MANGAL

MANGAL

Şu dört köşe koca meydana iki sıra dizilmiş karameşelerin yazın gölgesi olurmuş, kışın neye yararlar? Yağmurdan sonra, yel esip de yapraklarını salladıkça, kalan damlaları serperek gelenin geçenin üstünü başını ıslatmaya, bir de Papare'ciğin tütüncü kulübesini çürütmeye yarasalar gerek!

Evet, kışın öyle küçük küçük zararları yok değildir, ama değmez sözünü etmeye. İnsaf buyurun. Yazın serinlik vermeleri az hizmet midir? Ah şu insanoğlu! İşine gelen her şeyi, ezelden alacağı imiş gibi, bir teşekkür bile etmeden karşılar da işine gelmedi mi öfkelenir, başlar bağırmaya. İnsan dediğin iyilik nedir bilmez, çabucak kafası kızan bir hayvandır. Yağmurdan sonra da geçmeyiversin meşelerin altından.

Doğrusu yazın da o meşelerin gölgesinin Papare'ye bir hayrı dokunmaz. Yaz olsun, kış olsun, gündüzün kulübesinde oturmaz ki o! Gündüzün ne iş görür, nerelere gider, kimseler bilmez. Bir de bakarsınız, suratını asmış, San Lorenzo Sokağı'ndan doğru geliyor... Hep kapalı duran kulübesinde oturduğu yoktur ya, taşımsız mallardan alınan vergiyi gene de ödetirler ona.

Papare'nin kulübesini taşımsız mallardan saymak bilmem doğru mudur? Hiç bulunmıyan sahibinin yerine orada birtakım fareler oturur, onlar taşıyıp duruyorlar. Ama maliyeci kısmı fare dinler mi? Kulübe isterse kalksın, o koca meydanda, hatta sokaklarda başını alıp yürüsün, sahiden taşımsızmış gibi vergisi alınacak bir mal diye bakılmaktan yakasını kurtaramaz.

Kulübenin arkasında, biraz ötede, bir salaş kahvehane vardı. Duvarları, çiçeğe benzemeye özenen nakışlarla süslenmiş bir baraka. Tuşları, tuttuğu iş yüzünden her gününü perhizle geçiren bir zavallının dişleri gibi sararmış, düzeni bozuk bir piyano ile seslerini ona uyduran kantocu kızlar gece geç vakte kadar o barakada cırlayıp dururlardı. Ne cırlaması zavallılar “Karnım aç” diye bağırmak isteseler, solukları belki ona bile yetmezdi!

O çalgılı kahveye her akşam ipsiz takımından müşteriler gelir, tütün dumanından, tütün kokusundan gırtlakları tıkanır, karnaval yortularında olduğu gibi, o zavallı kızların kaba kaba, yürekler acısı şakalariyle, veremli maymunlarınkini andıran cilveleriyle gönül eğlendirirlerdi. Boğazlarından bir hayır ummıyan o kadıncağızlar, ses yerine kollarını, daha da çok bacaklarını yedi kat göğe kaldırırlar, alkışlar, ıslaklar arasında ortalığı coşturdukça coştururlardı; gürültü o kadar kızışırdı ki çoğun polis de işe karışmak zorunda kalırdı.

Papare işte o sayın serseriler uğruna kışın her gece, ta geç vakitlere kadar, kulübesinde pinekler, soğuktan ölecek hale gelirdi. Ne yapsın onlara sigara satacak, mum, kibrit satacak, belki de gündüzkü dolaşmalarından arta kalmış gazeteleri satacak...

Akşam olunca kulübesine girer torunu küçük kızın getireceği toprak mangalı beklerdi. Mangal geldi mi, hemen kollarını uzatır, iki sapından yakalar, ateşi canlandırmak için bir o yana, bir bu yana sallar, közler çabuk kararmasın diye daima yanında bulundurduğu külle üstünü örter, kapıyı kapamayı da unutarak içeri alırdı. Artık yaşlanmış çökmüştü, o mangal olmayınca gecenin soğuğuna öyle uzun zaman dayanamıyordu.

