ÇOK KATLI TUVALET

ÇOK KATLI TUVALET

1.

Çok garipti. Kendisi değil elbette ki. Bu mevzunun ona danışılması hikâyeyi ilginç kılıyordu. Garip olan, insanı hayrete düşüren kısmı buydu. Hangi hikâye diye dudak büktüğünüzü tahmin etmek hiç de zor değil. Evet, hangi hikâye. Ama okuyucuya düşen sabırdır öyle değil mi? Devam edelim. Okumuştu. Bunda hiçbir problem yok. Hatta ve hatta ilme pek de meraklı olmayan halkımızın fevkindeydi tahsili. Açıklamakta fayda var diye düşünüyorum, neyi mi, son noktalama işaretinden uzaysal olarak biraz beride olan cümleyi tabii ki. Tam yerine denk geldi manzara koyduk gibi olacak ama olsun. Manzara güzel, yeri ve zamanı üstelik. Daha ne olsun. Lafı fazla uzatmadan devam edelim. Akademik seviyeye kadar ulaşmış, hocalık bile yapmıştı eskilerin darülfünun, yenilerin üniversite dedikleri mektepte. Amma da okumuş be, maşallah. Ve fakat hal böyleyken bile bir baltaya sap olmamıştı. Nasıl yani! Bu betimlemeyi haşa ve kella ilmi seviyesi için yapmıyorum, ne haddimize böyle bir iddiada bulunmak, hafakanlar basar, ağzımız gözümüz eğrilir, eski dille hafazanallah, yenisiyle söyleyecek olursak Allah korusun. Off…

Durun hele hemen atarlanmayın, söylüyorum hemencecik, siz de acele ettiriyorsunuz adamı yahu, ne söyleyeceğimizi şaşırıyoruz, editör de kontrol etmedi mi, zılgıtı yiyoruz okuyucudan. Okuyucu da pek insaflı değil hani. Ticari kabiliyeti sebebiyledir bütün bu laf kalabalıkları. Yalnız ve yalnız ticari kabiliyeti. Buna inanın. Oturacak bir evi bile yoktu dersem mesele müşkül bir hal almaktan kurtulur kanaatindeyim. Hali hazırda kiralık evde sürdürüyordu hayatını diyerekten pekiştireyim. Şu son cümleyi yazmasa mıydım acaba? Ayıp mı kaçtı? Ama söylemesem iddiam eksik kalırdı diye düşünmeden edemiyorum. Neyse o. Babamın oğlu değil ya. Oh be sonunda çıkardık ağzımızdaki baklayı. Kabız bir hastanın yellenip rahatlaması kadar rahatladım yalan yok. Ama bu kadar mı?  Daha ne olsun be adam, daha ne olsun.

Bir de şu araba mevzusu vardı tabii ki. Hımmm…demek araba meselesi. Bu da nerden çıktı şimdi. Daha ev meselesini halletmemişken. Ama o da önemli. Şöyle ki. Arabayı değiştikçe vasıtanın modeli düşüyor, attan eşeğe şeklinde devam eden karayolu serüveni hani nerdeyse yaya olarak devam etmek riskiyle karşı karşıya geliyordu. Ya adamcağız son iki senedir arabasız değil mi, hani nerdeyse ne oluyor şimdi. İş yazıya dönünce gerçeği saklamak hiç olur mu? Yakıştı mı bu sana ey yazar bozuntusu. Ya sen editör müdahale etmeyecek misin bu duruma? Adam nerdeyse yalan söyleyecekti. Siz böylesiniz zaten, hep birbirinizi tutarsınız. Yazık okuyucuya vallahi yazık. Okuyucu da dikkatli olsun canım, ne yapalım yani. Her daim okuyucu haklı olacak değil ya.

Tekrardan konuya dönelim. İlim erbabının hayata tutunamaması çok da ilginç değildir. Bu doğru. Zekâvet sahiplerini çoğunluğu zekâlarına çok güvendiği için rızıkları noksan bırakılmıştır. Bunu haddimiz olmasa da biliriz. Çokluk bir otel odası ya da bekar evinde ölü bulunur. Kokmadan bulunan şanslı addedilir komşularınca. “Çok okumuş adamdı” derler aralarında insaflı olanları. Mesele bu değil. Bu değil, bu değil, bu bizim köyden değil fıkrasına benzedi sanki bu mevzu. Meseleyi uzattığımı düşünebilirsiniz ama böyle bir art niyetin peşinde değilim. Merak yazının okunma ihtimalini artırır diyorlar Fethi Naci dâhil bütün eleştirmenler. Ben onların yalancısıyım.  

