Gemi Mektupları

Gemi Mektupları

2. MEKTUP

6 Temmuz Çarşamba

 

            Merhaba Canımın İçi!

 

            Böyle başladım diye kızarsın sen şimdi gene. "Gözümün Nûrû" deyince de kızardın. Neymiş çok arabeksmiş, çok sığmış, çok içi boşmuş... falan...

            Gerçi sen benim sade sözlerime değil her şeyime kızmaya başladıydın zaten. Neyse, maksadım maziyi deşmek değil. Bak fırıl fırıl esiyor rüzgâr, hava sıcak, gölge serin. Geminin kıçında (burnunu kıvırtma, geminin kıçına kıç denir) havuzun başındayım. Kerim bol buzlu limonata getirdi. Kerim'i bilmezsin sen, koca gemide tek Türk Garson o. Gerisi ecnebi. Ukranyalı, Moldovyalı, Bulgar... falan... Hepsini aşşa-yukarı tanıyorum. Bir buçuk ay oldu daha tek kelime Türkce öğretemedim hiçbirinede. Niyeyse küt kafalı oluyor bunlar. Alkol dimağlarını durdurmuş. Her sabah ısrarlı ısrarlı "demli" diyorum, "d-e-e-e-m-l-i", tane tane söylüyorum gene bulaşık suyu gibi çay veriyorlar.

            Hayatımın ufak tefek pürüzleriyle seni işgal etmek istemem canım benim. Bu mektubu şunun için yazıyorum. Geçen sefer de yazdıydım ama İzmir'de limana çıkarken yanıma almayı unutmuşum o mektubu. Postaya veremedim. İyi ki de vermemişim, döndüğümde okuyunca yazdıklarımda kusurlu anlatımlar ve yalnış yazılmış kelimeler buldum. Hemen imha ettim. Kendimden utandım da aslında. İkinci kitabımı bastıracağım inşallah eylül sonlarına doğru. Gemi o zaman bitirecekmiş turlarını. Ben de karaya vuracağım anlayacağın (nasıl teşbih ama?)...

            Ne diyordum, ikinci hikâye kitabımı da bastırıcam diyordum. Yayıneviyle bu kez oniki bin TLye anlaştık. Üç taksit yaparız tecrübeli yazarlarımız için dediler. Dağıtım işini de kendileri yapacaklarmış. Bunlar teferruat tabi ki de. Ellisini kendime istedim. Eşe dosta imzalı gönderecem. Sen giderken ilk kitabımın sana imzaladığım nüshasını televizyonun altında, rafta unutmuşsun. Dönünce ikisini birden yollarım artık.

            Daldan dala atlıyorum galiba. Kafamı toparlayamıyorum. Etrafta koşturanlar, bizim banyodan bile küçük bir havuz var, ona girip çıkanlar, habire içip duranlar, koyun sırtı dalgalar, ufukta boncuk boncuk dizili ada silüetleri, gök mavi, deniz engin... Hikâye yazmak için bundan daha müsait bir mecra bulabilir misin?

            Tamam birtanem, sakin ol! Saadede geliyorum. Senden şunu isteyecektim. Vakıfbank'ın müdürüyle konuşabilir misin? Bu ay sonu sözleşmeleri bitiyor. Yeni sözleşme yapmayacağız, daha doğrusu otomatik olarak kira süreleri uzuyor. Kirayı benim değil senin hesabına yapmalarını söyle. Ben şimdi bir rica mektubu yazarım Sermet Beye, imzalarım. Yıllık vermiyorlar, hesabına her ay yatar otomatik olarak. Dert etme, kurumsal insanlar, günü gününe ödüyorlar. Maddi manada sıkıntı yaşamanı istemiyorum. Diğerlerinin kirası bana yeter. Yine konuyu maddiyata getirdiğimi düşünmeni istemiyorum. Bunlar hayati şeyler. Eve bir şekilde ekmek girmesi gerekiyor. An itibarıyla çalışmıyorsun. Annenin emeklisi kendisine yetmez. İkiniz birden zor yaparsınız. Doktoranın bitmesine daha nerden baksan bir yılın var. Canım benim, azmine, sabrına, hayranım. Büyük saygı duyuyorum. Beni terk edip gitmene de çok saygı duyuyorum ama çok canımı sıkıyor. Annen nasıl bu arada? Bankadan gelen ilk kirayla kadını al, götür biryerlerde balık falan yedir. Hem senin de için açılır belki. O kadar travmadan sonra...

