MELEKŞAH’IN AYNASI

MELEKŞAH’IN AYNASI

Ayna satıldığında ondan geriye kalan koca boşluğa bir türlü alışamadık. Bir evden diğerine kutsal bir kambur gibi sırtlandığımız aynadan sonunda kurtulmuştuk. Ayna gitmiş ama ardında çok garip bir hüzün bırakmıştı kalbimize. Ailemizin uzun yolculuğunun dilsiz ve sadık tanığını kaybetmiştik sanki. Ayna belki de ailemizin hikâyesinin gizlendiği son eşyaydı. Bu yüzden daha kırılıp parçalanmadan görünmez cam kırıkları içimizi kesiyordu. Büyükannem Melekşah’ın her sırrının sessiz tanığı, her şeyini paylaştığı can yoldaşıydı altın tepelikli kristal ayna. Büyükannemin herkesten esirgeyip aynaya yüklediği bu dokunulmaz ayrıcalık, biz geçim sıkıntısına düştükçe alay konusu olmaktan çıkıp, gizli bir düşmanlığa uzanmıştı.  Ayna yüzünden bize kızıp kalbimizi kırdıkça biz de ona kırıldık. Bizimle konuşmak yerine onunla konuşmayı seçtiği için ona kızdık. Daimi övünme konusu olan köklü ailemizin bizi terk etmesi hayli ertelenmiş, geriye kalan son korkutucu figürüydü büyükannem. Büyüdükçe hem ondan hem de ailenin zaman içinde köhneyen soyluluğundan rahatsız oluyordum. Soyumuzun bir zamanlar hiç duymak istemediğim bir dizi paşa adlarına dayanıyor olması umurumda değildi. Çünkü beni bir ergen olarak o sıra tek ilgilendiren, vitrinlerde iç geçirerek baktığım moda nesneler ile bu nesneleri satın alma gücüne sahip olmayan ailemin durumu arasında yaşadığım çatışmalardı. Öfke patlamaları aralığında annemin sözlerinden yakaladıklarım, bana neredeyse tüm hayatımızın zaten soylu yaşantımızla çelişen bir eğri içinde geçip gitmiş olduğuydu. Sürgünler, tenzil-i rütbeler, yangınlar, kayıplar, kahramanlıklarla gözden düşmeler arasında her defasında daha da küçülerek var olmaya çalışılan bir hayatın, soylu bestesiydi bize anlatılan. Ülkede soğuk rüzgârlarla oradan buraya savruldukça masalın değişmez ana kahramanlarından biri de çerçevesi altın yaldızlı kristal endam aynası olurdu hep. Korku, utanç ve acı dolu bir döneme doğan bir çocuk olarak hep büyürken unutulduğumu düşünmüşümdür. Ayna evden eve taşınmalarda hep başroldeydi ama giderek bulunduğu mekânlarla uyumsuz gülünç bir görkem sergileyerek.  Aynanın çıkıp geldiği konak daha ben doğmadan çok önce satılmıştı. Gittikçe küçülen hayatımız değişen sistemi anlamakta hele ayak uydurmakta güçlük çeken babamın ölümünden sonra bir türlü toparlanamadı. Annem daha fazla kuyruğu dik tutmak ile gerçekleri uzlaştıramayacağını anlamıştı. Hiç istemese de oturduğumuz büyük daireyi satarak daha küçük bir daireye geçmek zorunda kaldık.

Artık ev sahiplerinin keyfi kontratlarına göre kira evlerinden taşınma serüvenimizde ayna ayağımıza vurulmuş bir prangaydı. Giderek annemle benim beraberimizde sürüklemekten sadece acı duyduğumuz vicdani bir yüke dönüşmüştü. Büyükannem durumun fazlasıyla farkında olmasına rağmen inatla yıllarca aynayı bize taşıttı. 

