FERYAT

FERYAT

İlkbahar başlangıcında bir gün, Port-Sait’ten Batum’a gidiyorduk.

İstanbul’da veba vardı. Ama şilebimizin orada işi yoktu. Haliç’e uğramadan Kavaklar’da, Karadeniz’in ağzında, sabahlamaya karar verdik; çünkü geceleri Boğaz’dan dışarı bırakmazlar. Çanakkale Boğazı’ndan iki Türk, iki karantina kolcusu, koşup geldiler. Bunlar Haliç’e uğramadığımızı söyleyeceklerdi.

Çanakkale Boğazı’ndan saat dörtte hareket ettik. Tayfalar beşte yemek yerler. Her zaman yemeklerden önce onlara içki verilir; fakat kutlu bir perşembeydi. Kimi böyle bir günde içmeyi günah sayıyordu. Alkol büsbütün ziyan olmasın diye -muziplik edilip- Türklere verildi. Şaraba alışık olmadıklarından hemen yuvarlandılar. İriyarı olanı, kıçta, tam pervanenin üstünde; küçüğü, kıçla makine dairesi arasındaki ambarın kapağının üzerinde yatıyordu... Bu küçük, uyuyacağı sırada Türkçe, Rumca, hatta Rusça uzun uzun mırıldanıp durdu:

- Rus karaşo, Arap net karaşo *

Daha birçok şeyler anlattı: Cahil ve fukara bir adammış; eskiden çok güzel bir karısı varmış; bunun için hiç adını söylemez, ona hep “Canım” dermiş; çok yıllar önce kadın bir erkek çocuk doğururken ölmüş; oğlu da bir kız gibi ince, güzel, uysalmış; İstanbul’a götürmüşler, oradan Arabistan’a savaşa yollamışlar.

- Fakat Arabistan’a giden hiç sağ döner mi? diyordu.

Sonra tepinerek, karabina parlatır gibi birtakım sesler çıkarıyor, vurularak ölen bir adamı anlatmak için sırtüstü yatıyor, çizgili yün çoraplı ayakları ile eğri bacaklarını oynatıp duruyordu. Dar paçalı poturu yamalar içinde, kısa ceketinin havı dökülmüş, fesi yağlanmış, durgun gözleri bulanık, bıyıkları düşük, buruşuk yüzü rüzgârdan kavrulmuş... Tayfalar hem gülüyor, hem acıyorlardı.

- Birader, diyorlardı.... Şarap insana neler yaptırmaz ki!...

Boğaz'ı birkaç kez görmüştüm. Fakat ona hiç doyum olur mu? Fener görünür görünmez, beni uyandırmalarını söyledim. Erkenden yatmıştım. Gece saat ikiye doğru kamarot kapıyı çalarak yavaş bir sesle:

-Saraya yaklaşıyoruz... dedi.

Cevap verdim:

-Efendim. Çok soğuk mu?..

-Üç derece.

-Sisli mi?

-Açık

Karanlıkta paltomla şapkamı bulup çıktım. Salonda bir lamba sönük, hazin bir ışıkla yanıyordu. Açık kapıdan lacivert, mehtaplı bir gece görünüyor, içeriye hafif bir meltem esiyor, bacanın yanına konmuş saksıdaki Japon palmiyesinin tüylü dalları yavaş yavaş sallanarak kuru bir hışırtı çıkarıyordu. Her şeye egemen olan bir sessizlikte, yalnız bir hışırtı ile duvar saatinin ağır tik takları ayırt ediliyordu... Büfenin tavanına asılan kadehlerin ancak işitilen şakırtıları ile vapurun ta derinliklerinde büyük bir kalp gibi sağır, düzenli vuruşlarla çarpan, tüm vapura hafif bir sarsıntı veren makinenin titreyişi bile, bu sessizliği bozamıyordu. Sol bordoya çıktım ve yaklaşan İstanbul’u, onun ince, beyazımsı bir buğu arkasından donuk donuk parlayan seyrek ışıklarını, mehtaplı bir gecenin maviliklerinde düşsel bir görkem ve giz dolu bir soluklukla beliren karaltısına uzun uzun baktım.

