SABAH KAHVALTISI

SABAH KAHVALTISI

Bir türlü tadına doyamıyorum. Bilmem neden, hepsini inceden inceye canlandırabiliyorum gözümde. İkide bir aklıma geliyor. Durup dururken, hem de gittikçe daha iyi hatırlıyorum; hatırladıkça da garip, ılık bir şeyler oluyor içimde; tadına doyamıyorum.



Sabah çok erkendi. Doğudaki dağlar koyu maviydiler, arkalarından onları ufka kıpkırmızı çizen güneşin ışıkları yükseliyordu. Yükselip başımın üstüne doğru geldikçe soğuyan, bozlaşan, donuklaşan bu ışıklar, batıya yakın bir yerde geceye karışıyor, eriyip gidiyordu.

Soğuktu, pek bir acı vermiyordu, ama ellerimi ovuşturup ceplerime sokmuş, kamburumu çıkarmış, ayaklarımı yere vuruyordum. Vadinin içinde, benim bulunduğum yerde, toprak sabahın boz rengine boyanmıştı. Bir dağ yolu boyunca yürüyordum. İlerde, yolumun üstünde, topraktan biraz daha açık boz renkte bir çadır gördüm. Çadırın yanındaki eski, paslı bir saç sobanın çatlaklarından alevlerin turuncu parıltıları sızıyor, sobanın dar, kısa borusundan fışkıran duman dağılıp yok olmadan önce, uzun bir zaman yükseliyordu.

Sobanın yanında genç bir kadın vardı, gerçek bir kadın. Solmuş pamuklu bir eteklikle, gene pamuklu bir gömlek giymişti. Yaklaşınca, kıvrık koluyla tuttuğu, soğuktan korumak için de başını gömleğinin içine sokmuş olduğu bir bebeğe meme verdiğini gördüm. Ana ateşi karıştırıyor, daha çok hava gitmesi için sobanın paslı kapaklarını aralıyor, üstündeki deliğini açıyor, durmadan hareket ediyordu. Bu işler olurken bebek habire meme emmekteydi, ama anasının işine, hızlı, hafif, ahenkli hareketlerle çalışmasına engel olmuyordu. Kadının her halinden işini bildiği belliydi. Turuncu alevler sobanın çatlaklarından sızıyor, çadırın üstüne vurarak ışıl ışıl oynaşıyordu. Artık yaklaşmıştım, kızaran domuz pastırması ile pişen ekmek kokularını duyuyordum, bildiğim kokuların en güzelli... Doğuda gün ışığı hızla yükseliyordu. Sobaya yaklaşıp ellerimi uzattım, sıcağın vurmasıyla bütün vücudum ürperdi. O sırada çadır aralandı, önce genç bir adam, arkasından da yaşlı bir adam çıktı. Mavi çadır bezinden dikilmiş, yeni giysiler giymişlerdi. Ceketlerinde pirinç düğmeler parlıyordu. Yüzleri sert hatlıydı; birbirine benziyorlardı.

Gencinin siyah, gür bir sakalı vardı, yaşlının sakalına ak düşmüştü. Kafaları, yüzleri ıslaktı, saçlarında, sert sakallarında su damlaları duruyor, yanakları parlıyordu. Sessiz sessiz durup doğuda yükselen ışıklara baktılar, birlikte esnediler, dağları ufka çizen çizgi boyunca uzanan kırmızılığı izlediler. Dönünce beni gördüler.

Yaşlı adam, “Merhaba,” dedi. Yüzünde ne dostluk, ne de düşmanlık görülüyordu.

“Merhaba, efendim” dedim.

Genç adam da, “Merhaba,” dedi.