Zavallı annem aynanın geçebileceği kapısı geniş binalar ve sığabileceği yüksek tavanlı daireler, aynanın başköşeye kurulacağı geniş salonlar, onun geçişi sırasında saygı duruşunda bulunacak koridorlar bulmak zorundaydı. Uygun ölçülerde ev bulması ile sorun hemen çözülmüyordu, aynayı bir mekândan diğer mekâna kazasız belasız taşıyabilmek onu bir köşeye yerleştirmekten daha önemliydi. Hiçbir eşya için günler öncesinden bunca hesap kitap yapılmaz ince ölçüler alınmazdı. Her şey aynanın çevresinde ve o merkez alınarak ve ondan hareketle düzenlenir; eşyaların hangi sırayla gideceği hep aynaya göre belirlenirdi. Günler öncesinden büyükannem Melekşah’ın zor beğenen mavi gözleri altında aynanın zarar görmemesi için alınacak önlemler tartışılır, hangi cins malzemeyle kaplanacağı, kimlerin nasıl bir “nizamla”  bu kutsal eşyayı taşıyacağı inceden inceye planlanıp kararlaştırılırdı.  Ayna sadece bizim değil eşyaları taşıyan nakliyecilerle hamalların da günler öncesinden kâbusuydu. Bu taşınmalarda büyükannemin bastonundan kurtulabilen pek yoktu. Tavanları alçak, salonları yüklük kadar, odaları hap gibi bulduğu evleri oturduğu yıllar boyunca hiç beğenmedi. İlk ayna krizi büyük daireden daha küçüğüne geçtiğimiz o evde patlak vermişti.  Melekşah’ın kıymetli can yoldaşı aynası bu evin hiçbir yerine sığamamıştı. Kuşkusuz tavanları yüksek konakların eşyası olan koca endam aynasına ortalama apartman dairelerinde bir yer vermek hiç kolay olmuyordu. Aynanın da bundan memnun kaldığı pek söylenemezdi. Koskoca salonların ortalık yerinde gelip geçene kurumla göz atıp, en oturaklı duruşuyla dikilirken, küçülen hayatlarımız içinde çözülüp dağılmaya başlamıştı. Ailenin başına gelen sayısız sıkıntılı dönemlerin birinde annemin can simidi gibi önüne çıkan ilk uygun evi tutmak zorunda kaldığı bir felaket anında ayna, o eve sığamamıştı. Anımsadığım ilk önemli kıyamet diğer evlere göre daha küçük olan bu ev sırasında kopmuştu.  Ayna kapıdan geçemeyince cin fikirli taşıyıcılardan biri kaidesini çıkarmış ayna o halde bile ancak yanlamasına daire kapısından içeri girebilmişti. Melekşah, kaidesinden çıkartılan aynanın tekrar kaidesine nasıl yerleştireceğini bir türlü bulamayan taşıyıcıların, salonun ortasında kan ter içinde tartıştıklarını görünce kendisinden beklenmeyecek bir çığlık atmıştı. Aynayı kötürüm ettikten sonra koltuk değnekleri ile ayakta tutmaya çalışan iş bitirici nakliyecileri uğursuzlar diye evden kovalayan Melekşah, bize derhal bir antikacı çağırarak can yoldaşının kaidesinin usulünle yerine yerleştirilmesini buyurmuştu. Ayna o evden taşınacağımız güne kadar salona dikine değil, neredeyse salonun yarısına kadar varan bir eğimle yerleştirilmişti. Hayatımızda bizi zorlayan hemen her şeyden vazgeçiyor ama aynadan tüm zorlayıcı koşullara rağmen kurtulamıyorduk. Bir evden diğerine her taşınmamızda aynadan daha çok nefret ediyor başına beklenmedik bir kaza gelmesini hayalimde canlandırarak bütün kalbimle diliyordum. Büyükannemi aynaya bunca derinden bağlayan neydi bilmiyordum. Öğrenmeye de çalışmadım çünkü zamanla aynanın ata yadigârı biri gibi bizimle birlikte yaşamasına alışmıştım. Melekşah diğer eski eşyalarından vazgeçmiş aynasından ayrılmaya yanaşmamıştı. Diğer antikaları büyük bir iştahla ucuza kapatan antikacılar her defasında aynaya iyi fiyat verseler de büyükannem tarafından evden kovularak gönderiliyorlardı. Bir keresinde annem: Bu eski kuşak böyle işte eşyaları çok kıymetlidir. Sanki hayatları gizli bir sırla bu eşyalara bağlıymış gibi yanlarından ayırmak istemezler. Kim bilir hangi unutulmayan anı yüzünden aynasından ayrılamıyor, kessen söylemez; öyle tuhaf bir ketumluk işte, demişti.