Sonra kaptan köprüsüne çıktım. Telgrafın yanında kaptan ve bir nöbetçi yardımcı, başlarında şapka, kürklerine sarınmış, ileriye, pruva direğinin ötesine bakarak nöbet bekliyorlardı. Arkalarında dümenci çarkın tutamaklarına sıkıca yapışmış... Aşağı sarkıtılmış, şapkalı bir elektrik lambasının aydınlattığı pusuladan gözlerini ayırmıyor. Sanki taş kesilmiş... Karanlık dümen kamarasının yanında durduğumda hiçbiri başını çevirip bakmadı bile. Onlar da geceye, İstanbul’a hayran olduklarından kumanda deyimlerini tam, ağır ağır, yavaş yavaş söylüyorlardı.

Kaptan, yerinden kımıldamadan kayıtsızca:

-Beş derece sola, diyor.

Dümenci kısık tok bir sesle kelimeleri uzatarak:

-Evet, beş derece sola, diye yanıtlıyordu.

Ve o da gece yarısının sessizliğini bozmamak için, tıpkı rüyada konuşur gibi, kayıtsızca yanıt veriyordu. Derinlerde makine ağır ağır, tekdüze inliyor, büyük kentin masallaşan saltanatının yavaş yavaş önümüzde açılıyordu.

Kaptan olağan, fakat çekingen bir sesle:

-Öylece bırak, diyor.

Dümenci ise dört perde yüksekten alıyordu:

-Öy-le-ce bırak-tım.

Dümen kamarasının üstüne çıktım... Ölgün bir sütliman. Sağda parlak bir ay, hemen hemen arkasında kalan Prens Adaları'nın sisli karaltıları üzerinde. Büyük bir altın çizgi onların arasında, hep mehtaplı gecelerde ufukta beliren bir gölgenin altında, parlıyor. Yeşilimtrak camın parıltısı yanıp sönüyor, tam bordanın yanında ağır şırlağanyağı dalgalarının üzerine boşalıyordu. Fakat tepeli sahiller, yavaş yavaş görünen Haliç, Üsküdar’ın, Galata ve Beyoğlu’nun soluk hayaletleri, hep uzakta ve hep ince, şeffaf, donuk-beyaz, değerli bir Bursa çarşafına sarınmış gibi... Bu çarşafın altındaysa titrek uzak ve yakın ışıklar, ürkek gizemli güzel gözler gibi donuk donuk, sakin sakin parlıyor. Altın gibi, küçük olanları Üsküdar sahilinin karanlık bahçeleri arasına sık sık serpilmiş... Galata tepesinden aşağıya doğru küme küme yığılmış; zümrüt, yakut renginde büyük olanları Haliç’teki gemi direklerinden, şamandıralardan, kolcu kayıklarından ayna gibi bir suya yansımış. Seyrek ve mahmur olanlar ise İstanbul’un tepeleri üzerinde aya karşı parlak gözleri açık uyuyor... Şehrin varoşundaki kagir ve ahşap evleri; hafif, sonsuzmuş gibi yükselen minarelerle çevrilmiş beyaz Sultanahmet’in, pek çok kaseden oluşmuş kubbesini; benim için aziz olan Ayasofya’nın kubbesini; Topkapı Sarayı'nın bahçesini ve Kostantin’in sarayının kırçıl duvarlarını artık seçebiliyordum. Türkiye sahillerinin bu kendine özgü şirin ve kuru kokularını gene kokluyorum... Ansızın uzak bir yerden birinin hıçkıran feryadı sessizliğe karıştı:

-Yusu-uf!...

Ve tıpkı hıçkırıktan boğuluyormuş gibi kesildi.

Galata’nın ışıkları oğul vermiş balarıları gibi çoğalıyor, yaklaşıyordu...

İlerliyorduk. Kolcu kayıklarının kırmızı fenerleri yanımızdan geçip arkaya doğru süzülüyordu. Sesin bu kayıklardan geldiğini sandım. Olabilir ki birisini öldürüyorlardı, yetişin diye feryat ediyordu; belki de kaçakçı bir Rumu yakalamışlardı; fakat bundan bana ne?