İnsanın sağlam bir çift bacağı, çın çın öten bir sesi olmazsa, nasıl satar gazeteyi? Zavallıyı çökerten yalnız yıllar, bacaklarında derman bırakmıyan yalnız ihtiyarlık değildi ki! O yıllara, o ihtiyarlığa felaketler de karışmıştı. Hepsinin başı, papanın elinden dünya saltanatının alınması, o elde bir. Sonra karısı yürüdü gitti. Biricik kızları vardı, anasından sonra da o öldü. Amansız ölüm onu, namusu kirlendikten, yüzü kızardıktan sonra, hastane köşelerinde yakalamıştı. Ondan da dünyaya küçük bir kızcağız gelmişti. Şimdi Papare hep onun için yaşıyor, hep onun için sürünüyordu. O masumu korumak kaygısı olmasa...

Papare, ihtiyarlığında da yakasını bırakmıyan, ezen talihe, ta gözlerine çekip ensesine kadar indirdiği eski şapkasının altından bakardı. O kızcağızı başına çıkaran hep talihi değil miydi? Nereden de geçirmiş eline? Papare, o koca meydanın ortasında, şapkasının altında gözlerini kapayınca içinden, “Buradayım işte. Görmüyor musunuz? Başıma ağır gelen, nefesimi tıkayan bu şapkanın altında yaşamak istemiyeceğim de ne yapacağım sanki” derdi.

“Yaşamak istemese!..” İstiyor muydu ki yaşamayı? Hayattan öyle bıkmış, öyle bıkmıştı ki!.. Kazandığı da büyük bir şey değildi. Eskiden bayiler ona düzinelerle gazete verirlerdi. Gene de veriyorlardı, hem de epey veriyorlardı. Ama, paylarına düşeni bir an önce almak için saldıran, ele geçirir geçirmez de koşmaya başlıyan öteki satıcılardan ne kalırsa o kadar! Papare o üşüşmede ezilmemek için geride durur, kadınlar da paylarını alıp gitsin diye beklerdi.

Birtakım ahlaksızlar gelip omuz vururlar, o gene sesini çıkarmazdı. Gazetelerini aldıktan sonra, başları aşağıda, kör gibi hızla dört bir yana fırlıyanlara çarpmasın diye bir yere büzülür, onların sokaklardan şimşek gibi geçtiğini gördükçe, bükülen zavallı bacakları üstünde sallanarak göğüs geçirirdi.

- Al sana Papare... İki düzine... Rusya'daki ihtilali yazıyor...

Papare omuzlarını kaldırır, gözlerini kapayıp gazetelerini alır, hepsinden arkada, bacaklarını zorlayarak onlar gibi koşmak ister, kısık sesiyle bağırırdı:

- La Tribuna!

Sonra sesini değiştirerek:

- Rusya'daki ihtilali yazıyor!...

Nihayet kendi kendine mırıldanırdı:

- Mühim bu akşam La Tribuna.

İkisi Volturno, biri de Palermo sokaklarında üç kapıcı gazetelerini gene ondan alırlar, onun gelmesini beklerlerdi. Kalan sayıları satmak için Papare Macao mahallesini dolaşırdı. Saat ona doğru yorgun argın kulübesine pineklemeye döner, uyuklıya uyuklıya kahvenin boşalmasını beklerdi. O işten bezmişti, ama ne çare? İhtiyarlık bu; istediğin kadar ara kafanın içini, bir şey bulamazsın. Ha serseri kafan, ha Pincio'nun duvarı!

Zavallı torununun gece vakti yalınayak, omuzlarında komşulardan birinin başı gözü sadakası verdiği lime lime atkı ile getirdiği ateş için harcanan paraya acırdı. Ama olamıyordu ki o ateşsiz! O çocukla o mangaldan başka nesi vardı hayatta? İkisinin de kendine doğru geldiklerini görünce ellerini uğuşturur, ta uzaktan gülerdi. Torununun alnından öper, sonra közleri canlandırmak için mangalı sallamağa başlardı.

Geçen akşam, ruhunu her zamankinden fazla bir gevşeklik mı kavramıştı yoksa daha mı bir yorgundu, her ne hal ise, öyle bir o yana, bir bu yana sallarken, mangal elinden kurtuluverdi, yere düşüp parçalandı. Soğuk günlerinin o vefalı arkadaşını elinden kaçırınca Papare'nin yüzü ne hale geldi, saf kızcağız mangalı havada yakalıyabilecekmiş gibi, ne yaptığının kendi de farkına varmadan, arkasından nasıl koştu, görseniz siz de kahkahayla gülerdiniz.

