Öykü
! (nida)

Geç kalmışlığın telaşında, nefes nefese durağa geliyorum. Otobüs henüz gelmemiş. Bekleyişin kızgınlığındaki kalabalık, homurtulu bir devinim içinde geçen arabaları gözlüyor. Ben de bu kıyamette, telefonunda kaybolmuş genç bir kızın yanındaki boşluğa ilişiyorum.
Tıraş losyonun kokusu trafiğin kargaşasını bile bastıran orta yaşlı bir adamın, yanımdaki minicik etekli, göbeği pirsingli genç kıza diktiği aç gözleri dikkatimi çekiyor. O, genç kızdan ben de O’ndan, bakışlarımızı alamıyoruz. Ürküyorum, kalbim hızlanıyor, göğsümü ve yüzümü ateş basıyor. Gereksiz ürküntümü yenip adamı izlemeye devam ediyorum.
Çok sürmüyor, beklenen otobüs geliyor. Adam, homurtuları kocaman bir kargaşaya dönüşen kalabalıkta genç kızla birlikte bakışlarını da bindiriyor gelen otobüse. Ben kıpırdayamıyorum, olduğum yerde onu seyrediyorum.
Gözleri boşluğa düşen adam giden otobüsün kendisinden aldığının yerini doldurmak istercesine çevresine bakınırken, elleri çekiyor dikkatimi bu kez. Zarif, uzun parmaklarıyla bakımlı, kusursuz bir el. Hiç yorulmamış, hiç hırpalanmamış, hatta hiç üzülmemiş bir çift el. Bu elin, bakışları gibi aç parmakları kıpır kıpır. Uzun bacakları üzerinde, içindeki kösnül duyguya tempo tutarcasına, sabırsızlıkla habire kalkıp iniyor.
Daralıyorum. Duraktaki herkes bir çift el, birçok parmak olup boğazıma sarılıyor. Kalbim hızlanıyor yeniden, göğsümü ve yüzümü ateş basıyor, kulaklarım uğulduyor. Hatırlamak istemediğim birçok şey beynimde kargaşa yaratıyor. Geçmişim yine geleceğimi ele geçirmek istiyor. Yüreğimi ufalayan bir ana dönme sıkıntısının dayanılmaz ağırlığındayım. Korkuluyum, telaşlıyım.
Beklemekten vaz geçip gitmek istiyorum. Bırakmıyor adamın elleri, hareket edemiyorum.
Soluk pembe renkli kurtçuklar gibi kımıl kımıl oynayan parmaklar aç duyguların ağır kokusunu taşıyor. Parmakları bacaklarının üstünde, hiç durmayacakmışçasına inip kalkarken beni yıllar önceye, çocuklukla gençlik arasındaki ince çizgide dolaştığım günlere götürüyor. Yüreğim ağzımda atıyor, içimin gürültüsü dayanılmaz bir hal alıyor.
…
Gün ışığı görmeyen bir pasaj içinde, kumaş kırpıntılarının, pamukçukların etrafta uçuştuğu bir terzi dükkânındayım. Birileri beni o dükkândaki, insanı körleştiren floresan ışıklı, mahrem kokulu o prova odasına zorla sokuyor. Üstüme kapıyı kapatıyor…
…
Beklemeyeceğim otobüsü.
Gitmeye karar veriyorum. Adam boynunun üzerinde hantal bir ağırlık gibi duran başını benden yana çeviriyor. Bir şeyler söylüyor saatini göstererek, anlamıyorum. Dudaklarının hareketindeki bulaşık kelimeler bana ulaşamıyor. Bakışlarını taşıyamayan gözleri, oyuklarında iki karanlık boşluk sanki. Parmakları gibi içimi koparıyor. O boşlukta kaybolmaktan korkuyorum. Tıpkı yıllar öncesinin bembeyaz ışığına inat, karanlığa kesen çürümüş prova odasındaki gibi!
O gün duvarların insanı nasıl ezdiğini öğrenmiştim. Sessizliğin ne kadar karanlık seslere evrildiğine şahit olmuştum. Kımıl kımıl bir hareketsizliğin nasıl yapışkan sıvıların nemli kayganlığında kaybolduğunu görmüştüm. İnce uzun parmaklı kusursuz ellerin hoyratlığında çocuk masumluğumun karanlık, derin kuyulara gömülmesini seyretmiştim. Sesim içimde kaybolmuş, bir kadife perde kadar uzaklıktaki anneme ulaşamamıştım. Pasajdan gün ışığına çıktığımızda, olanlardan körleşen bedenime kayıtsız gözlerle bakan annem; “Şehrin en ünlü terzisi, bundan sonra bize hesaplı dikecek, genç kız oluyorsun, artık iyi giyinmek gerek.” demişti, görmezden gelen bir sesle.
Duymuyordum, görmüyordum. Engebeli, pasajlı, bembeyaz kör ışıklı derin ve bilinmez bir sessizlikte içime kaçmıştı dünya. Kusmak istemiştim olanların şaşkınlığında, kusamamıştım. Sonraki günlerde ellere ve parmaklara kesmişti şaşkınlığım.
Yalnız kalamıyordum, yemek yiyemiyordum, uyuyamıyordum. Geçmek bilmeyen zamanın ağırlığında eller her yerdeydiler, en çok da vücudumda. Parmaklar kımıl kımıldı. Hiç durmuyorlar, içimi üşüten titreşimleriyle parçalara ayırıyorlardı beni. O kadar çok ufalandım ki...
O günden sonra içime kaçan dünyayı kusmak istedim, kusamadım. Hiç durmadan annemi kustum, annem olmaktan çıkardım!
Uzun yorgunluklara mal oldu parçalarımı bir araya getirmek. Uzun çabalar harcadım yeniden yaşamak için. Uzun süre dokunamadı kimse bana ben de kimseye dokunamadım. Parmaklarımı kullanamadım, yazı yazamadım, yaralarımı saramadım, kardeşimi okşayamadım. Hep gözlerimi kapadım elleri görmemek için. Sonra da bir gece unutmaya yattım ölüme yatar gibi. Sildim her şeyi, en çok da annemi!
Bir tek o çürümüş odayı, o odadan yayılan kötülüğün kokusunu unutamadım.
Sonra bir gece, önce annemi öldürdüm, sonra da düşüme giren, yatağıma giren, bedenimi ezen ellerin tüm parmaklarını kırdım tek tek, bahçeye gömdüm. Kendime geldiğimde kaç yıl geçmişti, hiç hatırlamadım. Yeni bir hayata ancak ürkek bir başlangıç yapacak kadar rahatladım.
Ta ki…
Bir adım atıyorum adama doğru, içinin kırmızısı görünecek kadar sarkmış gözlerine bakıyorum hiç ürkmeden! Açıyorum ağzımı, yok eden büyük bir öğürtüyle tüm parmakları üstüne kusuyorum.
Sülbiye Yıldırım
Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.
Ayser Alıkor 21.12.2018
O kadar çoklar ki.. Bitmiyorlar.Susan görmezden gelen insanlar dolu etrafımız.Çok güzel bir anlatım olmuş.Sevgiler...