Öykü
KAZ ÇOBANI

Editör Notu: Aşağıda okuyacağınız öyküyle fotoğrafın hiçbir ilgisi yok. Hatta öyküdeki figüre tezat. Öyküdeki gibi bir “kadın kaz çobanı” resmi bir türlü bulamadım. Cadı resimleri olmaz, ikide bir bu ekrana çıkıyor, kısmet işte. Gönüllü grafikerimize de her seferinde zahmet vermek istemiyorum, onca işin arasında hem metin okuyor, hem tasarlayıp bir resim hazırlıyor, sağolsun. Bari bu şekilde espri olsun dedim. Umarım yazar ve okur bunu saygısızlık olarak düşünmez. Hem belki böyle daha çok okunur hikaye… :)
KAZ ÇOBANI
Ayağı topal gözleri pörtlekti Zekko’nun.
Trabzon lastiklerinin üzerinden dizlerine kadar uzanan yün çorapları, bin bir rengin bulamaç olduğu eskimiş entarisi, yine pörtlek gözlerini örterek saklamaya çalıştığı renk cümbüşü yaşmağıyla, yıkıldı yıkılacak kerpiç evin sofasında, bismillah diyerek güneşin doğuşunu beklerdi. Güneş doğar doğmaz da gece miskini kar beyazı kazlarını önüne katar, elindeki sopa havada şekilsiz kavisler çizerken, topal ayağını sanki bir çemberi çevirircesine dizinin etrafında savurarak, köyden ve yabancısı olduğu insanlardan uzaklaşır, gittikçe silikleşen siluetiyle Gözeler mevkiinde alırdı soluğu.
Çirkinliğini gün ışıyana dek emanet ettiği karanlık bastırır bastırmaz dönerdi kaz gütmekten. İşi uzattığı, gecenin bir yarısında döndüğü de olurdu bazen. Sualler pörtlek gözlerini örten gözkapaklarından sükût cevabıyla gerisingeri döndüğü için kimse ilişmezdi ona, ne köyün serseri erkekleri ne başıboş gezinen köpekler ne de kırsalın efendisi ıssızlık.
Sabah çok erken gittiği için ekseri akşamüzeri görürdük onu. Yaramaz çocuklar laf atar daha da yaramazları uzaktan ayna tutardı kendisine. Ayna tutmak herhangi bir müstehcenlik, ayıp bir maksat içermezdi. Zekko aynaya bak da ne kadar çirkin olduğunu gör manasında bir hor görülmeydi bu. Bu çirkin muameleye maruz kalan Zekko hüzünlü hüzünlü başını öne eğerek her günki suskunluk nöbetine başlar, pörtlek gözleri ve başına türlü belalar açan topal ayağının muhasebesine dalar, sokağın sonundaki yıkıldı yıkılacak toprak damlı evine, sabaha dek bir daha çıkmamak üzere, aceleci adımlarla yollanırdı.
Güneşli bir gün, elimde sefertası dayıma yemek götürürken, uzaktan gördüm onu. Aceleci bir tavırla çayır kenarındaki kazlarını kovalıyordu.
Kazları çayıra çevirip tecrübe sahibi olduğu bir işi hakkınca yapmanın gururuyla gözenin tümseğine doğru ilerledi ve sonra ortalığı velveleye vererek sağa sola kaçışan kazlara bir kılıç gibi kullandığı sopasıyla nasıl gösterdim gününüzü size manasında bir hareket yaptı. Bir Amazon kadını gibi muzaffer bir komutan edasında yabana böbürlendiği bu esnada topal ayağından mütevellit çimende kaydı ve amaçlı amaçsız yaptığı vücut hareketlerine rağmen eğri büğrü gövdesiyle tümsekten, gözenin soğuk suyuna yuvarlandı. Suda dikelmek amaçlı debelenirken de üstü başı iyisinden ıslandı.
Bütün yabanı turlayan bir tebessümle güldüm.
Tarlaya varır varmaz bir bahane uydurup dayımın yanından ayrıldım ve Zekko’nun kaz güttüğü çayıra doğru çevirdim adımlarımı. Zekko’ya yaklaştığım her adımda cadılar çocuk yer mi diye bir vesvese ufacık kalbimi kemik kafesinde sıkıştırdı ve aylarca beynimde biriktirdiğim o minnacık cesaretimi, kendimle giriştiğim çetin mücadeleye rağmen kırdı. Acaba kelimesinin içlerinde saklandığı cümleler süpürgesine binmiş cadılar gibi etrafımda dolaşıp durdular o andan sonra. Acaba! Acaba! Cadılar çocuk yer mi acaba?
