BU KADARDIK

BU KADARDIK

Karım odadaydı. Zaman onda neydi bilmiyorum, ama bana göre epeydir oradaydı. Epeydir! Ben vardım; bu bir. Karım var mıydı; eder iki. Geçip giden her ne ise aramıza giren; bu da üç. Oysa saymak yerine pırıl pırıl bir bahar sabahına uyanmak vardı; dört. Diye gider bu böyle. Sahi gider mi? Di’li geçmiş zamanda; belki! Şimdi. Ah şimdi olmak, her şeyimle hem de. Olabilseydim, karım da odadan çıkardı; kesin yapardı. Çünkü buna ihtiyacı var. Neye ihtiyacım olduğunu sen benden daha iyi… Ben senden ya da sen ben; bir de tabii giden. Gittikçe bitiren. Anlamını bilmedim bilemiyorum ama bitiriyorum: Hayat. Yoksa: Zaman mı? Yağmur yağıyor. Galiba karım ağlıyor. Odada. Kendi zamanında.

Seni seviyorum demek yerine, “Yalnız ölmeme izin verme” diyenlerdendi o. Tabii bir zamanlar. Yıkılmıştım. Çünkü gidiyor sanmıştım. Veda gibi: ….. izin verme! Benden söz alıyordu ne de olsa. Ayrılırken. Oysa sadece “seni seviyorum” deseydi gençliğimiz şahitliğinde, “ben de” derdim; olur biterdi. Kolayca. Gitmedi. Sanki kaldı da. Öyle böyle ikiydik, sonra üç. Olduk yani. Yaşadık biz. Hâlâ yaşıyor muyuz? Bir gün bir baktık biri var. Kucağında. Sonra dizimizin dibinde. Biz gibi bir insan; ama benden daha tuhaf, karımdan daha yabancı. Hangisi ağır basıyordu da yüzüne bakamıyordum; bilmiyorum. Belki de ne tuhaf ne de yabancıydı; varlığı bile yalandı. Bu kadardık biz; yalandık, yanlıştık ama en kötüsü yalnızdık. Odaya girmeye cesaret etseydim çoğalır mıydım? Emin değilim. O zaman da değildim. Hiç olmayacağım. Çünkü aslında cesaret dediğim şey karımın bilinmezliği. O, baştan ayağa bilmediğim; biri, kişi, kendi. Daha ne ki! Hâlâ orada, hâlâ buradayım. Oğlumun nerede olduğunu ise hiçbir zaman bilemedim. Galiba zamansız bir yerde gizleniyor. Bu yüzden içim rahat. Oysa karım öyle mi; hem odada hem de zamanda. Çıldırır insan. Benim gibi tuhaf olanı bile. Yağmur dinmiyor. Bir dediği var ama…

Babam evdeydi; annem odada. Ben onlarda neydim bilmiyorum, ama bana göre vardım; yaşıyordum. Sahi yaşıyor muyum? Miş’li geçmiş zamanda; belki! Örneğin gülermişim. Babam beni kucakladığında daha çok hem de. Ağlarmışım. Annem babamı öptüğünde. İkisi de gülermiş. İkisi! Peki birisi? Birimiz bir gün mutlaka gidecekse eğer, ki gidecek, hiç olmazsa bir kalan olsun. Kalsın. Kalmasına izin verilsin. Ben gidersem siz kalın. İkiniz. İçimden bir ses öyle olduğunu söylüyor ama yine de huzursuzum. Annem, babam, bir de duvar. Üçünüzü de kucaklayasım var ama bir türlü sığdıramıyorum göğsüme uzaklığınızı. Üstelik duvar da soğuk. Öyle soğuk ki bedenim buz kesiliyor. Yoksa öldüm mü? Eğer öyleyse anlarım bu durumu; hiçbir yere sığmayışınızı. Peki değilse; yaşıyorsam? O zaman ille de bulurum bunun için suçlayacak birini. Üçünüzü değil de sadece annemle babamı kucaklayabilseydim herkesi bağışlardım. İlk kendimi tabii. Sesi geliyor. Annemle yağmur dertleşiyor.

Oğlum odasındaydı, kocam yerinde. Onlarda olduğumdan bambaşkaydım. Böyle olduğum gibi üstüne üstlük bunu bir tek ben biliyordum. Hep ben. Bir gün olsun kim olduğumu sormadılar. Bildiklerinden fazlasıyla emin, fazlasıyla kibirli! Ben de kibirliydim; hâlâ öyleyim. Bu yüzden hiç yaklaşmadım. Onlara, onlarda yaşayan yalan varlığıma. Ne de olsa eninde sonunda mesele insan meselesi olmaktan çıktığına göre diye düşündüm hep; gerek yok uğraşmaya. Dönüp dolaşıp aynı yere geliyorduk; değişmez bakışımıza. Aynı şeyleri görmeyi istemedim elbet, ama hiç olmazsa kim ne görüyor onu bilseydim. Yani konuşabilseydik; anlatabilsek. Pencereyi açtım. Çok sıcak. Keşke yağmur yağsa! Çok karanlık. Keşke yıldız olsa! Hayat çok kısa. Keşke hiç olmasa! Olmasaydı. O kadar çok işte. Haklı olduğumu, biricik haklılığımı kanıtlar gibi sert bir “işte”. Hem de “çok”. İnsan meselesinden çıkıp hangi meseleye geldiğimi sorarlardı mutlaka bunca arzuya rağmen; keşkeye. Sorulara sırtımı döneli çok oldu. Çünkü cevap vermekten yoruldum. Pek kadınca! İşte, işte, işte. Kapı mı çalıyor?

Mutfağın camı tıkladı. Perdeyi çektim. Dilenciydi. Değilmiş. Bir ihtiyar. Öngörüm zaten hep sanmaktan ibarettir. Yine! “Üç gündür karanlıkta oturuyorum. Oğlumu bekledim gelmedi. Gelecekti halbuki. Artık dayanamıyorum. Hem karanlığa hem de…”. Başını eğdi. Rüzgâr esti. Peki yağmur? İhtiyarın yüzünde damlalar. Baktım. Damlalara, bahçe kapısından sarkan sarmaşığa, insana, mutfağa, mutfaktan uzanan koridorun uzunluğuna, yine insana, yine damlalara… Gerçek, “şimdi”ydi. Ama ben yine de sözcüklerin tuzağına düştüm. Bilerek, isteyerek. Çünkü şöyle ki: Üçümüz; oda oda içinde bir ihtiyardık, ihtiyar ise koca bir yalnızlık. Buydu işte. “İşte”.

Miyase Aytaç Yılmaz


  • Miyase Aytaç Yılmaz

    Miyase Aytaç Yılmaz 18.09.2017

    Merhaba; Çok teşekkür ederim Sayın Ünsal. Saygılarımla.

  • H.ÜNSAL

    H.ÜNSAL 16.09.2017

    Seçilen temada güzel, anlatım dilide çok iyi. Beğenerek okudum. Teşekkürler sayın Aytaç. Saygılar.

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.