Tekrardan konuya dönecek olursak. Hikâyeye konu olan tavır, yani ecnebi dille söyleyecek olursak problem şu idi. Ticari konuların ona danışılmasıydı hiçbir ticari başarısı olamadığı halde. Allah Allah… Bu konuyu biraz daha dallandırıp budaklandırmak lazım. Parayı sevmiyordu.  Yok canım. Bu cümle doğru olmadı evet. Parayı herkes sever zira. Paraya ilgisi yoktu demek doğru tanımlamaya daha yakın olur. Ha şimdi oldu. Peki, dünya metasına bu kadar ilgisizken, ticaretle ilgili yorum yapmasına ne demeli o zaman. İşte garip olan kısmı buydu. Kendisine sorulduğunda mal mülk sahibi olamamam, o konuyla ilgili ilginç fikirlerimin olmayacağı anlamına gelmez derdi. Evet, olabilir cevabı bence makul ve mantıklı, eğer ki Ziya Paşanın ‘ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz’ lafzını duymamış olsaydık. Hay aksi nerdeyse unutuyordum. Hocalık hayatı da sekteye uğramıştı. Sıcak bir yaz günü önüne gelen rektör yazısında işinize geçici olarak son verildi diye yazıyordu. Ne yazık ki bu zaman tanımlaması belli bir aralık kapsamını aşmış, bir ay gibi kısa bir süre sonra kalıcı bir niteliğe dönüşmüştü. Bunda kendisinin bir hatası var mı bilmiyorum. İlerde buna tarih karar verecek elbette. Birileri tarih denen o puslu sayfayı yazmayı akıl ederse tabi. Cesaret akıldan daha önemli bir hissiyattır. Onun için üst cümledeki akıl kelimesini cesaretle değiştiriniz lütfen. Zahmet olacak. Yeni bir tarz deniyorum da. Metni okuyucu ile birlikte yazmak denilebilir buna. Daha kolay oluyor böyle. Armut piş ağzıma düş…

Sıcak bir yaz günüydü. Evde kanepeye uzanıp yatmaktan usanmış, bir işe yaramamanın hayal kırıklığıyla cebelleşiyordu. Kalbi de kırıktı üstelik. Düşmana değil dostlaraydı bu kırgınlık. Vefa denen semti Google Earth bile göstermiyordu ekranda artık. İddia şu ki uydu ne zaman o mıntıkayı görüntülemeye yeltense, her seferinde ama istisnasız her seferinde, kara bir bulut kapatıyordu semtin üstünü. Öyle diyorlar, dijital dünyanın yalancısıyız biz de. Suçlu kim? Eş, dost, akraba mı? Uydu mu? Hayır, hayır Beşeri Coğrafya. Tek suçlu o. Ayıptır söylemesi ama uzandığı kanepe hem ufak hem dardı. Fakirliğin gözü çıksın. Geniş kanepelerle başladığı evlilik hayatını dar koltuk kanepeyle devam ettirmeye çalışıyordu. Tahmin edeceğiniz üzere ilk kanepeler dayıdan amcadandı. Kızın dayısından bilmem ne lakırdısını duymuş olmalısınız düğün dernekte. Erkek tarafından da bir şeyler vardı elbette ki. Adamı bu kadar kötülemek olmaz. Yerin dibine geçirdik. Ama tarzıma alışmış olmalısınız. Sol kolunun dışarı sarkmasından, narin mi narin olan o ulnar sinir sıkışmış, küçük parmağı karıncalanmaya başlamıştı. Hayaline bir sürü ipsiz sapsız düşünce üşüşüyor, haddini aşan bu hülya ile baş edemeyince, uykuya veriyordu kendini. Uyandığında ise serçe parmağındaki uyuşukluk işsizliğini suratına vuruyordu. Evin odalarında mekik dokuyordu bu hafakanı bastırabilmek için. Ayakları şişene dek geziniyordu. Amma velâkin baldır bacak ağrısı kalbindeki sızıyı hafifletmeye yetmiyordu. Hepimiz biliriz. Kas gevşeticiler, ruhu gevşetmez.

Mutfağa su doldurmaya giderken telefon çaldı. “Enişte enişte” diye heyecanlıydı telefondaki ses. “Bizim arsaya bir diş hastanesi açsak, arsa hazır, para da.”

Fettah sen misin?

Evet, benim enişte, önceden de konuşmuştuk, hani şu diş hastanesi.

Nerdeydi arsa?

