Öykü
BAYRAMLIK

1.
-Hadi kalk bayram namazına gidelim.
- Gelmek istemiyorum.
- O da niye!
-Bayramlığım yok, üç senedir aynı şeyleri giyiyorum, ne bileyim, utanıyorum.
-Hırsızlık, arsızlık, namussuzluk mu yaptık ki utanıyorsun.
- Ne alakası var, çocuklar laf ediyor, hep bir ağız dalga geçiyorlar, soru üstüne soru.
- Ee ne olmuş yani, takma kafana.
- Demesi kolay, üstleri başları pırıl pırıl, keyifleri gıcır.
- Tamam, söz, alacağım.
- Ne zaman?
- En kısa zamanda.
- Off baba yine aynı teraneler.
- Tamam, hadi kalk tembellik etme, zaten gittiğimiz bir bayram namazı var.
- En arka safta kılarım namazı ona göre, biter bitmez de kaçarım, tekbirleri beklemem.
- Tamam, istediğin gibi olsun.
Namaz biter bitmez babamı beklemeden kaçtım camiden. Oh be kimsecikler görmedi diyerek, telaşlı adımlarla arşınladım, henüz daha bayram tenhalığını soluklayan sokakları.
Evin en arka odasındaki yalnızca kendim ve hayallerimin sığabildiği ceviz sandığın arkasına saklanıp yarı ağlamaklı, yarı sitemkâr sesimle anneme ben evde yokum diye tembihlediğimde, her sene mecburi tekerrür eden dışarı çıkma yasağım başlamıştı. Bu gönüllü mahpuslukta hüzünleniyor, iç çekerek, hıçkırarak , sümkürerek ağlıyor, bütün bu yaşananları unutmak maklsadıyla göz kapaklarımı birbirine sımsıkı kenetlediğimde ise, bu bayram sana ne alındı sorusuyla başlayıp, cevaplanmaya bile cesaret edilemediği için, ben bayramları sevmem kandırmacısıyla sonlanan nutuklar atıyordum.
Mahalledeki çocuklardan kaçtığım halde kulağım sokaktaki seslerdeydi. Birbirine karışan, susan, ani bir ivmelenmeyle haykırışa dönen sesler baş hizamdaki pencere camına çarptığında, hiç de arzu etmediği bir çığlık bombardımanına maruz kalan ben, dünyadaki yegâne dert ortağım ceviz sandığın arkasında, anne karnındaki cenin misali şekilden şekle girerken, bozukluklarımı hapsettiğim paslı kumbaramla, bayramlık almaya yetmedi diye çetin kavgalara tutuşuyordum. Pis kumbara! Hain kumbara!
Henüz daha neticeye bağlanmamış bu iç hesaplaşmalarla kıyasıya mücadele ederken her şey seyrinde gidiyordu ta ki beter Meryem gelene dek. Annesiyle bayram görmesine gelmişlerdi nerden geldilerse. Misafir odasında biraz oyalandıktan sonra, herkesin kendi hayal âlemine daldığı bir anda, üstüne vazifeymiş gibi evin en dipteki odasına geldi. Meraklı gözlerle odaya göz atıp sandığın arkasında beni görür görmez avazı çıktığınca bağırdı. Rıdvan burada, ceviz sandığın arkasında. Henüz daha ayak sesini duymamış olmanın şaşkınlığını bile üzerimden atamamışken, kaybettiği bir oyuncağı şans eseri bulmuş bir çocuk edasıyla, kulak tırmalayan çığlığına devam etti. Dur, sus anlamadı. Bütün planlarımı alt üst eden bu patavatsızlığı yetmiyormuş gibi işi gücü bırakıp, koşar adım sokaktaki çocuklara yetiştirdi haberi.
Rıdvan evde, vallahi gördüm, sandığın arkasında!
Sandığın arkasında mı? Köye gitmişti hani!
Mahallenin çocukları bir cümbüş varmış gibi evin önünde toplandı. Kapıya vurandan, yarasa gibi zile asılana, türlü çeşitli haylazlıklar yapandan, cama taş atana. Mahalle baskısı denen zulüm bu olsa gerek. Gürültü şamata kesilecek gibi değil. Çaresi yok çıktım evden.
Aralarında söz birliği etmişlercesine konuştular. Niye evden çıkmıyorsun dedi Fikret sırıtarak. Şey demeye kalmadan gömleğini geçen sene de giymiştin diye üsteledi Murat. Aa ayakkabılar da eski diyen kaportacı çırağı eğri bacak Şaban’dı.
2.
Kurban bayramlarını, kurban keseceğiz bahanesiyle eski püskü elbiselerle atlatabiliyordun, hatta ve hatta üstündekiler ne kadar eskiyse o kadar inandırıcı oluyordu ama ya Ramazan öyle mi? Yeni alınmış elbiselerin sokaklarda boy gösterdiği karnavalda, bırakın eskileri, bir sene önceki giysiler bile palyaço kıyafeti gibi kendini açığa vuruyordu. Ki o yıllarda sirklerin büyülü dünyasını tatmamış olan ben acemi bir palyaçonun kendini komik zanneden küstahlığıyla, o büyülü karnavalın sokaklarında gezinmenin utancını yaşıyordum.
