Öykü
Kuşlâstiği - Sapan - Çatal

Sunu: Değerli Özgen Ergin, “Kaan Arslanoğlu İçin” diye başlayan ithaflı bir öykü göndermiş. Bununla kalmamış, kendi face sayfasında, bu öykü için, “Kaan Arslanoğlu” ağzından bir de eleştiri yazmış. Hem öyküyü, hem onun eleştirisini, hem de sonunda Kaan Arslanoğlu’nun gerçek eleştirisini birlikte yayımlıyoruz.
Kaan Arslanoğlu İçin
Kuşlâstiği - Sapan - Çatal
Çocukluğumda, şimdiki gösterilerde gençlerin elinde gördüğüm koyu kirli gri renkte, plastik görünümlü kaba-çatal sapanı bilmez, bilsek-görsek bile elimize almazdık. Ankara'nın çok yakınındaki Solfasol köyünde bitirdim ilk okulu. Usta arkadaşlarım vardı, arka kasalı tel araba ve sapan yapan. İkisini de beceremezdim. Ama ceviz oyununda en nişancı, topacı çevirirken tüm gücümle topacın yanağını kınnapla en iyi şaklatan, gömleğimin içinde bile saklayabildiğim küçük şeytan uçurtmasını en yükseğe havalandıran ben olurdum. Köyün bahçelerinin olduğu Yeşilöz'deki Dutluk‘ta dalından dalına atlayarak kovalamaca oynadığımız, birbirlerine çok yakın yaşlı dut ağaçları vardı.
Sapan ustası arkadaşımız dalların doruğuna tırmanır, sapan olmaya uygun birkaç çatal ince dal seçer keserdi. Bir sapanın gövdesi, o yaştaki başparmağımız, iki çatalı ortaparmağımız kalınlığında eşit olurdu. Usta, sapanların iki çatalın çevresinde çentik açtıktan sonra, sicimle çekiştirerek sıkıca bağlar gün boyu yüzdüğümüz Çubuk Çayı'nın kıyısındaki söğütlerin dibinde, iri bir taşa bağlar suya salardı. Üç gün sonra usta arkadaş, sapanları alıp arkadaşlardan birinin bahçelerindeki -güneşe karşı- bir dala asardı. Üç-dört gün sapanları unutmuş gibi, harman yeri düzlüğünde top oynar, çayda yüzerdik. Arkadaşlardan birinin yakındaki akrabasından getirdiği, dışı pek sert kara köy ekmeğine, bahçelerde ne bulursak domates-hıyar-yeşil soğan, sivri biberi katık eder yerdik.
Aklımıza yeni gelmiş gibi erkence bahçeye gider dallarından alırdık çatalları. Yeşil kabuklar güneşte kavrulup sararmış koyu pas rengine dönerdi. Usta arkadaş, dedesinin verdiği keskin bağ bıçağıyla çatalın kabuklarını sıyırır, gövdeyi alttan, iki ince dalı çentik üstünden keserdi. İri bir tahta kaşık gibi biçimi alan çatalları, yaktığımız küçük ateşin alevlerinde ütüler, bir yandan da pencere cam kırığı ile çok dikkatlice sürterek nokta çıkıntıları temizlerdik. Bu iş de bitince dut ağacından yapılmış sapanlarımız parıldardı. Çalışmak için her gün Ankara'ya gidip gelen ağbilere yalvarıp sapan için kesilmiş kamyon iç lastiği isterdik. Taş yerleştirmek için meşin kılıf da bulununca, usta arkadaşımız çok ince bir beceriyle eldekileri birleştirip çatalları sapan yapmış olurdu.
Hemen çay kıyısından küçük düzgün değirmi taşları toplar ceplerimizi doldururduk. İlk denememize, akşam üstü dutların uç dallarına tüneyip uyuklayan serçeleri vurmakla başlardık. Sekiz on tanesini yere düşürdükten sonra kıbleye dönerek(!) kafalarını iki parmağımızla koparır, kuşun kanını sapanımızın sapına sürerdik. Ateşte ütülenmiş, kemikleşmiş dut dalı kuşun kanını emmezdi. Savaş kazanmış gibi yaktığımız ateş harlanırken, sabırsızca kuşları ayıklar tüylerini yolar, kalanları alevde ütüler, incecik söğüt dallarına taktığımız serçeleri çevirerek pişirir yarı çiğ, yarı pişmiş etlerini açlıkla yerdik.