Püsürükköy’de.

O nerdeydi.

Yeni bir semt, nüfus gani, diş hastanesi yok, çok uygun bir yer. Arsada ruhsat problemi görünmüyor. Hastane yapımına uygun gibi.

Bir düşüneyim Fettah.

Yarın gelip seni alayım, arsaya gidip bakalım.

Hemen mi?

Hemen. Erken kalkan yol alır.

Tamam.

Adamın hiçbir suçu günahı yok. Fettah denen vatandaş yakasını bırakmadı Hocanın. Hoca da kibarlığının kurbanı oldu. Hadi ulan oradan anlamına gelen başında s harfi, sonunda git hecesi bulunan o beynelmilel cümleyi söylemeye utandı. Hayır cesaret edemedi. Son günlerde bir korku peydahlanmıştı zihninde. Hayır demeye korkuyordu birileri jurnaller diye. Herkese eyvallah, her şeye evet tavrındaydı. Ha bir de. Neden o cümlenin sonunda dur değil de git kelimesi kullanılıyor aklıma takıldı şimdi. Yanlış bir kullanım mı acaba? Hemen Türk Dil Kurumu deyimler sözlüğüne bakıyorum.  Ya da olmadı yeni basılan güneş dil teorisi kitabına. Hoş deyim de sayılmaz ya bu.

Püsürükköy’e vardıklarında Hocayı bir sürpriz bekliyordu. Sürpriz sayılmaz aslında beklenen bir durum. İrritabıl kolon hastalığından mütevellit karın ağrısıydı bu. İnsanı çileden çıkaran bu ağrıdan sonra ne olacağını Hoca gayet iyi biliyordu. Bu hastalığın zaman ve mekân olarak ne kol saatine, ne internet zaman göstergesine, ne de tanımadıkları bir muhitte olmalarına saygısı vardı. Geldi mi geliyordu. Hastalığın da hayırlısı. Bazı hastalıklar gelmeden önce sinyal veriyordu. Mesela migren ağrısı gibi. Ama bu meret öyle mi? Birazdan vuku bulacak vaziyet için Hocaya acil bir tuvalet lazımdı. Fettah’a hemen tuvalete gitmeliyim dediğinde Fettah’ın yüzü yine mi sorusuyla buruştu. Bir kaç defa şahit olmuştu bu duruma çünkü. Hocanın yüz ifadesi ise biraz daha beklersek altıma yapacağım şeklinde olunca arsanın tepesinden mahalleye göz attıklarında, tuvalet bulunma ihtimali olan mekânın çok uzakta olduğunu gördüler. Bu uzaklık neredeyse bağırsakların toplam uzunluğuna eşit gelirdi. Oraya gitmeye kalkarlarsa arabayı yıkamacıya götürmekten başka bir ihtimal kalmayacağını Hoca da Fettah da biliyordu. Arsanın kuytu bir yerindeki çukura ilişti gözü Fettah’ın. Hocaya göz ucuyla işaret etti odaklandığı yeri. Hoca da başka çaremiz yok anlamında boynunu büktü. Bağırsaklarına söz geçirememenin utancını yaşıyordu.

İhtiyacını giderip rahatladıktan sonra tam arabaya binecekti ki bir adam önlerinde dikilerek dur işareti yaptı. Fettah arabanın camını açıp “buyur hemşerim” dedi. Yöneltilen soru her ikisini de hem afallattı hem güldürdü. Adamın sorusunu bire bir aynı olma kaydı ile çok değil on dakika önce duymuştu Fettah. Bu sebeple cevabı ezbere biliyordu. “Buralarda bir tuvalet var mı hemşerim” diye utana sıkıla söylediğinde adam, hem Fettah hem Hoca, hiç duraksamadan, önlerinde uzanan kocaman arsayı işaret ettiler. “Eğer çok sıkıştıysan başka çaren yok” dedi Hoca ek bir ifade olarak. Adam hocanın bunu nereden bildiğine şaşırdı. Fettah da her zamanki mal sahibi küstahlığıyla “korkma hemşerim arsa benim, gönül rahatlığıyla her türlü ihtiyacını giderebilirsin” diye söylediğinde adamın şaşkınlığı pekişti. Adamın bu kadar afallamasının sebebi vuku bulan soru cevap trafiğinin hızıydı. Evet, internet çağında yaşıyorduk ama yine de… Aslında bırakın konuşmaya bunları düşünmeye bile haceti yoktu o da ayrı bir konu. Çünkü bağırsağın kasılma hızı düşüncenin iletilme hızını geçmişti. Arsanın kuytusuna doğru canhıraş koştururken, bu zavallı adamın geride bıraktığı gaz bulutu enerjisinden, Hocanın kafasında siyasi bir anlam taşımayan bir ampul yandı. Bu beklenmedik devinimde aklı karıncalandı, elleri uyuştu. Karın ağrısı beklenmedik bir şekilde hücuma geçti. Hoca karnını eliyle sıvazlarken “buldum” dedi. Bu cümleyi kendinden o kadar emin söyledi ki ağrısının hafiflediğini duyumsadı. Bu semtin ihtiyacı belliydi. Bu gereksinim bir hastane değil, tuvaletti. Bu karın ağrısının somut varlığı kadar net bir şeydi. Ama bu fikri hemencecik söylememeliydi Fettah’a. Düşünmeliydi. Aklının irrıtabıl kolonun esiri olmadığından emin olmalıydı. Aşk ağlatır, dert söyletir sözünü hatırladı. Sustu. Peşi sıra kokulu bir gürültü duyuldu.

