Asiye

Asiye

Küçük bir kız çocuğuyum. Yanmış yıkılmış harabeye dönmüş koca bir şehrin sokaklarındayım. Yıkıntıların içinde dimdik ayakta duran yan yana dizili kapılar beni şaşırtıyor. Arkalarında uzayıp giden korku çağını saklamak için kol kola girmişler sanki. Issızlık ve sessizlik ürpertiyor. Kapıların önlerinden geçerken, dizginlenemez karanlık iştahların tanığı ağızlar gibi hayın görüntüleri beni korkutuyor. Acele etmesem üstüme kapanacaklar. Hızla geçiyorum önlerinden. Her an biri koluma yapışacak tutup derinliklerine çekecek ve ben boğulacağım. Yakalanmamak telaşındayım. Sokağın sonundaki yılan yeşili, kapının önüne gelince şaşırıyorum. Kapalı olan tek kapı. Tanıyorum Asiyelerin kapısı. Açmak için uzanıyorum, akrep zehri yapışkanlığındaki kolunu tutuyorum, itiyorum sonuna kadar açılıyor, sessiz sinsi. Ayaklarım zorlanmadan doğruca onun yanına götürüyor beni. Dişlerim birbirine vuruyor, dizlerim titriyor, düşmekten korkuyorum. Eşikte duruyorum. Küçük odanın içinde, beline bağlanan ipin izin verdiği sınırlarda, sarsak ve güvensiz adımlarla tedirgin yürüyüşünü gözlüyorum.

Bazen duruyor, kollarını iki yanına salarak, başını yana düşürüp dünyanın dışında bir yere bakıyormuş gibi gözlerini havaya dikiyor, anlaşılmaz seslerle bir şeyler mırıldanıyor. Bazen de durduğu yerde gözlerini kapatarak, düşünceye kadar öne arkaya sallanıyor sallanıyor…

Ellerinin boşluktaki hareketlerini izliyorum. Bir şeyleri kovalıyor, yakalıyor, ince parmaklarıyla havaya gelecekteki hayatlarımızı çiziyor. Biliyorum, bir kâhin Asiye, hareketlerinden dehşete kapılıyorum. Yüreğim kulaklarımda yankılanıyor, sağır oluyorum, kör oluyorum, bir an Asiye yok oluyor ben Asiye oluyorum. Sonra korkuyorum kör kalmaktan, zorluyorum kendimi, uyanıyorum.

  Mahallenin en talihsiz evi gözüyle bakılırdı evlerine. Kendinden iki yaş büyük abisi ve kör olan Asiye, diğer üç kardeşinin aksine zekâca geriydi. Gündelikçi olan anne ve babası onlarla ilgilenecek zaman bulamadıklarından, kardeşler birbirlerini büyütmüşlerdi. Abisi mahallede istediği gibi gezer bazen ortadan kaybolur günler sonra çıkar gelirdi. Çevresinde olan biteni kavramaktan yoksun, ileri derece anlama ve konuşma sıkıntısı çeken Asiye’ye göre biraz daha kendini taşıyabilecek akla sahipti. Dışarı çıkmasını engellemek için beline bağlanan ipin duvardaki demir halkayla sabitlenmiş uzunluğuyla sınırlı dünyasında Asiye’yse, insanın içini üşüten korku ve dehşet duygusu uyandıran tuhaf hareketlerle tüm günü bu odada geçirirdi.

Mahalleli ailesinin yokluğunda onu ve abisini sahiplenmişlerdi. Pişen yemeklerden onların payı hemen gönderilirdi. Bizim ailenin en küçüğü olarak ayak işlerine ben baktığımdan Asiye’ye yemek götürmek de benim işimdi. Diğer çocuklar gibi ondan korkmama rağmen bu işi yüklenmek, onun gibi olmadığım için içimde uyanan sevinç duygusunun utangaçlığında, tuhaf bir acıya dayanma sınavıydı benim için. İleri derecede bozuk olan gözlerime taktığım kalın camlı gözlüğümün bunaltısıyla uzun zaman Asiye’nin karşısında oturur, neredeyse gözümü kırpmadan onun tüm hareketlerini izlerdim. Yiyişindeki ilkelliğin bende yarattığı bulantı dayanılmazdı. Yemek kırıntılarının bulaştığı dağınık, keçeleşmiş saçlarının sefil görüntüsüne, zihnimde yağ kokusunun ağır ve dayanılmaz yoğunluğunu ekler, onun yanından ayrıldıktan sonra günün geri kalan kısmını gözlerimin ağrısına eşlik eden mide bulantısıyla geçirirdim.

