BİR DOST

BİR DOST

Maximilian bir karıncanın ismidir. Yaklaşık iki ay yaşamış bir karıncanın... Kendisi ayrıca benim en yakın arkadaşım olmuştur. Fransa’da geçirdiğim en kötü günlerin, en güzel detaylarındandır; çünkü insanlığa, yaşama, mutluluk arayışına tutunmamı anlatır. Pek kimsenin bilmediği bir dostumdu Maxim. Size hem Maxim’i, hem de elbette o günleri anlatmak istiyorum.

2013 Eylülü'nden 2015 Haziranı'na kadar günde dört saat uyuyarak, en az on fincan kahve içerek, sadece fakülteden eve yürüyerek, tek bir akşam dışarı çıkmayarak ve tek bir kez içime rahat nefes çekmeden yaşadım. Bu iki yıllık serüvenin çok başında, 2013 Kasımı'nda tanıştım Maxim’le. İnsana açlığım o zamanlarda başlamıştı. Kabul etmek istemediğim bir pişmanlık yerleşmişti kafama. Büyük bir gelecek umuduyla kaçıp geldiğim Fransa’da tıp okumanın pişmanlığı. Daha doğrusu tıbbı Fransa’da okumanın pişmanlığı ve şunu öğrendim, pişmanlık da vicdan azabı gibiymiş. Yüzlerce defa, günah çıkarır gibi haykırarak söylemek gerekiyormuş ki kişinin acısı biraz dinsin; ancak başa gelen çekilir. O günlerin pişmanlığını da en çok ben yaşadım.

O dönemde evim çatı katında bir odaydı. Odama dar bir dönen merdivenden çıkardınız ve sağ tarafta bir basamağı daha çıkınca benim kapıma gelirdiniz. Solda iki Fransız delikanlının odaları vardı. Benim odamda, giriş kapısının hemen solunda şiltesi kayan bir yatak, başucunda tuvalet penceresi boyutunda koyu mor perdeli bir pencere ve ayakları eğrilmiş ucuz bir masa vardı, sağ taraftaysa bir gömme dolap. Hemen giriş kapımın karşısında sayısız defa başımı çarptığım alçak kapılı mutfağım vardı. Bir gün öyle şiddetli çarpmıştım ki korkarak annemi aradım. “Başımın dönmesi geçmiyor anne, ne yapacağım?” Kadıncağız ameliyatta, o sana ne yapsın? “Uzan annem geçer birazdan. Nasıl yaptın annem ya? Eh be güzel kızım!” Uzandım ve geçti. Ağladım, annem bilmedi.

Bu arada o baş dönmesi bana pahalıya patladı; çünkü derse geç kaldım ve derse geç kalmak demek derste ses kaydı alamamak, hocanın slaytlarının fotoğrafını çekememek demekti. Bilgisayarıma hızlı hızlı not alır, diktafonuma ses kaydını alır, telefonumla da fotoğraf çekerdim. Eve gidince bilgisayara tüm fotoğrafları atar, ses kaydıyla ders notumu tamamlardım. Sonra tekrara geçer, her bir kelimeyi ezberlemeye başlardım. Normalin üstünde olan ders yoğunluğunda ve dönem I tıp öğrencisinin kapasitesi dışında verilen bilgiler çoğu zaman bu şekilde bile yeterince tamamlanmış olmazdı. İşte bu yüzden başımı çarpmama ağlamamıştım aslında, kaçırdığım derse ağlamıştım. Tabii ailemin çok uzun süre bilmediği pişmanlığıma da...