2.

Enişte ne söylüyorsun böyle, vallahi aklını kaçırmış olmalısın, bir bilim adamının söyleyeceği laflar mı bunlar, şaka yapıyor olmalısın.

Fettah bu söylediğim bire bir hakikat, bu tuvalet bildiklerinden değil, çok katlı bir hela, türlü çeşitli seçenekler sunacak, hele bir dinle, müthiş bir iş, bu haliyle hiç denenmemiş, bu sektör için yeni bir ufuk bu, inan bana.

Bilmiyorum enişte, biraz düşünmem lazım, kararımı söylerim sana, ama gerçeği söylemem gerekirse pek kafama yatmadı.

Düşün taşın kararını ver, sonuçta arsa senin, para da.

 

Fettah düşündü, düşündü. Hocanın akıl sağlığının yerinde olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Zaten pek normal değildi, diyerek destekledi içindeki vehmi. Ama bu sefer içindeki vesvesenin karşısına ya doğru söylüyorsa diye bir şüphe dikildi. Bu hissiyat tıpkı bir gaz gibi yayılarak bütün beyin hücrelerine nüfuz etti. Bu düşüncenin sükûnetiyle bir müddet hipnotize olur gibi oldu. Tatlı hülyalara daldı. Eğer başarılı olurlarsa milli piyango ikramiyesini tutturmaya denkti. Aksi durumda direk bok çukuruna saplanırlardı. Evin bahçesini adımlayarak karar verebilme faslına devam etti. Korkusundan kimseye söyleyemiyordu. Nasıl anlatacaktı ki millete. Daha söyler söylemez kahkahayı basacaklar, katıla katıla güleceklerdi. Keşke hiç aramasaydı Hocayı diye düşündü. İçine bir kurt düşmüştü zira. Bu kurt her fırsatta zihnini kemiriyor, sıcacık kanını emiyordu. Buna dayanabilirdi. Ama ya parasını bir güve gibi lime lime ederse ne olacaktı. Bu suale uygun bir cevap veremiyor, bir mahpusluk gibi bahçenin çitlerine sıkışmış hissediyordu kendini. Mal canın yongasıdır diye yankılanıyordu içinde ego güdümlü bir ses. Mal canın yongasıdır. Verandadan evin salonuna adım attığında ne olacaksa olsun, inceldiği yerden kopsun, sonu ölüm değil ya, dedi. Bunu kendi mi söylemişti, yoksa içindeki kapitalist canavar mı hükmetmişti duygularına, bilmiyordu. Tek bildiği şey artık karar verdiğiydi. Ama bu düşüncesini sesli ifade edemedi. Cılız bir sesle hayırlısı diyebildi sadece. Bindik bir alamete, gidiyoruz tuvalete…

3.

Plan gizlice yapıldı. Yeminli bir mimara proje çizdirildi. Tanıdık usta, kalfa, çırak bulundu. Kaba inşaattan kimse bir şey anlamayacaktı. İş bittiğinde ise atı alan Üsküdar’ı geçecekti. Ve böylece inşaat başladı. Ustalar ne yaptıklarını bilmeden aylarca çalıştılar. Ama gaibi bir ilhamla sanki işin boyutunun nereye varacağını bilircesine arada bir inşaatın kuytusunda ihtiyaçlarını giderdiler.