İşte gene süvarinin alçak sesli komutlarıyla dümencinin tok sesini işitiyordum. Ay yerini değiştiriyor. Sağda, Üsküdar sahili bize yaklaşıyor; ta uzaklarda ayna gibi bir suya gölgelerini yansıtmış. Baştan başa kargir evlerle dolu ve üzeri açık, parlak bir örtü ile örtülü Beyoğlu da, Galata da geride kaldı. Kızkulesi’nin sudan yükseldiği yerde birbiri üzerine asılı iki mahmur, şeffaf zümrüt bile uzakta kaldı. Vapurun başı yavaş yavaş dönüyor, Sarayburnu hizasında cam ve altın karışık bir çöl gibi parlayan Marmara’nın ağzı kapanıyor. Çöl kararıyor: telgrafın kısa, billur sesi işitiliyor ve biz hep dönüyor, sağı izliyoruz. Şimdi artık, hiçbir yerde parıltı yok. Boğaz darlaştı. Mermer iskelelerinin basamaklarını sularda yıkayan beyaz mermer sultan sarayları, sol sahil boyunca uzayıp gidiyor. Onlara da gölge düştü; mermerler açık yeşil oldu...

Gene uzaklardan bir ses geliyor:

-Yusu-uf!

Hayretle kaşlarımı çatıyor, etrafı dinliyorum... Biraz sonra gene bu feryadı unutuyorum.

Gölgeden, soğuk ilkbahar gecesi daha açık, daha yeşil görünüyor. Ay daha çok ayna gibi parlıyor. Yıldızlı gök daha temiz ve daha lacivert oldu. Etekleri sayfiyeler, bahçeler, korularla kaplanan Anadolu kıyısından zaman zaman uzaklaşıyoruz. İlerde yüksek, yuvarlak bir tepe görünmüyor. Parlak gökten ne kadar belirgin bir biçimde ayrılmış! Başını taçlarından karanlık şemsiyeli, kısa gövdeli birkaç fıstık ağacı nasıl bir kımıltısızlık ve hafiflikle belirdi! İşte tepelerin arasında büyük bir geçit, ötede azıcık solgun bir ay, mehtabın altında yer yer arkaları görünen ve duru buğular içinde bir gümüş gibi parıldayan çıplak ilkbahar koruları... Fakat artık geçit de gözden yitti. Şimdi, kiremitli damlarının üstünden siyah serviler yükselen, sık bahçeli, karanlık bayırların arasından geçiyoruz. İlk ürkek bülbül tatlı bir sesle bahçeleri çınlattı ve sustu... Sahil, toprağın ilkbahara özgü soğuğu ve gazel yapraklarının güzel kokusuyla insanı kendine çekiyor...

Vapurun kıçından çok yanık, gözyaşlarından boğulan bir ses:

-Yusu-uf! Yusu-uf! diye haykırdı.

Dümen kamarasından inip hemen sesin geldiği yöne doğru yürüdüm. Derin ve düzenli aralarla inleyen makinenin yanından geçerken müthiş bir sıcakla, kızgın bir yağ kokusu genzimi tıkadı... Ay gene yerini değiştirdi. Şimdi, arkamızda kavuşan kıyıların arasında bir büyük altın göl görünümü alan Boğaz'ın üzerinde... Biraz daha koştum. Ambarın kapağının üzerinde, arkası bana dönük, diz çökmüş bir insan karaltısı gördüm. Bu, namaz kılar gibi bazen bacakları, bazen topukları üzerine oturuyordu. Birdenbire fırlar gibi kalktı ve seccade diye kullandığı hasırda bir şeyler aramaya başladı. Gene arkaya bükülerek ellerini kaldırdı. Anlatılmaz bir acı ile yakarırmış gibi kısık bir sesle bağırdı:

-Yusu-uf...

Artık her şeyi anlamıştım.