- Kızım.

Dede ile torun birbirinin gözlerine baktılar.

Papare, mangal hâlâ elindeymiş de sallıyormuş gibi kollarını uzatmış, öyle duruyordu. Etrafa saçılan yanmış kömürler, kaldırımların arasındaki su birikintilerinde cızırdıya cızırdıya söndü. Papare nihayet başını salladı, gülenlere bakıp:

- Keyiflisiniz maşallah! dedi. Gülünüz gülünüz, ben de güleceğim bu gece!... Sen git, Nenna'cığım, git haydi... Kim bilir belki de daha iyi böyle olması!

Sonra gazetelerinin yanına döndü. O gece saat onda kulübesine girip tüniyeceği yerde, Macao mahallesinden daha da ilerilerini dolaştı. Ne yapsın? Soğuktu tüneği! Orada öyle otursun da büsbütün üşüsün mü? Ama yoruldu... Kulübesine dönmeden önce, bir ısınmak mı istedi nedir mangalının düştüğü yere baktı.

Salaştan piyanonun bozuk düzen sesi geliyor, ipsizler alayının alkışları, ıslıkları işitiliyordu. Papare eski püskü paltosunun yakasını kulaklarına kadar kaldırmış, satamadığı gazeteleri uyuşan elleriyle göğsüne bastırmış, kahvenin buğulu penceresinden bir zaman öyle baktı. İçeride oturup iki kadeh sıcak punç içmek, kim bilir insana ne rahatlık verir! Vuvvv!.. Buz gibi poyraz esiyor, bıçak gibi kesiyordu. Meydanın taşları, ay ışığında parıl parıl parlıyordu. Gökte ufacık bir bulut bile yok. Yıldızlar titriyor, o da soğuktan olacak. Papare göğüs geçirerek, karameşelerin altındaki kulübesine baktı. Gazeteleri koltuğunun altına aldı, kulübenin önündeki çıkıntıya yaklaştı. O zaman içeriden kısık bir ses duyuldu:

- Papare!.. Papare!..

İhtiyar gazeteci bir irkildi; başını uzatıp içeri baktı:

- Kim var orada?

- Benim, ben... Rosalba... Hani mangal?

- Kimsin sen?

- Vignas ... Hatırlamadan mı? Rosalba Vignas!

Papare, kahvenin eski, yeni bütün kantocu kızlarının acayip adlarını hep biribirine karıştırırdı.

- Ha! dedi. Neden sıcak bir yere gitmedin?

- Seni bekliyordum. Girmiyor musun?

- Nedir benden istediğin? Hele yüzünü göster bakayım.

- Yüzümü göreceksin de ne olacak? Şuracığa. masanın altına büzüldüm, oturdum. Sende gir; ısınırız.

Papare, tezgâhın altındaki yarım kapıyı itti, eğilip içeri girdi.

- Neredesin?

- Buradayım işte.

Kadın görünmüyordu. Papare'nin gazete, cigara, kibrit, mum koyduğu masanın altına sığınmıştı. İhtiyar, içerideki yüksek sandalyeye oturunca oraya ayaklarını dayardı. Kadın, masanın altından gene sordu:

- Mangalın nerde? Bıraktın mı artık?

- Sus... Sus... Kırıldı bugün. Sallıyordum, elimden kaydı.

- Desene ki yandın soğuktan... Mangalın var sanıyordum... Haydi otur, ısıtırım ben seni.

Papare.

- Beni mi ısıtacaksın? Ben ihtiyarım, kızım, geçti benden... Sen git işine! Ne istersin benden?

Kadın kesik kesik bir kahkaha ile güldü, ihtiyarın bir ayağını yakaladı. Papare çekinerek:

- Rahat dur ! dedi. Pis pis kokuyorsun... İçtin mi ne?

- Eh! İçtim bir parçacık... Otursana... Otur iskemleye... Bacaklarını ısıtayım... Kucağına da bir mangal ister misin? Al öyle ise.

Kadın bu sözleri söyliyerek ihtiyarın kucağına sıcak bir bohça koydu. Papare sordu:

- Bu da ne?

- Kızım.

- Kızın mı? Kızını da mı beraber getirdin?

- Kovdu beni evden, Papare... Bıraktı beni...

- Kim kovdu?.. Kim bıraktı?..