Kaba inşaat basitti. İş iç planlamaya gelince Hoca devreye girdi. Önce Avrupa tarzı tuvaletler planlandı. Bunlar tahmin edeceğiniz üzere klozetliydiler. Bazı tuvaletlere çeşme konulmadı sifon hariç. Zira ecnebi milleti taharet işini kâğıt peçete ile hallediyordu. Bazılarına çeşme takıldı kullananlar olabilir diye. Ayrıca alttan fışkırmalı yıkama yapan klozetler konuldu. Dergi, kitap, televizyon seçenekleri sunuldu. Çocuklar için ördek şekilli klozetler de düşünüldü. Ve hepsi ayrı odalara muntazaman yerleştirildi. Ayrıca bazı klozetler dışkıyı yakarak gübreye çeviriyorlardı. Bu teknolojik tuvaletler unutulamazdı. Maziye özlem duyulur diye eski Fransız saray tarzı tuvalet bile inşa edildi. Bunlarda ne taş ne delik ne çeşme ne peçete vardı. Atığı huni şekilli bir kova ile camdan dışarı atılıyordu. Sonra alaturka tuvaletlere geçildi. Bunların hepsinde çeşme teması kullanıldı. Ama bazısında sifon varken bazısında yoktu. Ayrıca tuvaleti temizlemek için alt çeşmeler konuldu. Bu çeşmelerin ucuna hortum yerleştirildi ve hortumlar tuvalet giderine ayarlandı. Bazı alt çeşmelerin altına ise maşrapa kondu. Yine bazılarında ibrik bulunduruldu. Hatta bazılarına hiç alt çeşme konulmayıp taşın temizliği için ibrik, damacana, beş litrelik su kapları yerleştirildi. Bu kadarı alaturka tuvaletler için yeterli değildi. Kâğıt peçete yanında, taharet bezi, taş konularak çeşitlilik artırıldı. Yani aziz milletimizin yumuşak poposu için peçete, bez, taş gibi ayrıcalıklar sunuldu. Ayrıca tuvalet için terlik, takunya gibi giyecekler de es geçilemezdi. Köy tarzı helânın yapımı basitti. Dört duvarı çeviriyorsun, altta kanalizasyona bağlanmayan, derin bir çukura açılan bir delik. Ha bir de ibrik. Yayla tarzı tuvaletlere geçildi. Bunlar ahşaptan ve alt tarafı açık bırakılarak yapıldı. Yayla teması oluşturabilmek için alttan hava akımı verildi. Hasta ihtiyacını giderirken kıç seviyesinde püfür püfür yayla rüzgârı esecekti. Ayrıca kırsal tuvaletlerde bu güzide mekânda yerini buldu. Kırsalda ya toprağa, ya çimene, ya bir taş altına yapılırdı ve üstü o alanda bulunan doğal materyalle örtülürdü. Hepsinden bire bir planlandı. Doğaya yakın bir tarz elde edebilmek için bazı odalara karasinek, tatarcık, karınca salındı. Bu odalarda taharet için yaprak, volkanik taş, ponza taşı, toprak, soba külü ve kil bulunduruldu.

Klasik olmayan, alışık olmadığımız tuvaletlerdeydi sıra. Irkımızın bazı güzide varlıkları deliğe değil de taşın kenarına yapmaktan hoşlanıyordu. Bunlar için tasarlanan tuvaletlerin deliği küçük, kenarı büyük tutuldu. Ağzına salıncak kurup sıçmak küfründen mütevellit salıncak tarzı tuvaletler itinayla hayata geçirildi. Bu tuvaletler o kadar ustaca tasarlandı ki, salıncakta ne zaman defi hacet edilse, dışkı materyali manyetik akımla deliğe yönlendiriliyordu. Yani deliğe denk getirme stresinden azadeydi müşteriler. Altına sıçma fantezisi için tasarlanan odalara çamaşır, üst baş, parfüm kondu ve o odalara duş tertibatı dikkatlice yerleştirildi. Özellikle Rusya’da gözlenen kapısız tuvaletlere de yer verildi. Bu tuvalet yerel değil beynelmilel olacaktı. Onun için her ırkın memnuniyeti ön planda tutulmalıydı. Bedevi tarzı yani hiç duvarı olmayan, entariyle çömelip ihtiyaç giderilen tuvaletler ise olmazsa olmazdı.

