? Kız kaçtı. Zaten biz kuşkulanmıştık. Çünkü, siz ayrılınca, yavaşça kalktı; pılı pırtısını toplayarak sıvıştı. Parayı alıp kaçtığını görmeyesiniz diye olacak, sinsi sinsi arkasına dönüp kendisini görüp görmediğinize bakıyordu. Hemen polise haber veriniz" dediler.

Bir gece, uzun yolculuktan yeni dönmüşken, bir dost beni evine çağırmıştı. Arkadaşımın yatağını kirletmemek için çarşafların arasına girmemiş, yastığın üstüneyse mendilimi sermiştim. Vapur dumanı ve baca kurumuyla kapkara olan saçlarımla yastığı kirletmek istemiyordum. Yatağı, içine yatmışım gibi, bozmayı unutmuştum. Ertesi günü gözünde bir kuşku okudum. Yatağından iğrendiğim için yatmamış olduğumu sanmıştı. Aynı duyguyu burada da duydum. Polise haber vermek mi?

Çingene kızı! Gülümseyişleriyle fukara yokluğumun hiç olmazsa yarısından fazlasını büyük bir mutluluğa dönüştürmüştü. Sordum soruşturdum. Çadırları, Kızılağaç'a doğru bir yamaçta kurulmuşmuş. Hemen yola düzüldüm. Çadırın kurulduğu yamacın dibine vardım. Yolu bilmiyordum. Önümdeki tepe, batan güneşin son ışınlarıyla göklerde, bulutlar üstünde yüzen pembe bir ada gibiydi. Meyustum. Önüm uçurumdu. Elimde para, olduğum yere yıkıldım. Raslantı! Kız, önümdeki yamacın kıyısında, ta tepede dimdik duruyordu.

Rüzgâr, şalvarının iki parçasını arkasında şakırdatıyor, sözler dudaklar üstünde yamyassı oluyor, saçları arkaya fırlıyordu. Sanki başka dünyadan konuşuyormuş gibiydi, gülüyordu. Parayı gösterdim: “İmkânı yok, uzak, çekip alamam. Hem çabuk kaç, biz çadırı kaldırdık, hemen gidiyoruz. Bizimkiler duyarsa vay halime! Bir yabancıya, Çingene olmayan birine para kaptırdın, diyerek, canım çıkıncaya kadar döverler!" diye bağırdı.

Sempati, yüzüne ve bakışına o kadar sıcak sıcak yaraşıyor ve yakışıyordu ki; sesi müzik olmuştu.

Bir dosttu o! Fakat hatırımızı ve kötü duruma düştüğümüzü görünce, 'Keşke dikkatli davransaydın, sözümü, öğüdümü dinleseydin!" diyen dostlardan değil. Bana, o uçurumun tepesinden müthiş bir gülüş çekti. Başparmağını kaldırdı. Gülerek, “Bu da geçer!” dedi, sonra durdu; “ebediyen!” diye bağırdı. Parmaklarıyla bir öpücük yolladı. Yine güldü, “Allahaısmarladık!” dedi ve kayboldu. Onu önümde gördükçe, açık havayı soluyormuş gibi bir ferahlık duyuyordum.

“Allahaısmarladık" sözünde her ne kadar umut varsa da, derinden derine mutlaka acı bir umutsuzluk vardır. Hey Allahım hey! Bizi neden ayrı yarattın da ikimizi bir olarak, bir gövdede yaratmadın? Demek istediğim, bir çiftin aşkı, ebedisi mebedisi değil! Tükenmez sevgiler, okşayışlar da değil. Ben vazgeçtim böyle saçmalardan. İnsan bir tane ve herkesten bambaşka olarak doğar. Eşini bulabilir. Fakat bir gövdede yaratılaydık, ben onda ya da o bende, hep mutlu olurduk...

Halikarnas Balıkçısı


  • İMPARATOR

    İMPARATOR 27.06.2017

    Şaheser...Edebiyat dersi gibi...Çok satan yazarlarımız okusunlar da dil ve üslup ahengi, temiz ve şiir gibi bir Türkçe neymiş feyz alsınlar...

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.