- O... Cesare... Sokak ortasında kaldım... Çocuk da kucağımda...

Papare, oturduğu iskemleden indi, karanlıkta büzülmüş kadının üstüne eğildi, çocuğu uzattı:

- Al, kızım, al... Hemen çık git buradan... Benimki yeter bana... Bozma rahatımı...

Kadın, deminkinden de daha kısık bir sesle:

- Dışarısı ayaz, dedi... Sen de mi kovuyorsun beni?

Papare sert sert sordu:

- Yani niyetin yerleşip kalmak mı burada?.. Sen ya çıldırmışsın, sarhoşsun!..

Kadın cevap vermedi, kımıldamadı, belki de ağlıyordu. Volturno sokağının ta sonunda gecenin ıssızlığı içinde bir mandolin sesi geldi. Yavaş yavaş yaklaştı, birdenbire uzaklaşıp kayboldu. Biraz sonra kadın:

- Bir parça da burada bekliyeyim, dedi. Ne olur!...

- Kimi bekliyeceksin?

- Dedim ya!.. Cesare'yi. Orada... kahvede... pencereden gördüm.

- Orada da ne diye yanına gitmiyorsun? İşin ne burada?

- Kucağımda çocukla gidemem ki! Beni kovdu. Bıraktı beni. Yanında başkası var şimdi. Kim onun yanındaki, biliyor musun? Mignon var... Hani şu herkeslerin dilinde dolaşan Mignon... Yarın akşam başlıyacak kantoya Cesare tanıttı onu. Bir hoca tuttu, öğretti. Çıkar çıkmaz iki kelime söyleyivereceğim ona... Hem ona, hem de o karıya. Bırak da bekliyeyim. Bir zararım dokunuyor mu sana? Bak, ısıtıyorum da seni... Buz gibi dışarısı. Çok değil, yarım saat ya dururum, ya durmam... Bir iyilik et, Papare... Otur iskemlene, al çocuğu kucağına. Halim yok benim tutmaya. İkiniz de üşümezsiniz. Uyuyor yavrucak, rahatsız etmez seni.

Papare oturdu, çocuğu kucağına alıp homurdandı:

- Kısmetimde bu akşam da böyle bir mangal bulmak varmış!. .. E? ne diyeceksin herife?

- Bir çift lâkırdı edeceğim.

İkisi de bir müddet sustular. Yakındaki istasyondan kalkan mı, yoksa gelen mi, bir trenin düdüğü işitiliyordu. Meydanda dolaşan birkaç sokak köpeği vardı; yağmurlukları sırtında, iki de bekçi dolaşıyordu. Her taraf o kadar sessizdi ki elektrik lambalarının vınladığı duyuluyordu. Kadın içini çekerek:

- Senin bir torunun var, değil mi, Papare?

- Evet, var. Nenna.

- Annesi yok mu onun?

- Yok.

- Hele kızıma bir bak!. Güzel çocuk, değil mi?

Papare cevap vermedi; kadın ısrar etti:

- Güzel, değil mi? ... Şimdi ne olacak bu yavrucak?. Böyle kalamamaz ya. Elbette bir acıyan olur. Anlamıyor musun? Kucağımda bu çocukla iş vermiyorlar bana. Nereye bırakayım?.. Kim dost tutar beni?.. Hizmetçiliğe bile istemiyorlar...

İhtiyarın içine dokunmuştu, kadının sözünü kesti:

- Sus, sus artık.

Öksürmeye başladı. Kızı da böyle bir çocuk bırakmıştı onun kucağına. Bir şefkat duydu. Çocuğu usulca bağrına basıp okşadı. Ama onun asıl okşadığı, kucağındaki çocuk değildi. Torununun küçüklüğünü hatırlamış, onu okşuyordu sanki.

Kahveden bir alkış tufanıdır koptu, karmakarışık birtakım sesler duyuldu. Kadın dişlerini sıkarak mırıldandı:

-Alçak!.. Gitmiş, o ölü suratlı çirkin maymunla eğleniyor... Kahveden çıkınca buraya sigara almaya gelir, değil mi?

Papare omuzlarını silkti:

- Ne bileyim ben?

- Hani şu Milano'lu Cesare yok mu? O işte.. Nasıl bilmezsin?.. Sarışın, uzun boylu, kızıl sivri sakallı... Yakışıklı adamdır o.. . Yakışıklı olduğunu bilir de onun için böyle yapar ya o köpek... Geçen sene beni tutmuştu... Hatırlamadın mı?