 

Pisuarlar tuvaletler kadar çeşitli değildi. Zira yatırım idrardan çok dışkı üzerineydi. Ama yine de orda da bir farklılık sunulmalıydı. Normal pisuarların yanında, prezarvatif şekilli olanlar, kaydırak misali pisuarlar millet acaba ne der diye düşünmeden hayata geçirildi. Ayrıca milletimizin duvara, bariyere, ağaç üstüne işeme alışkanlığını yerine getirebileceği odalar hiçbir masraftan kaçınılmadan bir bir dizayn edildi.  Hay aksi az daha unutuyordum. Pet şişeye, fotere, havuza, göle, dereye işeme temaları da titizlikle çalışıldı. Ayrıca üstten alt kata vuku bulan fantezi amaçlı su dökme seansı da çok önemliydi.

Özel tuvaletlere de ihtiyaç vardı. Siyasi parti ve futbol takımları için lüks odalar yapılması uzun sürmedi. Bunlara hem alafranga hem alaturka hem yayla hem köy hem kırsal teması aynen uygulandı. Ve bu tuvaletleri kullanım hakkı için parti ya da takım üyeliği resmi olarak ispat etme şartı getirildi. Eğer A partisine kayıtlı bir kişi B partisinin tuvaletinde ihtiyaç gidermek istiyorsa fiyat artırıldı. Aynısı takım tuvaletleri içinde geçerliydi. Zira bu davranış nefret barındırıyordu ve bu hissi tatmak istiyorsa müşteri parasına birazcık kıymalıydı. Şehir temalı tuvaletler için müşteriden nüfusa kayıtlı olduğu yeri bildirir belge şartı konuldu. Doğum yeri ve kütüğü farklı yerde olanlara indirim uygulanması karara bağlandı. Bu helâlar için yerel malzeme kullanımı önemliydi. Kişi kendini memleketinde hissetmeliydi. Bu bağırsak hareketlerinin kontrolü için elzemdi. Titiz kişiler için sadece kendilerinin kullanabileceği helâlar yapıldı. Bunlar için kombine bilet satıldı. O kişinin izni olmadan hiç kimse bu helâyı kullanamazdı. Böylece ağanın bokunun üstüne bok olmaz deyişi gerçekleştirildi.

Halkımızın lüks merakı da göz ardı edilmemeliydi. Ultra lüks tuvaletler yapıldı. Bu mekanlarda alafranga, alaturka, yayla tipi gibi bir çok tuvalet çeşidinin yanı sıra havuz, hamam, jakuzi, dinlenme odası gibi yerlerde vardı. Klimalar ve parfüm fışkırtan aletler duvarlara monte edildi. Ama tuvalet temasının daha ön planda olduğunu vurgulamak için, helâ harici mekânlar, daha küçük tutuldu.

Ha bir de gaz odaları. Ses geçirmeyen kabinlere ihtiyaç duyuldu. Bu odalarda tuvalet taşı ve deliği yoktu. Sadece osurmak isteyen müşteriler düşünülmüştü. Evde, sokakta, umumi helâlarda yüksek sesle yellenemeyen vatandaşlarımıza gönül rahatlığıyla gaz çıkarabilecekleri bir mekânı hayata geçirmiş olmanın inanılmaz mutluluğunu yaşadılar. İsteyenlere çıkardıkları gazın şiddeti ses ölçüm aletleriyle kaydedilerek desibel cinsinden verilebiliyordu. Fakat bu hizmet ek bir ücrete tabiydi. Fettah bu konuyla ilgili bir yarışma talep ettiyse de, Hoca, bu özel hayatın ifşası kapsamına girer diye bu projeye sıcak bakmadı.

Bu odalara çeşitli isimler konuldu. Tuvalet, WC, yüznumara, hela, ayakyolu gibi bir sürü ad kapıların üstünde yerlerini buldular. Tuvaletler kadın erkek diye ayrıldığı gibi ortak kullanılan mekân seçeneği de sunuldu. Tuvalet kapısına yazı alışkanlığını gidermek için kapı üstüne kalem yerleştirilmesinin yanında, bilgisayar sistemi üzerinden kapı üstüne yansıtılan sanal ekranla daha modern yazım teknikleri geliştirildi. Koridorlarda konuyla ilgili atasözleri çerçevelenip asıldı. Tedbirsiz sıçmaya giden domala domala taş arardan, adam olacak çocuk bokundan belli olura kadar çeşitlilikte uzayan cümlelerdi bunlar. Ayrıca Gastroenterolog, Genel Cerrah ve Ürologlardan kapı üstlerine reklam alındı. Sülükçüler ve kestane çizerlerin reklam talebi bilimsel bir dayanağı olmadığı için ret edildi. Bu kadarla yetinilmedi. Merak edenlerin için gaita ve idrar laboratuarı kurulup her türlü gaita ve idrar tetkiki imkânı sunuldu. Ve ilginç vakalar Taharet Journal of  Medicine dergisi kurularak yayınlandı.

