Tiyatro

Tiyatro

Kahve kapısının iç tarafına kumpanya müdürü bir sandalye atmış, bilet kesiyordu. Ara sıra, masanın altında, bir gazete kâğıdı ile yarı örtülmüş duran rakı şişesine uzanıyor, kafasına dikerek ve sivri gırtlağını oynatarak birkaç yudum içiyor, sonra başını dışarı doğru uzatarak:

-Haydi buyurun beyler. Oyun başlıyor... diye bağırıyordu.

Önlerde yer kalmamıştı. Dâva vekili Ali Bey cüzdanını karıştırırken bir yandan da homurdanıyordu, şişkin gerdanının içinden sıkışmış gibi zoru zoruna çıkan soluklarını etrafa savuruyordu:

-Ne demek, diyordu, bunun burasında it kopuk ön sıralarda keyif çatarken biz tiyatroyu kenar köşeden mi seyredeceğiz? Hele bir görelim bakalım...

Bu tehdit üzerine kumpanya müdürü:

-Sizin için ön tarafa birkaç iskemle atarız, merak buyurmayın beyim, dedi.

Doğrusu Ali Beyin bu kasabada çok eskiden kalma, yerleşmiş ve tanınmış bir itibarı vardı. Sülâleden gelme asaletine, İkinci Cihan Harbinde edinilmiş yüklüce bir servet eklenince, Ali Bey, her yerde, baş köşeye kurulur olmuştu. Tapu memuru, Ali Beyin kulağına doğru eğilerek:

-Abi, dedi, şu bilet satan herifi görüyor musun? İşte başoyuncu o...

Arabı oynıyacak bu akşam. Ali Bey masanın ortasına gıcır gıcır bir onluk atarken:

-Ya, demek öyle... Çok memnun oldum. Hadi bakalım, görelim, nasıl oynıyacaksınız Arabı? Biz vaktiyle, Şehzadebaşında bu oyunu yüz kere seyrettik. Onlar kadar yakıştırabilecek misiniz?

Kumpanya müdürü iki kat eğilerek:

- Sayenizde çalışacağız beyefendi, dedi.

Ali Bey önde, tapu memuru İrfan efendi, nüfus memuru Yusuf, tahrirat kâtibi Abdi arkada, öne doğru yürüdüler, kahvecinin çırağı, tâ çalgıcıların yanına dört iskemle koymuştu. Koca salon sigara dumaniyle göz gözü görmez hale gelmiş, tömbeki ve rakı kokusu tavanı sarmıştı. Yan tarafta, sahnenin bitişiğindeki süslü ocağı içinde mal sahibi Ramazan efendi, omuzlarındaki kirli peşkiri ikide bir çekerek yüzünü gözünü kuruluyor, derinden derine akseden çırağının incecik sesine kulak vererek dizi dizi çay bardakları üzerinde beyaz teneke demliği dolaştırıyordu. Arada sırada da deliğin ağzına yaklaşarak:

- Üç sade hazır!.. Dolular elde, diye bağırıyordu.

Ali Beyin üstüne bir ağırlık çökmüştü. Nüfus memurunun ikide bir kulağına doğru eğilerek perdenin altındaki parlak ışık çizgisini işaret etmesine rağmen, gözünü açacak vakti yoktu. O ışık çizgisi içinde allı pullu terlikler giymiş küçücük ayakların sağa, sola seğirttiğini güç hal ile farkedince:

- Dur be oğlum, dur biraz sabret... Şimdi perde düşecek, yalnız ayaklarını değil, koltuk altlarını da doya doya seyredeceksin, dedi.

İki ellerinin tombul parmaklarını açarak karnını bastırıyordu.
- Size ikram edeceğim derken o lânet olası erişte pilâvının yarısını biz erittik. Şimdi yerinde dik durabilirsen dur bakalım...
    
Perde açılır açılmaz kahvenin dumanı birdenbire aydınlandı. Enine boyuna, bacakları kalçalara ve kolları omuzlara kadar çıplak bir kadın, döşeme tahtalarından toz savurarak, çılgın bir çiftetelliye başladı. Kollarını havaya kaldırdıkça keskin bir ter ve lavanta kokusu Ali Beyin burnuna doğru vuruyordu. Birkaç dakika sonra başı göğsüne düştü ve zehirlenmiş gibi âni, derin bir uykuya daldı.

Baştan kimse farkına varmamıştı. Fakat, kantolar bitip de Otello piyesi başlayınca, etrafındakilerin keyfi kaçar gibi oldu. Tahrirat kâtibi başını çevirince, hayretten ağzı bir karış açılarak, yerinden fırladı, ocağa doğru koştu.

-Ramazan efendi, Ramazan efendi, hu!.. Bana bak; çabuk oyunu durdur!

Malsahibi gözlerini güçlükle sahneden ayırarak:

-Ne ne dediniz Abdi efendi? Oyunu durdurayım mı?
-Uzatma, çabuk içeri koş. Oyunu kessinler...
-İlle velâkin...
-Uzatma be adam, koş diyorum sana.

Gürültüye sağdan soldan kulak kabartanlar oldu. Birkaç kişi tahrirat kâtibinin yanına koştular “ne var, ne oluyor” diye etrafta bir telâş seziliyordu. Sahnede simsiyah suratıyle en heyecanlı bir tiradı okumakta olan Arap bile gözlerinin akını kahve ocağına doğru ağarttı.

-Elveda zaferleri semâlara salan bayraklar!.. Elveda küheylân atlarım!

Dedikten sonra sustu. Perde telin üzerinde şıkır şıkır kayarak kapandı. Ocakta tabak, fincan gürültüsü kesildi. Tavandaki dumanın bile sessizce döşemeye doğru indiği hissedildi. Tahrirat kâtibi ayaklarının ucuna basarak yerine dönerken ne olduğunu hâlâ anlıyamıyarak, fısıl fısıl izahat verdi:

-Susun, ses etmeyin! Ali Bey uyuyor!

Seyircilerin yüreğine su serpildi. Kimisi tabakasını çıkarıp sigara sarmağa, kimisi de kafasını iskemlenin arkalığına dayıyarak, Ali Bey uyanıncaya kadar, şöyle bir kestirmeye hazırlandı.

(1950)

İlhan Tarus


  • YAKUP CEMİL

    YAKUP CEMİL 16.07.2017

    Sayın Mete Demirtürk, ilginize teşekkür ederim...Tarihe ilgiliyim çocukluğumdan beri, sanırım o nedenle...İttihat ve Terakki dönemine ve figürlerine de ayrı bir ilgim ve merakım var yıllardır...Yakup Cemil mahlası bu nedenle...sevgiler...

  • Mete Demirtürk

    Mete Demirtürk 15.07.2017

    Sn. Yakup Cemil'in yazdıklarına katılmamak mümkün değil. Ve lâkin kusuruma bakmasın, adını yazarken bile titriyorum. Eğer takma bir isim kullanacaksa, neden Karaca'oğlan değil. Ya da Şener Şen! Saygılar...

  • YAKUP CEMİL

    YAKUP CEMİL 15.07.2017

    Yaşamdan beslenen öykülerin tadı bir başka oluyor. Gerçekçi ve sağlam. Okurken öyküye dahil olduğumu, o seyircilerden biri olduğumu hissettim. İnsanbu'yu tebrik ediyorum, bu öykü paylaşımları çok faydalı oluyor. Böyle gerçekçi ve düzgün Türkçeli öyküleri paylaşırsanız iyi olur. Estetik haz alıyorum bu tür paylaşımlardan..

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.