Öykü
Gülgün
Bu işe başlayalı tam on yıl olmuştu. Tam on yıl, avuçlarının arasında bırakılan kadın başlarını tarayıp düzeltmeye uğraştı; elindeki sıcak maşa ile saçlara türlü türlü şekiller vererek onları güzelleştirdi; beğenmeyenlerin homurtusunu, nazını çekti; kendi maharetiyle daha ziyade güzelleşen güzellerin gururunu gördü; evlenecek kızların başlarını yapıp çiçeklerini, duvaklarını takarken karşısındaki aynada hülya, saadet dolu gözlerine daldı...
Avuçlarına aldığı bazı saçlara sahiplerinden daha çok aşinalığı vardı. Müşterilerini bazı bir şey söylemeden aynanın önündeki sandalyeye oturur, o bir şey söylemeden arkaya doğru eğilen başa eliyle vaziyetler verir, tarağı, maşayı alır, sessizce çalışır, tavana asılı yuvarlak aynayı çekerek müşteriye ense saçlarını gösterir ve bazen küçük bir “mersi” ile cebine atılan beş on kuruşa sessiz bir “mersi” ile cevap verir ve aynı şekilde biraz sonra gidenin yerine oturanla meşgul olurdu.
Bazılarının da genç berber kızla dostlukları vardı. Onunla gülerek selamlaşır, hayatından, maceralarından, eş dost dedikodularından uzunuzun konuşurlar, gittikleri, gidecekleri eğlenceleri, baloları anlatırlar, saadetlerini, üzüntülerini söylerler; bunlar hakkında onun da fikrini sorarlar, gevezelik ederler. Bu dostluk onların çok işine yarar, berber kız, kendine bu kadar hususi konuşmaya tenezzül eden bayanların tuvaletiyle daha uzun uğraşır, hatta bazı arkada sıra bekleyeni ihmal ederek gücendirirdi.
Konuşanlar, konuşmayanlar, hepsi kendileriyle meşguldüler. Hiçbiri, hatta yıllardan beri dükkâna gelenler bile, rengi tamamiyle uçmuş sonbahar yapraklarını andıran bu küçük yüze pek dikkat etmemişlerdir. Derinliklerinde bazı acı, bazı tevekkül, bazı isyan dolaşan, fakat yalnız sevinç ve ümit ışığının uğramadığı o büyük ela gözlerin farkına varmamışlardır. Bunlar için, o, parası ödenmekle işleyecek bir makinedir. Hatta böyle de düşünmezler; onun için hiçbir şey düşünmezler... Onlar, yalnız kendi hayatlarının akışı içindedirler. Sağ ve solla bir bağlantıları yoktur...
***
Genç berber kız, çok küçük yaşta babasız kalmıştı. Anası, dört odalı evlerinin üçünü kiraya verdi, bir tek odaya sığındı; mahallenin zenginlerinden bir ailenin dikişlerine yardım ederek küçük Ayşe'sini büyütmeye çalıştı. Gittiği evin, genç kızı, Ayşe'ye “Gülgün” adını takmıştı. Gülgün, güzel, zeki, şen, afacandı. Zengin evinin genç kızı onu bebekler gibi giydirir, süsler, başak renkli saçlarını bukle bukle kıvırır, renkli kurdelelerle bağlar, sonra piyano çalarken yanındaki küçük iskemleye oturtur, onun da ara sıra tuşları karıştırmasına müsaade ederdi...
Gülgün, on dört yaşına kadar mektebe gitti, göze çarpan değil de, insanı düşündüren tüy gibi ince bir genç kız oluyordu. Derslerinden kalan zamanlarında zengin evinin genç kızından aldığı şiir kitaplarını, romanlarını okuyor, her genç kız gibi o da türlü türlü hülyalar besliyordu. Kalbi ümitlerle doluydu.
Güzeldi, beğeniliyordu, mektebin en iyi talebesiydi. Büyüyünce iyi bir iş sahibi olacak, annesine bakarak onu ihtiyarlığında rahat ettirecek belki kendine göre bir eşle mesut bir yuva kuracaktı...