Bu, sarhoş ağızla mırıldanan, Rumca şarkı söyleyerek uyuyan o ufak tefek Türktü. Tüm Marmara boyunca uyumuştu. Ancak oğlunu elinden alan İstanbul’a yaklaşınca uyanmıştı. Her halis Müslüman gibi o da alnına yazılmış felaketi büyük bir boyun eğiş içinde kalbine gömmüştü. Nitekim yüzünün kaygısız buruşuklarında, acısız çatılan kaşlarında ve sarkık bıyıklarında kemikleşmiş acılarının izlerini kimse göremezdi. Aslında bu acı onun kalbinde pek az yer etmişti. Fakat nasılsa olağanüstü bir şey olmuştu: Kavaklar’a kadar yolculuk, yabancı güverte, yabancı insanlar ve bu insanların kendine gri, ince acı bir tütünle ateş gibi bir votka sunmaları... İşte bu votka aklını başından almış, padişahının öz kentine geldiğini anlayınca, oğlunun buraya nasıl gönderildiğini hastalıklı bir duygusallıkla anımsamıştı ve Arabistan’da onun nasıl öldürüldüğünü anlatılmaz bir heyecanla gözünün önüne getirmişti. Giderek aklı başından gidip derin bir uykuya dalmıştı... Sarhoş uykusunda ağır rüyalar görmüştü. Gözlerini açınca, kendisini saran sessizlik içinde gecenin ilerlediğini sezmiş, mehtapta İstanbul’un görkemli, büyülü halini görmüştü. Ansızın kendisinin kimse için gerekli olmayan varlığına, güzel Yusufu'nun gençliğine İstanbul’un reva gördüğü şeyi, belki de ilk kez olarak, tam anlamıyla anlamıştı. Bir de yetmezmiş gibi oğlunun ölümüne kahkahalarla gülmüştü gemici köpekler... Oysaki o bir ölümü anlatmaya çalışmıştı ve ayağa kalkınca sarhoş olduğunu, içinin zehirlendiğini, mutsuzluğunu anlamıştı.

Yanına yaklaştım. Mehtapta sararan, baştan başa gözyaşlarından ıslanan sarkık bıyıklı yüzünü bana doğru çevirdi. Zehirli hıçkırıktan camlaşıp şişen gözleriyle yüzüme baktı. Bu yıpranmış hasırda ne yapacaktı? Yoksa akşam namazını kaçırdığını anlayıp, hasırın üzerine sallana sallana atılarak, onu böyle hırsla açmak mı istemişti?... Fakat o namazını düşünecek halde miydi? Kafasında her şey birbirine karışmıştı. Yalnız bir şey hissediyordu: korku ve acı. Bu yüzden yalnızlığını, yok olduğunu şimdi İstanbul’a, mehtaba haykırıyordu. Hayır, tükenmeyecekti. Oğlu henüz sağdı, sağ olmalıydı... Geri dönecekti; çünkü onu, bu kimsesiz, fakir ihtiyarı, aşağılamışlar, zehirlemişlerdi.... Dehşetten, kırgınlıktan, hıçkırarak, deliye dönerek, gözyaşlarından boğularak acı acı bağırıyordu.

Elini tuttum, buz gibiydi. Şiddetle elimden kurtardı elimi... Bir hayvan öfkesiyle hasırın üzerine atıldı. Önüne yaymak için çabalamaya başladı. Ne yapsa sarhoşluğunu, acısını yenemiyordu. Hırsla dizüstü çöktü. Hiç dinmeden akan yaşlardan gözleri görmüyor, sarhoş bir nezle nefesini tıkıyor, ıslak bıyıkları ağzının içine giriyordu.

Suda boğulan bir adamın şaşkınlığı ve kesikliğiyle:

-Yusuf! diye bağırdı.

Yetmedi bu ona. Ellerini İstanbul’a doğru uzatarak katıla katıla, boğula boğula:

-Yusuf! Yusu-uf! diye feryada başladı. Yusufum!

Sular bordaya çarparak kaydı. Altın göl, geminin arkasında karardı.

 

(*) Rus iyi Arap fena. ç.n.

(1911)


 

İvan Alekseyeviç Bunin

(1870 Voronej-1953 Paris)

Çev: Gaffar Güney


  • Kaan Arslanoğlu

    Kaan Arslanoğlu 22.07.2017

    :( :( :( :( .............

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.