taşhan caddesinde bir kral faruk

taşhan caddesinde bir kral faruk

İçinde değildi. Hiçbir zaman içinde değildi gerçeğin.

Ân, kendi senaryosunun gerçeği ise, dolu dolu yaşardı ânı.

Tuhaf gelecek ama, anlık mış da yapmazdı.

 

Tiril giysileriyle koltuğuna kurulmuş Sâlih Beyin, duruşu ve giyim        

ayrıntıları gözden kaçırılmamalıydı;

sâkinliği, kolalı beyaz gömlek yakası, kolalı kolun manşetinde

altın kol düğmeleri ve zamanı hiç şaşırmayan değerli saati.

Kendine özgü alaycı gülümsemelerle, bütün bilgileri çoğaltıp ve

eksilterek sokağına gizli neşe katardı. 

Sokak kedilerinden bile sakladığı küçük bir sırrı vardı! Asla eve taşımadığı.   

Bütün kadınlara âşıktı ve sanki Tanrı kadını, onun için yaratmıştı! Bu inancından    

söz açılmazsa; kahvaltı masasında tuzun eksikliği, ya da fazlalığı kadar

sıradan bir şeydi.

 

Nerede rastlayacağını bilmediği âhû’suna söyleyeceği biricik yalandı

her daim önemli olan. Yalan, hem amaca ulaşmayı kolaylaştıran küçük bir detay,

hem de eğlenceli bir oyundu. Aslında en muhteşem silâhıydı! Binbir çeşitti rüyâlarında.

Kendine sorduğu tek soru ise şuydu: Bunca silâhla kaç hatunu avlayabilirdi?

 

Sevgilisine yazdığı bazı mektuplar şimdi elimizde.

Birinde şöyle yazıyordu: “ … derûnumda sizin için olanları bilseydiniz,

bir daha hayâl kurma gereği duymazdınız!”

Şair, İstanbul’un bir taşına acem mülkünü fedâ eder ya, bizim saygıdeğer kral

hazretleri de, sevgilinin bir busesi için, haydi haydi fedâ ederdi acem mülkünü!      

 

Sıradan bir günde bile iki dirhem bir çekirdek hâliyle   

sokağın başında göründüğünde, çocuklar ‘kral Faruk’ ‘kral Faruk

geliyor’ diye bağrışırlardı. Hoşuna giderdi bu vâveylâ. Sorulsaydı ‘kralın

hazinesini mi, haremini mi tercih edersin’ diye, hiç tereddütsüz ‘geç hazineyi’ derdi.

Parayı önemsemediğinden değil, kadından daha güçlü bir çekim gücü ve

bir câzibe merkezi bilmediğinden. Babası içinde öyleydi. Dedesi ve dedesinin dedesi

içinde öyle. Üstelik anacığından kalan en değerli miras, onun çapkınlığıydı.

Eh, büyüklerine lâyık olmak diye bir şey vardı şu garip dünyada!

 

Üzüldüğü şey, lüks mağazaları dolaşsa da, Sâlih beyin zerâfetine yakışır,

gökkuşağı rengi bir eldiven bulamayışıydı!

 

Kapı zilinden nefret eder, usul usul çalan çıngıraklar olsun isterdi

kapılarda. Ve nefretiydi boyasız ayakkabılar. Kimsesiz, bakımsız çocuklar gibi

derdi .

 

Kendi başına İbranice ve Rusça öğrendi. Bir keresinde rüyâlarını

Rusça gördüğünü söylemişti. Son dil Sanskritçe olacaktı.. Nedense olmadı.

Çok sık iş değiştirmekten yorulurdu! Bazen darphanede memur,

bazen yargıç, bazen de yabancı bir şirkette üst düzey bir yönetici olurdu.

Sabah kalktığında hangi kartı oynayacağına göre değişirdi mesleği. 

Ya da karşısındaki kadının yüzüne vuran ışıkla!                         

 

Kopmuş ya da koparılmış bir düğmenin öyküsü, iki oğlu ve arkadaşlarını

çokça güldürmüştü. Kopmuş ya da kopardığı ceketin düğmesi; yanında

taşıdığı iğne ve iplikle, sohbet ettiği hanımın evinde ya da beyefendinin evinde

dikilebilir ve bu iyilik, hanımefendiyi elbet melek katına çıkaracaktı!

Hele dostça bir kahve ya da çayla süslenen zamana ne diyebilirdi.

(Ve evler, dükkânlar ondan yardımını esirgemeyen bu fedâkâr hanımın olabilirdi

diyesi göndermeler sohbetin doruğu olurdu!)                                           

Sonrasını kim bilebilir? Aslında düğmeler, o kavşakta olmak için kopar,

ve kavşaktaki yolların nereye gideceğini kimse söyleyemezdi?

 

Yaşamın katıksız cilvesini, belirsiz çıkışların güzelliğini anlamıyordu      

bu salak ve zâmane çocukları.

Dilerim sonsuza kadar salak kalırlar!  

 

Bir olay var ki, sihirli bir elin dokunuşuyla birinci sınıf bir Karamazov

ailesi olmanın sınırından döndüler!