Gözenin bulunduğu sırta geldiğimde güneş çayırı iyice aydınlatmıştı. Zekko çayırın dip köşesinde arkası bana dönük kazlarının başında oturuyor, elindeki çubukla yeri eşeliyordu. Kazlar beni görünce kanatlarını sağa sola çarparak yüksek sesle uğuldadılar ve bu hengâmede Zekko pörtlek gözlerinden birini omzundan geri aşırarak çayırın tepesinde bir tarla korkuluğu gibi duran bana baktı. Gözenin başında eğilip su içtikten sonra süresi tarafımdan kestirilemeyen bir süre müddetince ona doğru yürüdüm ve korkudan ağırlaşmış başımı usulca kaldırdığımda Zekko’nun tam karşısında süklüm püklüm bir vaziyette duruyor buldum kendimi.
Zekko- Merhaba yakışıklı, hayırdır ne işin var buralarda, yoksa benimle kaz mı otaracaksın (güdeceksin).
Çocuk- Sen konuşabiliyor musun?
Zekko- Tabi ki.
Çocuk- Şimdiye dek konuştuğunu duymamıştım şaşırdım doğrusu.
Zekko- Neden konuşayım ki, hor görüyor herkes beni-sesi çatallandı ağlamaklı oldu-yüzüme bile bakmaya tenezzül etmiyorlar, bakışlarını çeviriyorlar cüzamlıymışım gibi-durakladı- hele yaramaz çocukların yaptıklarını hiç söylemeyeyim!
Başını eşarp hizasından öne eğdi, kızılcık değneğiyle yeri eşeledi, sesini bir kademe daha kısarak konuşurken yılların nemini bir sünger gibi çekmiş gözlerinden kaçışan hüzünlü bakışlar çehremde sığınacak bir yer aradı.
Zekko- Ben sadece ve sadece kaçarım çocuk. Sabahları avcıdan kaçan tavşan gibi hızlı, bir hırsız gibi kimseye görünmeden geceleriyse. Kaz gütmeyi saymazsam yaptığım iş bundan ibaret, sadece bu kadar.
Çocuk- Haklısın galiba, şey sana bir şey soracağım, nasıl söylesem bilmiyorum, sen cadı mısın?
Zekko- Cadı da nedir?
Çocuk- Al karısı gibi bir şey, ormanda yaşar, uyuyan çocukları kaçırır geceleyin.
Kazlarından daha bir gürültülü sesle bir kahkaha patlattı, demek cadı ha, al karısı ha, ben cadı ha, al karısı ha. Kesintisiz beş dakika güldü, soluk alış verişi öyle hızlı bir ritim yakalamıştı ki kahkahası hiç bitmeyecek zannettim.
Zekko- Ben de senin gibi bir insanım çocuk, özürlüyüm sadece.
Çocuk- Seni üzmedim umarım.
Zekko-Hayır, bilakis beni çok sevindirdin çocuk, hem de çok, şimdiye dek bu kadar sevindiğimi hatırlamıyorum, inan hatırlamıyorum.
Zekko o andan sonra topal ayağını, pörtlek gözlerini ve belki de canından çok sevdiği kazlarını unuttu ve uzaktan gelmiş bir misafiri ağırlarcasına elinden geleni ardına koymadan benimle ilgilenmeye koyuldu. Patates közledi, çay demledi, peynirinden ve ekmeğinden ikram etti, bu işlerle meşgulken de konuşmaya susamış bir mahpusluk gibi hiç durmadan konuştu konuştu.
Çocuk- Hoşça kal Zekko.
Zekko- Yine gel, seni çok sevdim çocuk, birlikte kaz güderiz, yine gel.
Başımı salladım ve uzaklaştım çayırdan.
Yıllar sonra köye gittiğimde gördüm Zekko’yu. Yaşlanmıştı. Topal ayağı iyice bükülmüş, sırtı kamburlaşmış, saçları kırlaşmış, yaşmağı ve entarisi eskimiş solmuş, gençliğindeki ifadesiz bakışlarına derin ve kesif bir hüzün çökmüştü. Yaşamanın mı yoksa ölüme yaklaşmanın kahrı mıydı bu keder bilemedim. Merhaba Zekko dediğimde bana uzun uzun baktı, ilkin tanıyamadı, pörtlek gözlerini kısarak sen o çocuk musun diye söylendi. Ben bir şey demeye fırsat bulamadan yine o fısıltılı sesle yılardır nerelerdeydin be çocuk, neredeyse konuşmayı unuttum, konuşmayı unuttum be çocuk, yılardır nerelerdeydin dedi ve hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Aylar sonra öldüğünü duydum Zekko’nun. Saatlerce soluksuz konuştuktan sonra ölmüş dediler sadece.
Yabanın-karanlığın-suskunluğun -ötekileştirilmenin -hiçliğin prensesi, ah Zekko ah!
Ahmet Cemal Çobandede