            Haziranın ilk haftasında attığım mektuba cevap vermedin. Annenlerin adresine yazmıştım. Taşınmadınız değil mi? Gerçi konut sektörünün başını alıp gittiği bu devirde nereye, nasıl taşınılır? Değil mi?

            Bak işte, bende çok safım gerçekten ya! Cevap yazmadın diyorum. Diyorum da, nereye yazacaksın ki? Hay Allah ya! "Celestyal Cruises - EGE DENİZİ"... Oldu, gözlerim doldu... Yok böyle bir espiri ha! Düşünsene... Dur bunun üzerine bir hikâye yazayım ben. Bak iyi fikir. Adam mektup yazıp gönderiyor, adres olaraktan geminin adını veriyor. Postanedeki kadın soruyor: "tam olarak açık adresi?". Güzel. Bunu Kerim'e anlatayım da gitsin o kalın kafalı kaptanlara falan anlatsın. Adamlar hakikaten kalın kafalılar ha? Yok öyle bizdeki gibi pratik zeka, hızlı karar verme, sorun çözme filan. Sana ne anlatıcam:

            Bir ay kadar oluyor işte, üçüncü turlarına çıkıyor bunlar. İzmir Limandan millet biniyor. E, sezon açıldı tabi, kamaralar ful dolu. İkinci kaptanları var bunların, Yunanlı, bildiğin Rum, adı da Seferakis miydi neydi öyle birşey işte. Gerçi o soyadı galiba. Neyse... Kerim'le haber göndermiş, benim oda fiyatımı aylık 6 bin 2 yüzelliye çıkarmış. Avro yani. Gittim. Beni de sever aslında. Anan aşağı baban yukarı, o ikiyüzelli avroyu geri düşürttüm. "Ne ya!" dedim, "ne maliyetim var ki benim?" dedim. "İçkinizi tüketmiyorum, alkol kullanmam, etli yemeklerinize elimi sürmüyorum". (Size güvenmiyorum filan demedim canım, adamı da rencide etmemek lazım, domuzları kendilerinin olsun...). "Yiyorsam bir tek yoğurdunuzu yiyorum, o da Türk yoğurdu, boşuna kendinizi kandırmayın!" dedim. Şaka yaptığımı anladı tabi. Kerim de İngilizce konuşuyor adamla. Ben seni Rumca konuş diye getirmişim yanımda, yoksa İngilizce elhamdülillah biz de anlaşırız... Birinde barda oturuyorlardı kızlı erkekli, yanlarından geçerken "it iz e hendkirşıf" demiştim de "Yeah! Yeah'" diye kırılıp gitmişti.

            Bunlar basit insanlar güzelim. Birinci kaptanı hiç görmedim. Zannedersem o da bunlardan farklı değildir. Restoran-Bar sorumlusu Bulgaristan'danmış. "Komşi, komşi" selamlaşıyoruz. Yalnız her yemek alışımda "pork, pork" diyip aklınca espri yapıyor. Sabretmek lazım. İnsanların hepsinin aynı seviyede olmasını bekleyemezsin. Fıkıh hocamızın (nurlar içinde yatsın, muhterem bir zattı) "ruhunuz yükselsin, bedeninizin diğer fanilerle aynı seviyede kalmasına müsaade edin" mealinden bir özlü sözü vardı...

            Yüce Rabbim yâr ve yardımcın olsun.

            Yine yazarım.