İhtiyarın canı sıkılmıştı:

- Hatırlamadım işte! dedi.

Kadın hıçkırır gibi güldü. Boğuk bir sesle:

- Demek gelmiyor aklına dedi. Peppar'ı tanır mısın? Ben o maymunla düettoya çıkardım... Bildin mi şimdi? Gene bilemedinse yok zararı... O zamanki Rosalba değilim ki zaten! İki yılda bozuldum, bak neye döndüm... Önceleri “Seni alacağım” derdi... Güleyim bari!.. Sanki ben inandım onun beni alacağına!... Hele şimdilik beni evinde tutsun, yeter diyordum... O da hep bu çocuk içindi ya!.. Ona niçin tutuldum, nasıl tutuldum, bilmiyorum... Geç anladım işi... Allah da verdi işte cezamı... Ne bileyim ben sonunun böyle olacağını?... Kötü çıktı işte ... “Ne çıkar bir çocuktan” diyordu... Hani bir Gilda Boa vardı, tanırsın onu, o bana, “At çocuğu sokağa” demişti... Nasıl atarım ben?.. Cesare de “Atalım” diyordu ... Çoucuğun kendine benzemediğini söylemeye kalktı... Ama iyi bak Papare, tıpkı o değil mi? Vicdansız herif!.. İyi bilir kendi çocuğu olduğunu... Başka kimden olacak?... Ondan başka kimi gördü gözüm? ... Gözlerine tutulmuştum ben onun... Ne de güzeldi!.. Kulu, kölesi oldum onun ... Dövdü, katlandım; acımdan öldürdü, gene ses etmedim... Çok çektim ben, Papare! . Ama, inan olsun, kendim için değil, hep şu zavallı kızım için.. Aç kala kala sütüm çekildi... Ama şimdi...

Böyle bir hayli söylendi durdu. Ama papare dinlemiyordu artık onu. Yorgundu; küçük kız da mangal yerine geçmiş, ısıtıvermişti. Her akşamki gibi uyuklamaya başladı. Kahvenin kapıları açılıverince çıkan sesle uyandı. Kahve, son alkış gürültüleri arasında boşalıyordu. Nerede o kadın?

İhtiyar, yarı uyanık, yarı uykuda sordu:

- Hey ne yapıyorsun sen?

Kadın, Papare'nin oturduğu iskemlenin ayakları arasında, bir eliyle kapıyı aralamış, pusuda duran vahşi bir hayvanın heyecaniyle çömelmiş, öyle bekliyordu. Papare gene sordu:

- Ne yapıyorsun sen?

O sırada bir silah patladı. Kadın acele acele sokağa fırlayıp arkasından kapıyı kaparken ihtiyara bağırdı:

- Sakın kımıldanayım deme. Sonra seni de tevkif ederler ha!

Papare önce silah sesinden, sonra da bu tehditten şaşırmış, başını geri çekti. Patırtıdan çocuk da uyanmıştı. Onun üzerine eğildi, titreyerek göğsüne bastırdı. Hızla bir araba geldi, biraz sonra hastaneye doğru dörtnala uzaklaştı. Birtakım adamlar kulübenin önünden konuşa konuşa geçtiler. Birtakımı da orada durdu, olup bitenler üzerine ateşli ateşli konuşmaya başladılar. Papare, gözleri yerinden fırlamış, çocuk ağlıyacak diye korkusundan kımıldanamıyordu. Biraz sonra kahvenin garsonlarından biri gelip bir cigara aldı:

- Gördün mü faciayı, Papare?

İhtiyar kekeliyerek:

- Evet... İşittim, dedi.

Garson güldü:

- Yerinden bile kalkmamışsın... Mangalından ayrılmadın, ha!

Papare çocuğun üstüne eğilmişti. Dişsiz ağzında pek de belli olmıyan bir gülümseme ile cevap verdi:

- Öyle... Ayrılamadım mangalımdan.

 

Luigi Pirandello

Çeviri: Ragıp Ögel

Tercüme Dergisi'nin 19 Mayıs 1944 tarihli sayısında alınmıştır.




Bu habere henüz yorum yapılmamıştır, ilk yapan siz olun!...