Ama Hocanın amacı bunların hiç birisi değildi. O yeni tanımlanan bir tedavi yöntemi için burayı planlamıştı. Asıl para oradan gelecekti. Bu boku yemek deyimiyle eş değer bir şeydi. Son zamanlarda bazı bağırsak hastalıklarının tedavisinde kullanılan gaita transplantasyonuydu. Hastaya gaita kapsülleri yutturuluyor, bağırsakta açılan gaita, hastanın bağırsak florasını düzenleyerek, hastalığın şifasına neden oluyordu.  Laboratuarların yanına gaita kapsülü üretecek bir yer kuruldu ve üretim başladı. İlacın ismini Hoca “Turkish Delight” koydu. Gaita kapsülleri yerli ve yurtdışı eczanelerinin raflarında boy göstermeye başladılar. Ayrıca eşek sütü sabun ve kreminden esinlenerek dışkı, kil, kül, paraben, propilen glikol, çam ağacı katranı karışımı kullanılarak bir krem üretildi. Bu kremle yeni bir tedavi şekli geliştirilerek adına “bokoterapi metodu” denildi. Bu metotla hem insan dışkısının, hem bütün kremlerden dışlanan parabenin hakkı yeniden teslim edildi. Ve böylece çirkin kadınlar bu krem aracılığıyla hemcinsleri güzellerden intikam almış oldular. Yüzüne bok sürüyor ayol…

Elbette ki düşünemedikleri tuvalet çeşitleri olacaktı. Bu kaçınılmaz bir durumdu. Zira bağırsakların toplam uzunluğu insanın zannettiğinin çok ötesindeydi. Orta kattan bir katı bu iş için ayırdılar ve gelen müşterilerin bu konudaki görüşlerini dinlediler. Gerçekten ilginç olanları belli bir sıraya koyarak hayata geçirdiler. Kaplıca havuzunda hacet gidermek fikri en kreatif olanı olmakla birlikte çadır tarzı tuvalet teması da bir hayli ilginçti.

Ve bütün bunların sonucu olarak “Püsürükköy Kıç Hizmetleri” adıyla kurulan şirket borsaya açıldı ve tahvilleri özel ve tüzel kişiliklere duyurularak satışa çıkarıldı. Yerli müşteriler almakla birlikte tahvillerin çoğunu yabancılar aldılar. Özellikle iki kişi çok tahvil alarak şirkete gelecek için göz kırpmıştı. Bunlar Beyefendi ‘Juke Longwidening’ ile Hanımefendi ‘Millet Amanda Put-in’ idiler. Borsada başarı üstüne başarı elde eden bu şirketin yanı sıra ‘gotlalesi.com’ isimli internet adresi üzerinden ürünlerin satışına sanal imkân sağlandı.

 

 

Günler su gibi geçiyor ve aziz milletimiz yedikçe şişiyor, şiştikçe de ihtiyacını gideriyordu. Özellikle parti mitingleri ve derbi maçlarından sonra çok katlı tuvalet hınca hınç doluyordu. Öyle ki kanalizasyon sistemi tıkanma merhalesine geliyordu. Ayrıca bokunda ve idrarında boncuk bulacağını sanan millet bir sürü gaita ve idrar tahlili yaptırıyordu. Kabızlar haftada bir, ishaller günde kaç defa ziyaret ediyorlardı. Yaylaya gidemeyen şehirliler hiç olmazsa bari yayla tuvaletine bir uğrayayım diyorlar, toprağa çimene sıçmak isteyenler kuyruğa girmek zorunda kalıyorlardı. Memleket hasreti çekenler şehir temalı helâlarda buluşuyorlardı. Uyanık geçinenler daha ucuza gazete okuyup televizyon seyretmek için hücuma kalkıyordular. Yatakta prezarvatif kullanmayı ayıp addedenler, prezarvatif şekilli pisuarlara işiyorlardı. Kombinesi olanlar saatlerce çıkmıyorlardı tuvaletten. Çocuklar kaydıraklı pisuara bayılıyor, fantezi sahibi müşteriler salıncağa oturuyorlardı. Arap turistler bedevi tuvaletlerine koşturuyorlardı. Hulasa çok katlı tuvalet modası şehri kırıp geçiriyordu. Ben de gittim demek için bütün şehir işi gücü bırakmış çok katlı tuvaleti ziyarete geliyorlardı. Bu sebeple müessesenin etrafında kafeler, lokantalar, kıraathaneler, çamaşırhaneler, siteler türemişti. Kokmasına kokuyordu ama yeni bir cazibe merkezi haline gelmişti Püsürükköy.