            Hayırlı haberlerini bekliyorum. Perşembe karaya çıkacağım. Telefon ederim.

 

 

ÜÇÜNCÜ MEKTUP

 

Merhaba!

 

            Bugün salı. Gerçi gemide fark etmiyor. Her gün aynı. Üç gündür bu mektubu yazıp yazmama konusunda tereddütlüydüm. Sonunda yazar yanım baskın çıktı.

            Perşembe günü İzmir'e indik. Biraz yürüdüm, ayaklarım açıldı. Seni aradım, "aramış olduğunuz numara kullanılmamaktadır" dedi kadının biri. Telefonunu değiştirdin değilmi? (Pardon, "mi" ayrı olacaktı). Canın sağolsun. Bu da bir süreç, inşallah bunu da atlatırız. Üzgünüm, mutsuzum ama umudumu kaybetmiş değilim. Sabır! Ya sabır!

            Güzel haberlerim var. Perşembe günü yayınevini de aradım. Editörüm "abi" dedi, "hiç beklemeyelim, hemen basalım kitabını" dedi. Doğru söylüyordu. Niye eylül sonunu, ekimi filan bekleyelim ki. Ben karaya çıkarken kitabım da piyasaya çıkmış olur. Bunlar da zaten son seferlerini eylülün ilk haftası nihayetlendireceklermiş. Rüzgârdan, denizden filan korkuyorlar herhalde. Neyse. Editör elimdeki hikâyeleri hemen göndermemi istedi. Daha altı tane yazmışım hâlbuki. Öyle dedim ben de. "Olsun abi" dedi, "yarım kalanlar, başlayıp ilerleyemediklerin varsa onları da gönder, ben tamamlarım." dedi. Hak verdim kendisine. Editör dediğin ne iş yapar ki? Hem parasını da peşin alıyorlar. (Haklarını yememek lazım, bu sefer 3 taksit yapacaklar). Öbürsü gün tur bittiğinde kargoya veririm elyazmalarımı artık. Yalnız acil basacakları için dört bin lira ekstra çıkacakmış, biraz içime sinmedi ama olsun, mesele etmem ben böyle şeyleri. Adını bile belirledik kitabın: "Mavi in Blu". Bence çok dâhice! "Yabancıların da dikkatini çekelim abi" dedi editörüm. Zeki herif...

            Gene özel işlerime daldım canımın içi. Bak sana ne diyecektim hâlbuki:

            Seni tura davet etmek istiyorum. Son haftakine hem de. Eylül başı biraz daha serin olur. Sıcak sevmiyorsun ya, o bakımdan hani. Ben de jübile yapmış olurum. Son turumu seninle yapmak beni müstesna olarak bahtiyar edecektir. Hatta anneni de getir istersen. Dünya gözüyle Yunan Adalarını görür kadıncağız. Adalara çıkması şart da değil. Güverteden oturur seyreder. İnanmayacaksın ama ben daha hiçbirine çıkmadım. Gerçek diyorum sana. Hatta millet akın akın, filikalara, botlara üst üste yığılıp ayrılıyorlar ya gemiden, daha hoş oluyor. Bütün gemi bana kalıyor. Sakin, sessiz, huzurlu. Sadece denizin hışırtısı, gömgök gökyüzü, pamuk misali bulutlar. Sessizlik... Sessizlik... Gerçi garsonlar, temizlikçiler koşuşturup duruyorlar etrafta ama mühim değil. Turistlerin adalara çıktıkları saatler benim için en verimli anlar. Evet, anneni de getir diyordum. Cebinizden bir kuruş çıkmayacak inan bana. Hepsini organize ederim ben. Hem aslında ben de istiyorum şu adaları görmeyi ama ne yaparsın, iş ağır basıyor her zaman. Sorumluluk duygusu bir nevi. Sen olursan gelirim inan bak. Santorini, Milos, Paros, Rodos filan. Yalnız peşin peşin anlaşalım gel. Şu Mikonos'a gitmem. Gecesi ünlüymüş de bilmem neymiş de... Seni de bırakmam öyle yerlere. Hiç gücenmece yok... Onun yerine Atina'yı gezeriz, oraya da götürüyor bizimkiler. Zaten dil derdin de olmaz senin... Annen oturur güvertede. Yer, içer, etrafı seyreder.

