Öykü
NÖBETÇİ

Sarsarak uyandırdılar.
Sıkıntıyla kalktım. Uyku gözümden akıyordu. Birkaç dakika içinde giyindim. Kepimi zor buldum. Meğerse yastığın altına sokuşturmuşum. Çavuşu takip ettik birkaç er. Hepimizi kulübemize bıraktılar.
Gece üç beş nöbetindeyim.
Her gece aynı manzara…
Bıkkınlık veren bu tekrarlar artık hayatımın bir parçası. Sivile dair hiçbir şeyi bilmiyorum. Sanki ömrüm boyunca buradaydım. Buradan önce bir hayatım olduğunu hatırlamıyorum.
Annemin yüzünü bile unuttum. Bir sevdiğim vardı hayal meyal hatırlıyorum. Kirpikleri kaşına değerdi türküdeki gibi. Nöbet kulübesinin buğulanmış camına ismini yazıyorum. Kalp çiziyorum sonra. İki adım genişliğindeki bu kulübeye dünyaları sığdırıyorum.
Kulübeden çıkmak kesin emirle yasak. Ama dışarıda da bir hayat olmalı. Bir umut var dışarıda. O umuda uzanmak istiyorum. Emri deliyorum. Basamaklardan inip hayata dokunuyorum. İnce kumla örtülü alanda volta atıyorum. Giderek hızlanarak, birilerinin inadına adımlarım serileşiyor. Burada bir hayat var, insana dair, yarına dair bir umut tarlası burası. Bir daha o kulübeye girmeyeceğim. Nöbeti burada bitireceğim. Şimdi diğer kulübelere gidip arkadaşların halini hatırını sorup varsa bir dal cıgara isteyeceğim. Bir dal erirken dudaklarımın arasında ben sevdiğimi düşleyeceğim. Düşlemek bile yasak burada. Umut yasak, gülmek, ağlamak ve itiraz yasak... Oysa insanım ben. Robot değilim. Kablolardan, devrelerden, manyetik sistemlerden örülü değilim. Etimle, kanımla, dokularımla insanım. Ve yaşam en büyük arzumdur benim. Yaşamalıyım.
Kulübeden iyice uzaklaştım. Üç no’lu nöbet kulübesine geldim. Ağrılı İlyas olmalı. Selam verdim İlyas’a. Küçük gözlerini kırpıştırdı. Ürktü. Elindeki cıgarayı zor attı. Güldüm. Ben olduğumu anlayınca rahatladı. Halini hatırını sordum. Cıgarasından uzattı. Omzuna vurup helalleştim. Derin nefeslerle hayata döndüm. Birliğin içinde uzayan rayların üzerinden yürüyerek nöbet yerime geldim. Voltalarıma devam ettim. Hava grileşmeye başladı. Sanırım nöbet bitimine az kaldı. Karşıdaki ağaçlardan kuşlar havalanıyor. Uzaklarda bir yerlerden yanık bir sesin söylediği türküler değiyor kulağıma. Diğer kulübelerdekiler ne yapıyor. Kimi çapraz duruşta, kimi hareketli, kimi sabit… Beş kulübe, beş ayrı hayat demek… Kulübeler hayatımızın başkenti, kulübeler takılı kalmış bir zamanın loş evleri!
Yarın Cuma. Önce hepimizi asfalt alana toplayıp tüfek bakımı yaptıracaklar, sonra donumuza, atletimize, etek tıraşımıza bakacaklar. Bir kusurun yoksa ertesi gün çarşı izni. Çarşıda bol bol yürüyeceğim. İnsanları izleyeceğim. Nasıl gülerler, nasıl yemek yerler, nasıl mutlu olurlar. Kadınları seyredeceğim saatlerce. Bıktım aynı yüzleri görmekten. Burada herkes birbirine benziyor. Herkesin saç tıraşı aynı, herkesin teni güneş yanığı… Kimse ağlamıyor bile burada. Oysa ağlamak da güzeldir. Karar verdim çarşıda bol bol ağlayacağım. Beni var eden her duyguyu yaşayacağım. Deliler gibi koşacağım. Bir parka gidip kendimi çimenlerin üzerine atacağım. Fıskiyeli havuza başımı sokacağım. İnsanların arasına karışacağım. Yaşadığımı anımsayacağım.
Hava aydınlanıyor. Kulübemde değilim. Bir daha çıkmayacağım oraya. Ayaklarım var benim yürümek için, toprağa basmak için; kalbim var sevmek için, ağlamak için; beynim var düşünmek ve itiraz etmek için.
Çavuş geliyor işte yanında diğer nöbetçiyle. ‘’Asker!’’ diyor kararlı bir sesle, ‘’Neden kulübende değilsin. Kulübeler terk edilmeyecek, emri bilmez misin?’’
Sonra emir büyük yerden geliyor.
Bölük komutanı çağırtıp, ‘’Çarşı iznin iptal.’’ diyor.
Erkan Öztürk