Zamanla bütçemize koşut olarak evler de daralmaya başladıkça aynaya yer açmak için birçok eşyayı bırakmak zorunda kalmıştık.  Giderek her yeni eve taşınmamızda ayna ile girdiğimiz bu rekabet yüzünden gerilim de artmaya başlamıştı.  Ayna da bizler gibi evden eve sürüklenirken geride kendinden bir şeyler bırakıyor; yaldızları dökülüyor, elvan nakışları soluyor, çiziliyor her hayal kırıklığımızda biraz daha örseleniyor biraz daha parçalanıyordu.  Büyükannemin neredeyse inme geçirmesine ramak kalan bir taşınma krizinde gururla taşıdığı bir parçası daha sökülüp çıkartılacaktı. O gün eminim aynanın kendisi de bizimle birlikte, tavanları hepimize alçak gelen bu eve giremediği için yıllardır yük olduğunu bilen yatalak bir hasta gibi kendini ölmeye bırakmıştı.  Zavallı aynayı daire kapısından içeri sokabilmek için asıl kaidesinden ayırmak yetmemiş, bu kez de altın yaldızlı oymalı ahşap tepeliği tavana dayandığı için aynadan kopartılarak çıkartılmıştı. Büyükannem salonun ortasında kaskatı durmuş hepimiz ondan hayatının ikinci çığlığını beklerken siz benim can yoldaşımın başını kopartamazsınız efendim diye dudakları titreyerek kendi kendine çaresizce mırıldanmıştı. Bizlere ceza olsun diye aynasını salona değil kendi odasına taşıtmış,  salonun duvarına astırdığı altın yaldızlı tepeliği de anneme bırakmıştı. Büyükannem hayatında bizden daha fazla başrol verdiği can yoldaşı aynasını ilk kez sahneden geriye çekiyor yatak odasına yerleştirmelerini istiyordu. Onu bomboş salonun ortasında son kez böyle dimdik bir gururla gördüm. Tıpkı aynanın eski görkemli günlerdeki duruşu içinde başı dimdik. Orası burası teklifsiz bir aldırmazlıkla dağıtılıp bozulan kristal aynasını inatçı bir gururla savunuyordu. O günden sonra bir daha odasından çok ender dışarı çıktı. Aynasının tozunu almak istediğimizde ona el sürmemize bile izin vermedi, odasından çıkardı. Ve yüz yaşında, kiralık bir evde, kızına ve dünyaya küs olarak öldü. Büyükannemle doksan yedi yaşında uykusunda ölmeden birkaç yıl önce tanışıp dost olmayı başarmıştık.  Bana aynanın yani hayatının uzun hikâyesini anlatmaya başladığında… Büyükannem aynadan söz ederken hangi birini anlatsam derdi benim bütün hayatım ona sırlanmıştır. Her şeyi görüp göstermiş bir o kaldı elimde. Ben ona baktıkça kimler gelip geçer içinden. Kurulup çözülen dağılıp toplanan hayatlarımız. Benim hayatım onda saklı, insan hayatını elden çıkarır mı hiç? İşte derdi, bizim bütün hayatımız onun içinden geçip gitti. Bir zamanlar kim olduğumuzu bize gösteren bir bu suskun aynadır. Lakin siz bile ona sırtını dönmüş görmek istemezseniz, ben ne yapayım… Biz ona göre her şeyi çar çur ederek yaşayan bir neslin çocuklarıydık. Her şeyi çabuk elde ettiğimiz için birçok şeyin kıymetini bilmezdik. Hele eskinin değerini hiç bilmiyorduk, ona karşı hoyrattık.  

Büyükannemin ölümünden bir zaman sonra ev sahibinin kira artışlarına daha fazla dayanmayan annem taşınmamız için başka bir ev bulmuştu. Artık bu eve ayna olmadan yerleşmenin zamanı geldiğini düşünen annem hemen harekete geçip antikacıları dolaşmaya başladı. Çok geçmeden tanıdıkların ön ayak olmasıyla ayna, bir antikacı tarafından satın alındı. Adamın süslü cümleleri arasında yakalayabildiğimiz, aynanın hayli yıprandığı hatta üzerindeki çiziğin antika değerini düşürdüğü oldu.  Adam başını kibarca aşağı yukarı sallayıp bu baş hareketine eşlik eden ne yazık ki elinden bir şey gelmeyen boyun büküklüğü içinde daha önce düşünseydiniz müzayedede antika olarak listeleme şansımız olabilirdi ama bu haliyle değil antika olarak hanımefendi, ancak eskicilerde… Ayna hiç ummadığımız bir bedelle satıldı böylece, geçmiş hayatlarımıza dair her değerli şeyi ucuza kapatma ilkesine sıkıca bağlı bir anlayış tarafından satın alınarak.  İstemediği çocuğunu evlatlık vermek zorunda kalıp o aileyi merak eden anneler gibi aynanın satıldığı antikacı dükkânına birbirimize haber vermeden gidip gelmeye başlamıştık.  Aynadan sözde kurtulmuştuk ama can yoldaşımızın hatırası içli bir gölge gibi peşimizi bırakmıyordu. Yine bir gün aynayı ziyaret etmek için antikacı dükkânına uğradığımda artık bizi görmekten rahatsız olduğunu saklamayan antikacı, yüzüne hayli bol gelen bir gülümsemeyle aynanızı sattım sonunda haberini verdi. Satın alan müşteriyi izleyip rahatsız etme ihtimaline karşı, bir daha anlat denildiğinde neresinden hatırlayacağını bilemediği tuhaf bir hikâye ile kibarca yolcu etti beni. Bu defa ayna hayatımızdan tamamen çıkıp gitmişti hem de hiç haber vermeden sessizce. Artık bizim değildi ve olmayacaktı. Dükkândan çıktığımda çoktandır kırık olan bir parçası incecik bir sızı ile kalbime saplandı.

Nefrin Tokyay / İstanbul 2018




Bu habere henüz yorum yapılmamıştır, ilk yapan siz olun!...