            Bir şey itiraf edeyim mi, bu vizesiz turların en kötü yanı ne biliyor musun? Gemide çok fazla Türk turist var. Hayır, bir yandan hiç yabancılık çekmiyorsun, hep memlekette gibisin, o tarafı iyi bak. Hatta bir sorunun olursa yardımcı da oluyorlar. Ama ne bileyim, insanı rahatsız edici de bir yanı var. Bir taraftan ben, burada, bu yabancı ortamda milletini, ümmetimi, memleketimi layıkıyla temsil etmeye çalışıyorum, efendi efendi oturup kalkıyorum (İnan bana, beni daha şortlu, tişörtlü filan gören olmamıştır. Gömleğimi, kumaş pantolonumu giyer öyle dolaşırım. En fazla terlik vardır ayağımda, o kadar...). Ne diyordum, bir tarafta Türk ve Müslüman olarak beni tanıyıp biliyorlar, öte yandan gemiye biner binmez soluğu barlarda alan, ellerinde kadehleriyle dolaşan (sanki evlerinde de 7/24 alkol içiyorlar), şort mu mayo mu yoksa hiçbir şey mi belli olmayan kıyafetler giyen, her müziğe (sanki anlarlarmış gibi) sallanıp duran (güya dans ediyorlar!) tipleri görüyorlar. Yani rencide oluyorsun bir yerde... Hoş değil... Hiç etik değil... Yakışmıyor...

            Bu sebeplerden dolayı yeise kapıldığım sık oluyor. Sen çalış çabala, bu ecnebi tayfasını bir arpa boyu olsun yola getir. Sonra kendi milletin gelsin... Geçenlerde çağırdım Kerim'i, daha doğrusu o uğradı masama, çağırttım ona ikinci kaptanı. Şu Rum olanı. Kamaralardan o sorumlu, biliyorum. "Bakın" dedim, "benim ibadet özgürlüğüm var" dedim. Konuşmam etkili olsun diye bir es verdim. Kerim çevirdi. Devam ettim, "ancak" dedim, "hem de uzun zamandır misafiriniz ve hatta arkadaşınız olduğum halde bu hakkımı görmezden geliyorsunuz" dedim. Anlamadı Rum. Belki Kerim anlatamadı. Zaten tahmin ediyorum, ben bir cümle söylüyorum, o beş dakika konuşuyor. Uzatmayayım, sonunda (tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır) adama derdimizi anlattık, daha da önemlisi ikna ettik. Hemen o gün odama, sehpanın ucuna kıbleyi gösteren kırmızı bir ok işareti yapıştırttım...

            Sabırlı ve azimli insanım, bilirsin...  Bu yıl başaramazsam, seneye bütün odalara koydurtacağım. İnşallah...

            Canımın içi, etraf gürültülü olmaya başladı. Santorini'ye çıkmışlardı, dönmeye başladılar. Şimdi restorana saldıracaklar çekirge sürüleri gibi.

            Mektubuma son verirken gözlerinden öpüyorum.

            İnince postaya vereceğim.

            Her şeyin hayırlısını temenni ediyorum…

           

DÖRDÜNCÜ MEKTUP

 

Nasıl başlayacağımı bilemiyorum...

 

            Şu an çok duygusalım. Bu mektubun son olduğunu yazabilecek cesareti toplamaya çalıştım kaç gündür. Ama metin olmalıydım, metanetli olmalıydım, cesur olmalıydım. Kerim'den aklımı ve gücümü toplayabileceğim bir şeyler getirmesini istedim. Boş, fakat sanki biraz manidar bakışları vardı. Getirdiği beyaz, şurubumsu şeyi içince iyi geldi. Hafif de sakız tadı vardı. "Bu ne lan?" dedim, "yeme bak abini!" dedim. "Yok valla abicim dedi, inan sakız şerbeti" dedi.