Tüm gün her şeyden ve herkesten uzakta böylesine bir başına, böylesine berbat olmanın korkutuculuğu benliğimi ele geçirirdi. Kendimi yatağımın üstüne atar, babaannemin anlattığı masallara sığınırdım. Ama bu kez de, yaratılış masalında anlatılan Âdem’in yalnızlığındaki ıssız dünyanın yoksun, yaralayıcı, ürkünç olduğunu, mutlaka Asiye’nin odası gibi koktuğunu düşünürdüm. Bir an önce büyüyüp buralardan gitmek isteğiyle dolardım. Uzaklaşınca hayatımın Asiye’li bölümünün de silineceğine inanırdım. Bu inanç en büyük itici gücüm, kazanma isteğim, başarma kararlılığım oldu. İlerleyen yıllarda da mesleğimi hep Asiye’ye minnet duygusuyla büyük bir sorumlulukla yaptım. Ta ki o karanlık günlerin başlangıcına dek…

Yıllar sonra, karanlık günlerimizin ayak seslerinin sahibi olan milislerce tecavüzüne uğrayan Asiye’nin, hamile kalıp babası tarafından öldürüldüğünü, evlerinin yakıldığını, annesinin de bu yangında abisiyle birlikte yanarak öldüğünü öğrendiğimde, üzüntüden çok isyan duygusuyla dolmuş uzunca bir süre Asiye kokulu kocaman boşluğun içinde kaybolmuştum.

Şimdi yine, o kocaman boşluğu yaşıyorum. Yıkım yılları içindeyiz. Ateş topuna dönen dünyada biz de savaşı yaşıyoruz. Artık hiç bir yer güvenli değil. Delinmiş bir uykudaki kâbus gibi başlayan bu savaşta şiddet akıl almaz boyutlarda. Dünyayı yaşanmaz hale getiren kurgulanmış yaratıklar, birden bire ölüm olarak çıktılar saklandıkları kuytulardan. Birilerinin sinsi kışkırtmalarıyla ayrıştık, ötekileştik birbirimize. İnsanlığımızı unutup bıraktık en yakınımızın elini. ‘’Ben’’ olmayı iyi bir şey sandık, ‘’Biz’’ olmanın ayrışmasını güle oynaya yaşadık. Pembe hayallerle oyalanırken, yakılıp yıkıldık. Yok olmaya başladık.

Ne olduğunu anlamadan sürüklendiğimiz savaşta payımıza düşen yıkıntı ve talan, en çok kadınları çocukları yaralıyor. Kocam, ‘’Kalmayalım buralarda’’ deyip iki pasaportla eve geldiğinde; ‘’Tel örgülere takılı mülteci yaşamlara sığınmak bana göre değil. Hayallerimi, delik can yeleklerine ölüm yaması yapamam.’’ diye karşı çıktım ama o kararlıydı gitmeye, delik yeleklerin kıyılara vurduğu yabancı yaşamlara.

Şimdi çağın tüm iğrençliklerini yaşıyorum Asiyelerle beraber.  Kaç kadınız saymadım ama köle olduğumuzu haykırıyorlar tekrar tekrar durmadan bizi seyredenler. Belimizden birbirimize zincirlerle bağladılar bizi. En savunmasız, en çıplak halimizle gezdiriyorlar sokaklarda. Şaşkınlığımıza eşlik eden korkunun karanlık kuyusunun en derinine yuvarlanıyoruz tekrar tekrar. Yeryüzünün şimdiye dek şahit olmadığı kırmızıları tanıyoruz yüreğimiz kanarken, siyahlar hiç olmadığı kadar yasa dair artık. Dünyanın renkleri silindi, mor uğultuların hâkim olduğu, Âdem’in yaratıldığı o andayız. Sesiz, sözsüz, ürkünç, tek başımızayız. Acıdan ve korkudan başka duygularımızı yitirdik, yetmiyor, onursuzluğa gebe bırakılıyoruz.