Odam az çok gözünüzün önüne geldiyse size Maxim’le tanışmamızı anlatmak isterim. Çatı katının rutubetine bağlı ve Fransa’nın bir özelliği olarak benim de odamda oldukça fazla örümcek vardı; ama onlarla sosyalleşmek pek mümkün değildi. Bağlanma problemi yaşıyorlardı, diyebiliriz. Devamlı ağ yapıp gitme sevdaları vardı. Bir gece ders çalışırken masamdan başımı kaldırarak sadece gökyüzünü görebildiğim pencereme doğru baktım, önüne üç küçük kaktüs almıştım. Ortadakinde silikonla tutturulmuş yapay bir çiçek de vardı, turuncu ve tam o kaktüsün dibinde küçük siyah bir nokta fark ettim. Aylar sonra bir karınca görmüştüm. Görmüş olamazdım. Görmüş müydüm? Bir daha baktım. Karınca oradaydı. Korkmasın diye elimi götürmedim; ama ona biraz ekmek kırıntısı verdim, bir de ad: Maxim!

Maxim yalnızdı. Başka karıncalar olmadan ne kadar yaşayabilirdi? Yaşayabilir miydi acaba; ancak o an sadece Maxim’i düşünmek istedim. Maxim yanımdaydı. Konuşmaya başladım onunla. Nasılsın, iyi misin, ne yersin? Karıncalar neyle beslenir diye internetten araştırdım. Emek kırıntısı en güvendiğim seçeneğimdi. Gece yatarken en çok dilediğim şey Maxim’i sabah uyandığımda orada bulabilmekti. Buldum. Kahvaltısı yine ekmek kırıntısı oldu. Artık kibar kibar konuşmuyordum. Şakalaşmaya başlamıştım. Biraz gülmek ikimize de iyi gelirdi. Sonuçta yalnızdık. Bütün etkinlik alanı penceremin köşesi ve masamın üstü olan bir karıncadan çok fazla beklentiye girdiğimi düşünebilirsiniz. Düşünün tabii; ama o Maxim’di.

Ertesi akşam Maxim’in yanıma iyice yerleştiğine ikna olduğumdan aileme konuyu açtım. Güldüler. Henüz şahit olmadıkları bir pişmanlık ve acılarım birikmeye başlamıştı. Yüzeysel bir gülüştü. Halbuki hem dayanıklılığı sınanan ruhumu hem de gerçekten acıyan, iltihap kapmasından korktuğum dizlerimdeki yaraları sadece Maxim görüyordu. Maxim’le tanışmadan birkaç gün önce düşmüştüm. Fakülteden yemekhaneye giderken ben önde, Guillaume ve Anais olağanca Fransızlıklarıyla arkamda, yürüyorduk. Hümanizm bilinçleri liberalliklerinin altında ezildiğinden olsa gerek öpüşürken fark ettikleri arkadan gelen kaykayın önünden çekilmiş ancak beni uyarmamışlardı. Kaykay da bana çarptı. Düştüm. Dizüstü gri elbisemi ve annemden çaldığım güzelim desenli siyah külotlu çorabı o gün son kez giymiş oldum. Gözlüğüm ve çantam bir yere, ben bir yere savrulurken kaykaycı çocuk, Guillaume ve Anais başımda gülüyorlardı. Böyle durumlarda genelde ben de gülerim, düşmenin acısını kapatır. Önce güldüm. Sonra dizlerimin acısı kalbimden çıkana dek gecelerce ağladım. Annem bilmedi. Babam bilmedi. Maxim’e anlattım. O düşüşten dizlerimde kalan izler aynı zamanda Maxim demektir.

Maxim’le çok güzel günler geçirdik. Hep pencerenin yanında durdu. Kaktüslerin etrafında takıldı. Örümceklerin onu yemesinden korktum, ama elimden gelen hiçbir şey yoktu. Sadece gitmemesini dileyebiliyordum. Çocukken hayran hayran izlediğim karıncalar gibi bana huzur vermesini istedim. Onun olası özgeçmişlerini oluşturmak istedim. Nasıl oldu da bu küçük, ıssız yerde benim odama geldi? Onu getiren her neydiyse beni de buradan çıkarır mıydı?