            İlk kez gemi tutuyor. Yani fena başım dönüyor. Yazdıklarım eğri büğrü o yüzden. Midemde birşey yok ama, iyiyim. Muhtemelen içtiğim şey yaptı. Bünye, alışkın değil yabancı şeylere…

            Evet, bu son mektup canımın içi... Geçen sefer telefonunun kapalı olduğunu öğrenince bizim ufaklığa "git bir bak!" demiştim. Şüphelerimde haklıymışım. Taşınmışsınız annenlerin oradan da... Sermet Ağabeyi aradım, bankanın kiralarını alıp almadığını sordum, hiç uğrayan olmamış. Neyin gururunu yapıyorsun anlamadım? Aç karnına gurur olmaz. Sana dünyalığını kurtarmayı teklif ettim, sen beni yok saydın. Ben hissiyatı kuvvetli bir insanım. Çok ağrıma gitti. Ama sen bilirsin. Ayrılıksa ayrılık, boşanmaysa boşanma, intikamsa intikam. Gittiğin yerde bulamayacağımı, hesabını sordurtamayacağımı mı zannediyorsun? Bak anacığım, bunlar bizim için çocuk oyuncağı. Arızalardan hazzetmeyiz. Aynı gün bulur, aynı gün sereriz leşini adamın. Yanlış anlama, bunlarla seni kasıt etmiyorum. Üzerine alınma! Şimdi başım dönünce işte, böyle şeyler gayrı ihtiyarı dökülüveriyor insanın kaleminden. Bu sakız şurubu mu neyse, belki ondan da dilim dolanmış olabilir biraz. Sen aldırma.

            Bak, güzel şeylerden de bahsedeceğim. Son mektup filan ama, kendimizi de kaybetmiyoruz herhalde. Hem zaten edebiyat dünyasının çiçeği burnunda bir evladı olarak ne yazdığımızı biliriz. Değil mi? Ha, bu arada "son mektup" gibi dokunaklı bir tabir kullanmama rağmen yeni mektuplar yazmaya devam edeceğim. Evet, onları sana göndermeyeceğim, bir manası yok elbette artık. Ama her varlığın mânâ bulacağı bir mekân vardır arş-ı âlemde, çok şükür. Mektuplarımız da kıymet bilen ellerde değer bulacaklar inşallah... Şöyle ki:

            İzmir'e indiğimizde sana telefon edip bulamayınca içimde büyüyen boşluğun ve boğazıma yumruklanan düğümün etkisiyle içimde tecessüs eden derin efkârın tesiriyle bir tür mecnun edasıyla kendimi sokaklara vurup menzilsiz ve gayesiz yürürken ve kafamda yıldırım hızıyla dolaşan müspet ve menfi fikriyatın çıkmazında şuurumu kaybetmiş bir vaziyette iken bir kitap-kafeye dalmıştım. Fark ettim, cümle biraz uzun oldu... Alışkanlık işte. Bazen sıradan mektupla edebi netinler zihnimde birbirinin yerine geçebiliyor. Edebiyat dilinde bunun adına bişi diyorlardı ama, şu anda, gemi tutması hasebiyle olsa gerek hatırlayamadım. Mühim de değil. Konumuz zaten başka bir şeydi...