O yıl nişancılıkta öyle ustalaşmıştım ki sapanı cebimden ayırmaz olmuştum. Beşinci sınıftayken yeni gelen öğretmenimiz -adını hiç unutmamam- Muazzez Türüng aynı zamanda radyoda türkücüymüş. İlk gün beni gözü tutmuştu ki adımı sordu. Şişinerek, “Yavuz, öğretmenim” deyince, kaşlarını çatmayı gizlercesine yarım gülümsemeyle, “Selim’i de var mı” diye sormuştu. Bugün söylemiş gibi gözlerimin önünde Muazzez öğretmen. O sorusunu hiç unutmadım.
Bahar sonu gelecek sıcak havaları beklemeden, öğretmenimiz mart ayında Solfasol’dan yürüyerek Yeşilöz'e götürürdü bütün sınıfı. O uzun boyuyla yanında birkaç kızla en önde giderken, ben en arkada sinik kalır, bir gün önceden seçip topladığım taşları sapanıma yerleştirir, telefon direklerindeki beyaz fincanları çıtır çıtır vurup yerlere dökerdim.
Öğretmenimiz okul kapanıncaya kadar her hafta Yeşilöz'e götürüp dut ağaçlarının gölgesinde, "Açıl mor menevşem bahar erişti" türküsünü öğretmek için çok uğraştı… Birimiz bile öğrenemedik.
Çeşme - 07.01.2018
Şimdi de Özgen Ergin’in, Kaan Arslanoğlu adına bu öyküyü eleştirisi:
Kaan Arslanoğlu için, "İnsan Bu" işte, yazar da... 08.01.2018
Öykü yazarı, yazdığı "Kısacık Öyküyü"
okuyucu gibi didikleyebilir mi?
= Az önce okudum gönderdiğiniz öykünüzü.
"Kuşlâstiği - Sapan - Çatal" başlıklı öykünüzü bir okuma akşamında biz okurlara okusaydınız, hiç çekinmeden onbeş-yirmi dakika konuşurdum bu üç adlı kısacık öykünüz üzerine. Okur mektubu yazsaydım, iki-üç sayfa uzardı.
Yerim dar olduğu için birkaç soruyla genç edebiyat eleştirmenliğine sıvayacağım kollarımı.
= Gençlerin sokak gösterilerinde savunma silahı olarak kullandığı Çatal adının eskiden -çocukluğunuzda- Kuşlâstiği olduğunu yazmakla, Türk çocukluklarında sapanla kuş öldürmenin, geleneksel zevkli ve kahramanca bir oyun olduğununu mu sezdirmek istediniz? Yoksa ilkel bir barbarlığı mı?
= Öykü kişisi ilk okul beşinci sınıf öğrencisinin adını, yeni gelen öğretmen hanım sorunca, çocuğun şişinerek "Yavuz!" demesiyle, öğretmenin kaşlarının çatılmasını gizleyerek, "Selim'i de var mı" diye eklediğini, neden bunca gizli-kapaklı yazdınız? Okuyucuyu bunca bilgisiz mı sanırsınız? Yavuz Selim'den girer Elbistan Alev Türkmenler'den çıkardı benden özge her ortalama(!) okuyucu. Sizce öykü yazmanın, uyarmak -sezdirmek-çağrıştırmak-şaşırtmak gibi görevleri mi var? Ben öyküde, okuyucuyla cilveleşmesini de beklerim usta yazardan
= Dut dalından kesilip dımışgı bir sapan yapabilmenin bir hafta sürdüğünü, ona emek veren arkadaşınızın ustalığını -bence- çok abartmışsınız. Çocuk eğitimimizin ilkel ve yoz olduğuyla ilgili bir uyarı mı- ilgililere bir gönderme mi?...
= "Kuşlâstiği" diye bir adla neyi çağrıştırmak istediğinizi yukarıda yazdım. Aklıma gelmişken: Zengin Avrupa dillerinde böyle bir söz-söylem yok.