Sâlih Bey küçük oğlunun kız arkadaşına tatlı civciv diyerek

iltifat eder, küçük armağanlar alırdı. Sonunda işi abartarak, civcive

pahalı bir kolye aldı. Kız söyleyip söylememe arasında bocalarken,

sağduyusu galip geldi ve oğula bu pahalı armağanı söyledi.

Sonraları çok pişman olsa da! 

Cinliğiyle övünen oğul bunun bir nâmus meselesi olduğuna ânında

karar verdi! Verdi ama, intikam farklı olmalıydı! Kolyeyi ucuz pahalı

demeden sattı ve bir gece, Beyoğlu batakhanelerinden birinde

parayı aslanlar gibi berhava etti.

İyi etti desek de, olay bir şekilde Salih beyin kulağına gitti.

Kendi davranışının doğrusuna eğrisine bakmadan, paracığının böyle

harcanmasına fena bozuldu. O da intikam dedi ve oğlunu,

kasasını soymakla suçlayıp polise şikâyet etti. Cin oğul böylece karakolla

tanışmış oldu!

Allah’tan hayatlarında Safiye hanım vardı. Bir peri gibi karakol polislerini

büyüledi. Evet evde bir kasa vardı var olmaya da, kasa hep boştu.

Kocası gösteriş için kullanırdı kasayı. Söylendiği gibi içinde para ve değerli

mücevher yoktu, gerçekten küçük bir servet saklansaydı kasada, kasanın

anahtarını göstererek, bu belâ adamın kasa anahtarını kendisinde

bırakmayacağının altını çizerek oğulcağzını karakoldan alıp gitti.

 

Oysa hırsız olmak isteyen Sâlih beydi! Küçük civcivin kalbini çalmaktı ereği.          

Olmadı. Bu oğlan var ya, bu oğlan adam olmayacaktı, nah şuraya yazıyordu.

İşin güzel yanı ne Sâlih bey, ne de ailenin diğer fertleri kindar değildi.

Sabah ev, fırtına sonrası gibi sessizdi. Durgun bir boşluktaydı!                               

Uyanık baba, oğluna barış için Bodrum tatili teklif etti. Oğul böyle bir teklife

hayır diyemezdi. Nihayetinde onun da zaafları vardı.

 

Ah, 1970’li yılların Bodrum’u! Dayanılmazdı saklı bir hâzine oluşuna, el değmemişliğin

güzelliğine! Neyse efendim, oğul bu nâmus darbesinin ardından, Akdeniz

güneşinde neşelenirken, Salih bey oflayıp puflayıp durdu. O Bodrumdayken,

şimdi civciv yanında olsaydı ne olurdu? Söylendi! Söylendi! 

Ah, salak çocuk asla adam olmayacaksın… Baba senin eğitimin için bir servet

harcarken, bir babayı sevindirmenin nasıl bir şey olduğunu öğrenemeyecek 

menhus bir çocuksun! Kim bilir kaç tanesi hayatına girip çıkacak, sense civcivinle,

küçük bir kahvaltıyı babacığından esirgiyorsun! Kahvaltıyı aşan boyutları yazmanın

anlamsız olacağına inanıyorum!

 

İnşallah civciv taşları düşer başına!

 

Ömür adamdı Sâlih bey.

 

Onca okul, onca mürekkep, öğrendiği en önemli şey, hatunların gözlerindeki parıltı,

yaşamındaki tek gerçek pusulaydı!                  

 

Yıllar yılı azametle oturduğu masasında yazdığı tek rapor, düşler biletsiz olmalı

ve kadınlar ipek donsuz düş görmemeliydi!

Aç parantez, kapat parantez arası boşsa, en güzeli memuriyetti!

 

Mutluydu Taşhan caddesi. Elvis’i de vardı, Beethoven’ı da. Safiye Ayla’sı da

vardı, Münir Nurettini de. Cem Karaca henüz çocuktu, eski ahşap konağın

bir köşesinde, Cem Karaca olmak için çılgınca çalışır, mahzendeki büyük

küplerden birinde hırsını, tutkularını biriktirirdi. Mutluydu Taşhan caddesi.

Yağmurları bereketli, kömürleri gerçek elmastı. O yüzden olsa, kar yağmak

için sabırsızlanırdı!

 

Sâlih bey, beddualanmış ya da bir büyüyle körlenmiş gibi ve ne denli iddialı

olursa olsun, o cânım Safiye hanımın gözlerindeki ışıltının güzelliğini fark etmedi!

Yüreğine saplanmış bir gizli hançerdi bu körlük!

İçindeki belirsiz sızıyı, soğuk algınlığında üreyen bir şey sanırdı.

Oyunları aslında körlüğünün de bir nedeniydi.      

 

İçindeki şeytanlar cücesi gibiydi. Korkudan çok neşe verirdi ona.   

 

Sizin hiç Afgan tazınız oldu mu? Güneşte şemsiyesiyle gezen!

Sâlih beyin vardı ve gururla dolaştırırdı!

 

Bûselik bir şizofren!

 

 

 

Mete DEMİRTÜRK

 

 

 




Bu habere henüz yorum yapılmamıştır, ilk yapan siz olun!...