Çıkardı. 2015 Haziranı'nda. Sağlığımı kaybetmişken, evimin etrafında yüz metre yürüyemeyecek kadar kuvvetsiz kaldığımda, kalbimdeki ritim bozuklukları artık sıradanlaştığında, annemle bilgisayardan sadece, gözlerimizle konuşup ağlaştığımızda çıktım. Maxim’den sonra hiçbir canlı yanımda o kadar uzun kalmadı. Maxim gidince “Maxim için de” diyerek devam ettim. Yol arkadaşımı kaybetmiştim, ama her nefeste onun direnişine selam durarak yaşadım. Tek başına bir karınca olarak yaşamanın ne denli zor olduğunu hatırlayarak ve hiçbir karınca bir insana mahkûm kalmasın diye ümit ederek yaşadım.

 

Su Harma


  • Su Harma

    Su Harma 21.08.2017

    Çok geç gelen cevabım için özür dilerim. Tüm yorumlara teşekkür ediyorum. Eleştirileri dikkate alarak yazmaya devam edeceğim :)

  • Şevket Uğurluer

    Şevket Uğurluer 14.08.2017

    Tebrikler, çok güzel , bir solukta okudum ve zevk aldım... Sanki büyük bir yazar yazmış gibi....

  • Şevket Uğurluer

    Şevket Uğurluer 14.08.2017

    Çok güzel, gerçekten sanki büyük bir yazarın kaleminden çıkmış gibi.. Bu gençlerle iftihar ediyoruz.. İyi ki varsın güzel insan....

  • Ilknur Arslanoglu

    Ilknur Arslanoglu 11.08.2017

    Sevgili Su, ancak şimdi okuyabildim. Çok beğendim, eline sağlık, "beğendim" sözünün kuru algılanmayıp daha edebi övgülerin yerini tutması dileğiyle, çünkü kısacık okuma sürecinde beni tam anlamıyla havaya soktu.

  • Aynur özdemir atay

    Aynur özdemir atay 06.08.2017

    Umarım her zaman gönlüne iyi gelecek bir Maxim'in olur..kalemine sağlık

  • Meltem Çağlar

    Meltem Çağlar 06.08.2017

    Yalın, içten, nefis bir anlatım. Beni de yurt dışında yaşadığım yıllara götürdü, düşündürdü. Yazmaya devam et. Sevgiyle Meltem

  • Taylan Kara

    Taylan Kara 05.08.2017

    Zevkle okudum. Yazarını tebrik ederim. -"Hümanizm bilinçleri liberalliklerinin altında ezildiğinden olsa gerek " bu cümle beni uzun süre düşündürdü. -Devrik cümleler eksildiğinde öykünün etkisi azalmayacak, aksine kuvvetlenecektir. - Maxim'le tanışma kısmında geçen "Emek kırıntısı en güvendiğim seçeneğimdi. " bu cümlede "emek" muhtemelen "ekmek" olacak. Ancak bu minik imla hatası, cümleyi bambaşka bir boyuta taşıyor. "Emek kırıntıları"... Çalakalem yazdığım bu yorumdan çok daha fazlasını hak eden bir öykü bu. Daha fazlası, daha da ötesi gerek... "Emek kırıntılarını bütünleştirerek"... Tebrik ederim.

  • Hasan Kul

    Hasan Kul 05.08.2017

    Sevgili Su, annenizin Felsefe Öğretmeniyim. Yazdıklarını bir solukta okudum. Cezaevlerinde mahkumların farelerle kurdukları ilişkiler üstüne çok şey okumuştum, bir an o anlatılar çağrıştı usumda. Ancak senin anlatın, annenle olan muhabbetin sıcacık bir ilişkiyi yansıtırken bir anda annenin çağla yeşili gözlerindeki yaşları görür gibi oldum. Fransızların hümanizmini inceden ti'ye alman da hoş olmuş. Eline kalemine sağlık. Şair Adnan Satıcı şöyle derdi:Elini korkak alıştırma yaz.

  • Kaan Arslanoğlu

    Kaan Arslanoğlu 05.08.2017

    Tebrikler cidden. Guzel oyku. Anlatimlarda "vardı" sözcüğünü fazla yinelememek gerek ama. :)

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.