Bu kafesin içinde sokaklarda gezdirilirken bizimle beraber yok oluyor dünyada merhamet ve insanlık. Belimize bağlanan zincirlerin çokluğunda ne yapacağımızı bilemez haldeyiz. Çağlar boyunca atılan çığlıklardan daha çok çığlık atıyoruz kopkoyu, ama kimseye duyuramıyoruz. Tükendik en sonunda. Sustuk. Geçtiğimiz her sokakta bizi yok etmek için sabırsızlanıp atılacak ilk taşın vereceği cesareti bekleyenler, kendi korkularını görmemek için kör olmuşlar ama gözleri oyulmuş biri şehvetle atıyor ilk taşı, atılanların acısından önce kuşlar ölüyor yeryüzünün her yerinde sonra yaşam.

Yok olan yaşamda kaybolmasın diye şahit olduklarımız, hepimiz çıkardık yüreğimizi, oyduk gözlerimizi, avucumuzun içinde saklıyoruz. Bizi şehvetleyen erkek kalabalığının tekbir seslerinin yapışkanlığında, kör olmanın yanında sağır, dilsiz ve hatta yok olmak istiyoruz. Sanki dünyanın bütün sokaklarında dolaştırıyorlar bizi, dünyanın bütün gözleri üzerimizde en mahrem yerlerimizde dolaşıyor. Katlanılır gibi değil. Yok olmak, görünmemek istiyoruz.  Bakışların onurumuza açtığı yaranın ağırlığından şaşkınız, korkuların en kalınını yaşıyoruz.

Şimdi sokaklardaki bu güruh arasında, kafesin içinde dolaştırılırken, vahşilikleri tüm gövdelerine yayılmış bu insanların soyundan olmaktan utanıyoruz. Hepimiz Asiye’yiz şimdi. Kaç Asiye’yiz bu kafeste sayamıyoruz.

 

Yeter!

Bağıran ben değilim. Kim öyleyse? Şaşırıyorum, kafesin dışında Asiye’yi görüyorum, benimle aynı yaşta. Belinde ipi yok, gözleri boşlukta değil. Başı dik, yüzü gülüyor, anlamlı ve hatta umutlu bakıyor hepimizin gözlerinin içine tek tek. Siyah saçlarının kuzgunî parlaklığında bir an kafesteki bütün kadınlarla beraber gözlerimiz kamaşıyor avuçlarımızda. Tekrar takıyoruz onları yerine, her yer birden Asiye’ye kesiyor. Tüm sesler siliniyor, sadece Asiye’nin nefesini duyuyoruz huzurlu ve sakin. Kalbinin güzelliği nefesinde atıyor. Açıyor kafesin kapısını, hepimizi tek tek gökyüzüne salıyor. Gökyüzü kadına kesiyor birden, özgür mutlu ve savaştan uzak. Rahatlıyoruz, minnettarız.

Hepimiz yüreğimizdeki ırmağı Asiye’nin yüreğine bırakıyoruz. Acele acele ve savaşa yakalanmaktan korkarak, bütün yapışkan gözleri geride bırakıp arkamıza bakmadan düşlerimizin dünyasına gidiyoruz, savaşların olmadığı; çocukların, erkeklerin, kadınların güzelleştirdiği dünyaya...

 Sülbiye Yıldırım                                                                 


Yorumlar

Maximum : 1000 Karakter / Karakter Sayısı: 
0
Yorumlara gerçek ad ve soyadınızı yazmanız onay kolayllığı sağlar.
Mail adresinizi yazmanız keyfinize kalmıştır. Yorumlarınızın onaylanması da
editörlerin tamamen keyfine bağlıdır. Yılların deneyimi sonucu bu bizde böyle.


Bu habere henüz yorum yapılmamıştır, ilk yapan siz olun!...