Öykü
SOL YANI DÜNYA

Ben Güvercin. Öyleydim de; yerde bir kuş; yine de kimse gerçek adımı ünlemez, herkes sadece Beyaz derdi. Uçamadığımdan değildi; uçardım ne ki kanatsızlığıma sonsuz inanmasaydım. Çünkü inanınca mutlu olurum sandım. Uçamayan Güvercin, tüm uçamayanlarca sevilir sanmak da cabası. Neyin mi? Sonsuz sanmaların, biricik inancın. Hem ne güzeldi kanmak. Beyaz-mı-şım. Beyaz diye seslenince birileri, kanatsızım ya, kalbim uçardı. Bu benim tesellim olurdu Güvercin’in rengi hayata katılıyor diye. Bedeli; yerde bir kuş olmak. Niye? Böyle gelmiş diye; gider mi ölesiye? Güvercin’in soyuna sopuna. Güvercin Beyaz’ında çırpınan bütün kanatların kırılacağı güne kadar durmayacaklar. Onlar. Yani bunlar, şunlar. Şimdi “onlar” deyince alınmasınlar. Güçlerinden, güçlü mü güçlü yerlerinden azalmasın; benim aczimle çoğalsınlar. Bana böyle ne yaptılar? Ah Beyaz, Güvercin’im; ben yaptım, ben. Hem de bir gün.
Yüzünün yarısı dünyaydı; diğer yarısı cehennem. Bu cehenneme geldi. Sonsuz bir tarlanın ortasındaydı beyaz badanalı evi. Tek göz. Tek çocuk. Koca. Geriye kala kala bir de o. Hep birlikte yaşarken, yaşamak bu mu diye en ufak bir şüpheden azade ona dört elle sarılırken; ken, ken, ken… Sonsuz tarla bu küçük eve dar gelir mi; gelirken, ken, ken… Bahçedeki kırmızı gülleri ateşle teşbih terbiyesizliğine düşerken, ken, ken. Uzatmaya gerek yok. Sevgi Abla’nın yüzünde patlamış küçük tüp. En yalın haliyle böyle yazılır hikâyesi. Yüzünün yarısı batsın. Batmış zaten. Canavar. Diğer yarısı kendisi. Bakkalda çakkalda, sağ elinin altında kocaman bir korku. Kocamandan da kocaman bir de merak. Utanmaz tarafından hem de! Cadı Sevgi’ye dönünce Sevgi Abla, sokağın bilirkişileri hani hem boydan hem akıldan yoksun olanları, evirip çevirip zulüm giydirmişler oyunlarına. Güller soladursun, küçük ev Cadı Sevgi tekerlemelerinde sonsuz tarlanın ortasından düşüvermiş garip bir boşluğa. Düşüversin ne ki Sevgi Abla’nın mutluluk dediği zaten sadece yuva değildi ama neydi; o da düşmüş. Onun dediği bir gün gideceğiydi; gökkuşağı tarlasına. Sonsuz tarlanın alabildiğine sarısından bambaşkaya. Sevgi Abla işte böyle bir ablaydı, ne cadısı. Sevmek, sevilmek, bir de direnmekmiş. Öyle bir tarla yok diyenlere direnmek. Yaşadı, dayandı, yaşadı ta ki sol yanağından damla damla akarken, farkına varasıya. Niye ağlıyorsun? İçi öyle bir huzur dolmuş ki ağlamasın da ne yapsınmış. Bu diyenlerin yalanı. Görmediler mi sanki, tüm dünya “bir genç kızın rüyası evi barkı” tam tamına başladığı sırada, göğün iki dev kanadın beyazına çaldığını. Beyaz da olsa inkâr edildi. Edilir mi edilirdi. Uçtu gitti.
Bir gün uyanmış Beyaz. Uyanamayasıca karanlığa. Haberi yokmuş uyandığından ama onu bilmiş; karanlığı hani. Onun getirdiklerini. Yok yok tövbe vallahi; götürdüklerini yani. Örneğin sevmek değil de sevilmeyi. Çünkü Beyaz zaten baştan ayağa sevmekmiş. O kadar ki yuvadayken; yeşil dallar arasında olmasa da yuva; adını Sevgi koymuşlar ilk. Gel gör ki ey sevgili Beyaz, tek istediği sevilmekmiş çünkü doğuştan sevebildiği için her şeyi. Ne güzel değil mi her kim isen; Beyaz ya da Güvercin, kim bilir kimsesiz bir Sevgi; sev sevil. Gülesi gelir bilmeyenin; bilen acır. Acıyan da kendini bir halt sanır. Çünkü o kadar basit değilmiş hayat. Heyhat! Peki neymiş? Evlilikmiş de çoluklu çocuklu, yarı aç yarı tok bilmemekmiş nasıl bir huzur bu diye. Mutluluk bir de; peh! Ama yine gel gör ki Sevgi’li Beyaz Güvercin, bu bile sana fazladan da fazlaymış. Dalları kuru ağaçtan düşünce yuva, var sen kanatlarım diye diye çırpın, onlar kırılırmış kırılır… Sonrası bir azmandan diğerine, onların dişleri arasından al alabilirsen şeyi. Neydi? Şeyi, şeyi, nefesi mi? Hah buldum: İçine tükürdüğümün hayatını. Senin yerine kızmak kimin haddineyse; Beyaz. Çünkü sen… Üç noktadan da çok. Çok, çok ama çok. İnsansın Beyaz. Güvercin düşlerinde uçan, uçan, uçan.
Miyase Aytaç Yılmaz