            Evet kitapçıda kalmıştık. Girdim ve ne yaptım? Tahmin et! ... Elbette raflara bakıyormuş gibi yaptım. Dolandım. Sonra görevliye ilk kitabımı sordum. Düşündü, bön ve boş baktı. Balık hafızalı bunlar. Sonra hatırladı tabi ve "abi elimizde kalmamış o" dedi, "istersen getirtebiliriz...". "Benim sizinle kaybedecek zamanım mı var çocuğum" demedim elbette, refüze de etmemek lazım, yani... Ama bir şekilde kulaklarını da çekmek şart kerataların... Herkes haddini, yerini bilmeli. Çıkardım telefonu, editörümü aradım. Dediğim gibi, editörle bir işim yoktu aslında, sırf zevzek kıza kiminle konuştuğunu fark ettirmekti maksadım. Editörümle aramda şöyle bir tuluat geçti:

            -Buyur abi, bir emrin mi vardı? -dedi.

            -Yok, -dedim, -öyle bir aradım. Nasıl gidiyor bizim kitap, hangi merhalede?

            -Çok iyi abi. Bütün hikâyelerin son okuması yapıldı. Mizanpajı da tamam gibi. Kısmetse okullar açılmadan raflarda yerini alır inşallah.

            -Güzel, güzel… Okurlarım sabırsızlanıyor, o münasebetle yani…

-Siz nasılsınız, ne yapıyorsunuz?

            -Elhamdülillah, buna da şükür. Karadayım bugün. Kitaplarım kalmamış raflarda. Onu da haber vereyim dedim. Hususi işlerim vardı, mektup filan attım eve...

            -Mektup mu? Abiciğim siz mektup da yazıyor musunuz? Şu bildiğimiz, eski usul mektuplardan yani? ...

            Bu arada kızın ağzı bir karış açık beni süzdüğünü söylememe hacet yok sanırım. Neyse, mevzu o değil. Hülasa, yayınevi mektuplarımla da ilgilendi. Bugüne kadar yazdıklarımı yeniden yazmamı, şöyle bir kırk elli tane filan bir hacim yapmamı istedi. "Kim okur artık mektup dediğin şeyi be canım?" dediysem de dinletemedim. "Milena'ya Mektuplar" okunuyormuş, Kafka kadar olamıyor muymuşum? "Estağfurullah!" tabi ki de ama haksız da sayılmaz hani. Onlarınki mektup da bizimki nağme mi? Değil mi ama? Zaten hep edebi bir yanı olduğunu kalben hissediyordum sana yazdıklarımın...

            Uzatmayayım, şimdi sana yazdıklarımı aklımda kaldığı kadarıyla, olduğu gibi yeniden kaleme alacağım. Bak benden duymuş ol, bu beğenmediğin kocanın üçüncü kitabı yeni yıldan önce çıkmazsa ben de ne olayım? İster misin, senin adını kullanayım? Havalı olur. Şöhret olursun o kısır, o sevimsiz, o renksiz ve materyalist bilim camiasında. Tercihi sana bırakıyorum. İstemezsen "adına mektuplar yazılan meçhul kadın" olarak ilerde edebiyat tarihine geçersin. Her halükarda sen kazanacaksın.

            Kazanırdın yani... Yazdıklarıma bir cevap yazsan, o taş kalbini biraz yumuşatsan, hadi yazmaya üşeniyorsun, en azından telefona çıksaydın...

            …

            Kerim’in getirdiği ikinci mastika iyi geldi. Evet, şu sakız şurubuna mastika diyorlar bu Rum tayfası. “Ulan” dedim içimden, “bunu da mı bizden yürüttünüz be?”… Kerim’e de söyledim düşündüklerimi. “Bak Kerimciim” dedim, “mastika dediğin bizde roman takımının dilindedir, söyler söyler göbek atarlar… Sen bakma bu gâvurlara… Biz ki

 

Eyüp Karakuş


  • 11.05.2018

    Teşekkürler Füsun Tünay

  • FÜSUN TÜNAY

    FÜSUN TÜNAY 10.05.2018

    hastalıklı bir ruhun kendi gözlerinden etrafındaki nesneler ve insanlarla olan ilişkisini, iç dengesizliğini ustalıkla aktarmışsınız. İnce ayrıntıları vurgulayarak kişinin zavallılığını gün yüzüne çıkarmışsınız. Tebrik ederim.

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.