Yüzlerindeki su yavaş yavaş kurumaktaydı. Sobaya yaklaşıp ellerini ısıttılar. Kadın işine devam ediyordu, yüzü başka yana dönüktü, ama gözlerini işinden ayırmıyordu. Önüne düşmesin diye bir iple bağladığı saçları arkasında sarkıyor, çalışırken iki yana sallanıyordu. Kocaman bir sandığın üstüne teneke maşrapalarla tabaklar yerleştirdi, bıçaklar, çatallar dizdi. Kızarmış domuz pastırmasını bol yağın içinden kepçeyle alıp büyük bir teneke tabağa koydu; pastırma kıvrılıp cızırdayarak büzüldü. Fırının paslı kapağını açıp kızarmış büyük dilimlerle dolu dört köşe bir tava çıkardı.

Sıcak hamurun kokusu yayılınca adamların ikisi de derin derin kokladılar. Genç adam yavaşça, “Tanrım,” dedi.

Yaşlı adam bana döndü. “Kahvaltı ettin mi?”

“Hayır.”

“Haydi, öyleyse bizimle birlikte ye.”

Bu iyi haberdi. Sandığın yanına gidip yere çöktük. Genç adam sordu: “Pamuk mu

topluyorsun?”

“Hayır.”

“Biz on iki gündür çalışıyoruz.”

Kadın sobanın yanından söze karıştı: “Yeni giysi bile aldılar.”

Adamlar çadır bezinden yapılmış yeni işçi giysilerine bakıp gülümsediler. Kadın pastırma tabağı ile ekmek dilimlerini, bir kâse et suyunu, bir tas kahveyi sandığın üstüne koyup kendi de bir uca çöktü. Bebeğin başı gömleğin altındaydı, hâlâ meme emiyordu. Emerken çıkan sesleri duyuyordum.

Tabaklarımızı doldurduk, ekmeklerimizin üstüne salça sürdük, kahvelerimize şeker koyduk. Yaşlı adam ağzını iyice doldurdu, çiğnedi, çiğnedi, yuttu.

“Tanrım, çok güzel” dedi. Ağzını gene doldurdu.

Genç adam, “On iki gündür iyi yiyoruz” dedi.

Hepimiz hızla, çılgınca yedik, tabaklarımızı tekrar doldurduk, midelerimizi iyice doyurup ısınana kadar bu böylece sürdü. Sıcak, acı kahve boğazımızı yaktı. Son damla kahveyi telvesiyle birlikte toprağa döküp maşrapalarımızı bir daha doldurduk.

Güneşin ışınları kırmızımsı bir renge bürünmüştü, sanki havayı daha çok soğutmuş

gibiydiler. Adamlar doğuya döndüler, yüzleri doğmak üzere olan güneşten gelen renklerle aydınlandı, bir an yaşlı adamın gözlerinde dağın arkasın da yükselen ışığın parıltılarını gördüm. Sonra ikisi de maşrapalarındaki kahve telvelerini toprağa döküp ayağa kalktılar.

Yaşlı adam, “Gidelim artık,” dedi.

Genci bana döndü. “Pamuk toplamak istersen, belki sana da bir iş bulabiliriz.”

“Hayır. Gitmem gerek. Kahvaltı için sağ olun.”

Yaşlı adam, sen bilirsin gibilerinden, elini salladı. “Pekâlâ. Tanıştığımıza sevindik.”

Birlikte uzaklaştılar. Doğuda gökyüzü ışıktan alevlenmiş gibiydi. Ben de dağ yolunu tutarak uzaklaştım. Hepsi bu kadar. Bu karşılaşmanın niçin hoşuma gittiğini büsbütün anlamıyor değilim. Ama orada başka bir şey de vardı, bana her hatırlayışımda o ılık tadı veren, büyük güzellik dediğimiz şey.

 

John Steinbeck

 

Çev: Memet Fuat


Yorumlar

Maximum : 1000 Karakter / Karakter Sayısı: 
0
Yorumlara gerçek ad ve soyadınızı yazmanız onay kolayllığı sağlar.
Mail adresinizi yazmanız keyfinize kalmıştır. Yorumlarınızın onaylanması da
editörlerin tamamen keyfine bağlıdır. Yılların deneyimi sonucu bu bizde böyle.


Bu habere henüz yorum yapılmamıştır, ilk yapan siz olun!...