Zamanla; mahallelerindeki zengin aile dağıldı, genç kızları evlenerek başka yere gitti. Anne, birdenbire romatizmaya tutuldu, çalışamaz oldu.
Gülgün'ün üzerine, ışıklı rüya âleminin kapıları birdenbire kapandı, genç kız, mektebi bıraktı, başak renkli saçlarından renkleri kurdeleleri sökerek onları iki örgü ile başına doladı ve siyah mektep önlüğünün yerine beyaz ketenden bir iş gömleği giyerek tanıdıkları bir kadın berberinin yanına çıraklığa gitti.
Gülgün, az zamanda usta oldu. Zengin evinin genç kızından, saçları ile oynayıp eğlenirken, çok şeyler öğrenmişti. Elinden bıraktığı kitapların, şiirlerin hasreti içini kavururken, ruhundaki sanat zevki, berberlikte de kendini gösteriyordu. Dükkana gelenlerin hemen hepsi, başlarını ona taratmak istiyorlardı.
On yıl böyle geçti.
***
Bir gün, güneşli bir bahar günü... Gülgün'ün yüzü görülmemiş bir şekilde canlanmıştı. Gözbebeklerinde kendisinin bile tanımadığı renkli pırıltılar vardı. Yıllardan beri iki örgü halinde başına doladığı başak renkli saçları yanlarından buketlenmiş, ona güzel müşterilerinden daha güzel, daha ince bir güzellik vermişti.
Sessiz, mütevekkil gözlerinde belki zaman zaman hafif bir kıskançlık dalgası bile dolaştı ise, bu sızının intikamını şimdi ona kıskançlıkla yakalatan müşterilerinden alabilirdi...
Gülgün, o gün çok güzeldi, bahtiyardı. Gülgün'ün parmağında bir altın halka vardı.
***
Genç kızın gözlerindeki ışık çok sürmedi, bir gün, yüzünü eskisinden daha karanlık gölgeler örtmüştü; saçları yine eskisi gibi, sımsıkı başına sarılmıştı. Ona dikkat edenler, parmağından birkaç gün kalan halkanın ancak hafif izlerini gördüler.
Gülgün musiki meraklısı bir gençle nişanlanmıştı. Ruhundaki çocukluktan kalma sanat aşkını sezen ve ince, zarif güzelliğine hayran olan bu genç, kendisini pek çok seviyordu. Lakin nişandan bir hafta sonra, mesut bir gezinti dönüşünde, askerlik vazifesini yapmak üzere olduğundan işlerini bırakacağını, bu zaman içinde kendisini beklemesini, elbise falan tedarik etmek üzere birikmiş paralarını kendisine vermesini teklif etmiş, zavallı genç kız, toplu parası bulunmadığını, ufak kazancı ile yıllardan beri hasta annesini ve kendisini geçindirdiğini söyleyince, musikişinas nişanlı hiddetlenmiş, kendisine para lazım olduğunu, şu halde parası olan bir başka kızla nişanlanmak lazım geldiğini bildirerek çıkıp gitmişti.
***
Gülgün, şimdi on yıldan beri yaptığı gibi, avuçlarının arasına bırakılan genç, yaşlı, güzel, çirkin kadın başlarını tarayıp düzeltiyor, beğenmeyenlerin homurtusunu, beğenenlerin gururunu çekerek, evlenecek kızların başlarını yapıp çiçeklerini, duvaklarını takarken karşısındaki aynada hülyalı, mesut gözlerini görerek ve hepsinin hayat hikâyelerini dinleyerek bu işe birçok on yıllar daha katlanabilmek için ruhundaki kuvveti tartmaya uğraşıyordu.
Şükûfe Nihal
Yedigün, s. 410 (13 Kanunusani 1941), 15, 18.
Kaynak: Şükûfe Nihal, Bütün Eserleri, Cilt: 4, s. 125, Yayına Hazırlayan: Yaprak Zihnioğlu, Kitap Yayınevi, 1. Basım 2008