Hoca, Fettah’la birlikte çatı katından Püsürükköye bakıyordu. Gururluydu. Belki de ilk kez ticari bir başarı elde etmişti. Kendisi dâhil hiç kimse bunu ön görememişti. Bu uzağı görmek yetisi de, geçmiş “hor görü”den sonra “bok görü” kelimesiyle ifade edilerek Türkçe sözlükte yerini bulmuştu. Milletimizin bu alışkanlığı bugüne kadar nasıl göz ardı edilmişti. Hâlbuki herkesin malumu bir şeydi. İnsan bazen gözünün önündekini göremez. Her gün kokusunu duyumsadığı şeyi de es geçebilir. Aynen öyle olmuştu. Ama Hocanın keyfine diyecek yoktu. Bu projeyle hem para kazanıyor hem de Taharet Journal of Medicine de basılan yayınları atıf üstüne atıf alıyordu. Gaita transplantasyonuna katkıda bulunarak bir sürü bağırsak hastasının şifasına yardımda bulunması da cabasıydı. Ayrıca bokoterapi metoduyla güzelleşen ciltlere ne demeli. Hiç kimse ama hiç kimse güzelliğin önüne geçemezdi. Ve hiç kimse ama hiç kimse Hoca için ‘ne şehit oldu ne gazi bok yolunda gitti Niyazi’ diyemeyecekti gittiği yol bok yolu olsa bile. Çünkü para kazanıyordu ve dışkı kokusuna bulanmış bu para itibarını artırıyordu. Önemli olan bu değil miydi? Bütün bunların ötesinde vefasız bir adam değildi Hoca. Hem de hiç değildi. Hemen hastalığını hatırladı. Elleriyle önce kıçını sıvazladı, peşi sıra irritabıl kolon arazı için diz çöküp Tanrıya teşekkürlerini sundu.

Bütün bunları düşünürken Hoca Fettah’a doğru döndü ve hikâyenin özünü oluşturacak o lafı söyledi: “Bu millete fırsat ver azizim, gör bak nasıl sıçıyor.” Fettah ise sıçtığı boku cümle âleme yedirerek para kazanmanın şaşkınlığını ve dayanılmaz hafifliğini yaşıyordu.

Ahmet Cemal Çobandede


Yorumlar

Maximum : 1000 Karakter / Karakter Sayısı: 
0
Yorumlara gerçek ad ve soyadınızı yazmanız onay kolayllığı sağlar.
Mail adresinizi yazmanız keyfinize kalmıştır. Yorumlarınızın onaylanması da
editörlerin tamamen keyfine bağlıdır. Yılların deneyimi sonucu bu bizde böyle.
  • Ç.

    Ç. 09.04.2018

    Harika bir öykü

  • Ahmet Mirza

    Ahmet Mirza 08.04.2018

    Kurgu güzel. Mizahın neredeyse en dibi. Bununla beraber kullanılan kelimeler ve ara geçişler daha güzel olabilirdi. Cümleler ve kelimeler üzerinde biraz daha edebi ve mizahi işçilik yapılabilirdi. Okunmaya değer... Sevgili Çobandede'nin kalemine sağlık yeni öyküler bekliyoruz.

  • arif yavuz aksoy

    arif yavuz aksoy 07.04.2018

    Hastasıyım! Adam harbi edip!

  •  İlknur Arslanoğlu

    İlknur Arslanoğlu 07.04.2018

    Müthiş bir hayal gücü Stanislaw Lem’i hatırlattı tebrikler

  • AHMET CEMAL ÇOBANDEDE

    AHMET CEMAL ÇOBANDEDE 07.04.2018

    teşekkür ederim övgünüz için- yeni yazılar için beni umutlandırdınız H. ünsal bey-

  • H.ÜNSAL

    H.ÜNSAL 07.04.2018

    Harika, müthiş yaratıcı bir anlatı. Hiciv-- kara mizah her şey bir arada. Tebrikler sayın Çobandede. Büyük keyif aldım gecenin bu karanlığında. Şimdi birileri de keyif eşekte olur diyecektir. Mesele keyif için eşek olmakta değil. Ya nerede? İçine sıçılmış bu dünyada insan olarak var olabilmekte. Bu anlatıdan yaptığın bu yorum çıkar mı? diyenler olacaktır. Ben çıkardım keyfimin kahyası-mısınız beee... Tekrar saygılar Çobandede.

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.