= "Dımışgı" yerine düzgün-şık-kusursuz yazsaydınız ne değişirdi? Biz okurların duymadığı, anlamını bilmediğimiz, -modası geçmiş, Anadolu ağzı ölü- sözlere can verip yeşertmek Türk Dili Bilimcileri'nin işi değil mi?
= Yetmiş yaşında olduğunuzu, 2005 yılından bugüne öykü yayımlatmadığınızı yazmışsınız. Öyleyse, hatırınıza toz kondurmak istemeden sormak istiyorum:
Okunmak için mi, okumak için mi yazıyorsunuz?
En sonunda da Kaan Arslanoğlu’nun bu öyküye gerçek eleştirisi:
Özgen Ergin son yıl içinde tanıdığım usta bir yazar. Sadece birkaç öyküsünü okudum, birkaç da eleştiri yazısını, ama beni sardılar.
Bu öykü için ise şunu söyleyeceğim: Yine güçlü bir anlatım… Fakat anlatılan çocuk tipi-tipleri benim hiç hoşlanmadığım, punduna getirdiğimde çok feci pataklamak istediğim çocuk tipi-tipleri. Çocukken bunu başarabildim mi? Pek sayılmaz. Hayli kalabalık idiler.
Ama tam da bu nedenlerle devrimci oldum diyebilirim. Tabii tek nedeni böyle şeyler değil. Çocukken de yoksulluğu, düzensizliği, geri kalmışlığı, adaletsizliği, eşitsizliği hiç sevmezdim. Bunları ülkeden kaldırma düşleri kurardım. Bir de tabii böyle çocukları organize biçimde pataklama düşleri…
Fakat çok sonra anladım ki, devrimci yoldaşlarımız arasında da, o pataklamak istediğim tipler hiç de az değildi. Karşı tarafta da bana benzer tipler az değildi.
İnsan kısım kısım, yer damar damar. İnsan kişilikleri arasındaki derin farklılıklar neredeyse ayrı canlı türleri arasındaki farklar kadar keskin.
Elbette tek ayrımım, tek ölçütüm hayvan sevgisi değil. İnsanı tüm artıları ve eksileri ile bir bütün olarak değerlendirme kuramsal bakışını kazanalı çok oldu. Yaşamımda da bunu başarıyla uyguladığımı sanıyorum.
Ne var ki insanlığa sadece sağ sol siyaset açısından veya sadece sınıfsal yönden bakmanın ne denli dar ve tek taraflı bir bakış açısı olduğunu da artık bellemek gerekiyor.
Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.
fahri kumbul 12.01.2018
Sanki beni anlatmış. Muazzez Türüng deyince burnumun direği sızladı.
Kaan Arslanoğlu 12.01.2018
Sevgili ve değerli Mete Demirtürk,. İşin sınıflandırma bölümünden pek anlamam. Bana göre bu bir "kısa öykü". Kısa öykü olunca, haliyle bizim bazı okurların aradığı "giriş-gelişme-sonuç" bölümlerini içermeyebilir. Yine bence son cümlesi ve paragrafı ile öyküde aradığımız "son etki- son vuruş"u gerçekleştiriyor. Ki kısa ve iddiasız öykülerde bu hafif bir vuruş olabilir, ama olsun. Burada da bu etki sağlanmış. Öte yandan öykünün anıya dayanması onu öykü olmaktan uzaklaştırmaz, kişinin başından gerçekten geçmiş ise anı-öykü olur. Tıpkı anı-roman diye bir şey olduğu gibi. Sevgiler, saygılar.
Mete Demirtürk 11.01.2018
Tertemiz bir dil. Usta işi bir anlatı. Yalnız soru şu. Okuduğumuz bir öykü mü, anılar defterinden bir sayfa mı? Bir anı nasıl öykü olur? Bir öyküyü öykü yapan, en temel özellikler nelerdir? Yazımızda karşılığı ne denli var? Sanırım, benzer birkaç yazı daha yayınlandı. Sorularımı net bir biçimde yanıtlayamadım aziz Hocam. Ya da, bir dostumuz aydınlatırsa sevinirim. Ama haksızlık etmek istemem, sn. Ö. Ergin o kadar güzel anlatmış ki çocukluğunun bir kesitini zevkle okudum . Başarılar dilerim. Saygılar...