Babamla aramızda geçen konuşmalar, kopya çekmekte pek de mahir olmasam bile, noktası-virgülüne, bir önceki seneyle aynıydı. Aynı konuşmaların tekrarı okuyucuyu yormanın ötesinde, abesle iştigal olur. Bu paragrafa ilave etmekte fayda gördüğüm yegâne husus, geçen seneki tecrübenin katkısıyla daha hazırlıklı olduğumdan başka bir şey değildi.
Sabahın alaca karanlığında huşu içinde namaza giderken, sokağın camiyi direk gören köşesinde, geride kalma manevrasıyla babamı atlatıp, önce mahallenin üstündeki tuğla ocaklarına vardım, ocak ile dağ arasındaki mesafe uzun olmasına rağmen yakalanırım korkusuyla dinlenmeyi göze alamadım. Dağın uzaktan sarı-kahverengi görünen eteğine ulaştığımda saat on sularıydı. Bir kayanın üstüne oturup yorgun argın mahallenin seyrine dalarken, yalana ne hacet, kıskançlığın baskın olduğu bir hissiyatla, yarı uykulu yarı uyanık düşledim, çocukluk hayallerimi çalan o dar sokakları: Şimdi çocuklar bayramlıklarını giymiş sokağa çıkmıştır. Ne alalım diye aralarında münazara yapıyorlardır, ne alsak acaba harçlıklarımızla. Fikret’in ısrarına dayanamayıp sinemaya gidecekler. Halka tatlı yiyecekler sinemanın köşesinden dönmeden. Filimden sonra ver elini lunapark. Atlıkarıncada dönecekler durmadan. Kamikazede mideleri bulanıp bağıracaklar. Belki de paraları bitecek kaçak binecekler ahşap trene. Kim bilir bazıları yakalanacak ve cop yiyecek aksak bekçiden. Okulun önünden geçerken alt mahallenin kızlarına laf atıp kaçacak, köşedeki bakkaldan alınan gazozla geğirecekler. Sadece bu kadar mı? Elbette ki değil. Çakıllı tarlada meşin topun arkasından koşacak, üleşmesine bilye oynayacaklar ardından, hiç mi hiç yorulmamışlar gibi.
Bütün bunları hayallerken dere tarafından göçerlerin toz bulutunu andıran sürüleri gözüktü. Oturduğum kayanın dibinden geçerlerken üstü başı yırtık göçer çocukları çoban köpekleriyle oynaşıyor, toza bulanmış çehreleri mütebessim bakışlarla bir ışıldıyor bir gölgeleniyordu. Sümüklü burunları, perişan üstleri, delik deşik ayakkabılarıyla fiziki görünüşlerine inat ne kadar mutluydular. Çıplak bacakları hazla dingin, yırtık gömleklerinden dışarı taşan gövdeleri gürbüz, toprak renkli yüzleri nurluydu. Saatlerce seyrettim sanki onları. Yahut gözlerim beynimi oyaladı geçen zaman aldırmaksızın. Bulanık bakışlarım berraklaştığında bana ellerindeki ekmekten uzattılar. Babaları da domates peynir ikram etti. Bayramlaştık.
Yoksulluğun tevekkülle varsıllığa dönüştüğü çehrelere bire bir şahitlik yapmış olmanın utancıyla başım öne eğik, evin yolunu tutum. Apartmana arka kapıdan girip, tıpkı bir hırsız gibi karınca sessizliğinde, adımladım merdivenleri. Kapıyı annem açtı. Neredesin diye soracaktı ki cümlesini tamamlayamadı, ağlayarak yorgun, toza toprağa bulanmış gövdeme sarıldı. Süresi tarafımca kestirilemeyen bu zaman diliminde, çok gururlusun cümlesi haricindeki ses kalabalıklığını, kulağım duymuş olsa bile, nedense zihnim algılamak istemedi. Salona geçtiğimizde babam her zamanki gibi kanepeye uzanmış, başını bana çevirmeye tenezzül etmeden, “oğlum yeni elbiselerin arka odada” dedi.
Ne dedin! Elbiseler mi?
Tatmadığı bir mutluluğu ıskalamak istemeyen bir çocuk telaşıyla koşa yuvarlana odaya girdiğimde, kahverengi pantolon, beyaz pırpırlı bir gömlek, siyah, cilası lambadan sızan ışıkla parıldayan iskarpin bir ayakkabı bedenime yapışacakmış gibi arzuluydular. Alelacele giyinerek kendimi sokağa attığımda, uzaklarda yaşayan ressamın biri, yine çok uzaklarda yaşayan bir şairin nazik isteği üzerine, karanlığın lamba ışığıyla harelenmiş tuvaline, mutluluğun resmini çiziyordu. Ve saadet kadim devirlerden kopup gelmiş bir hayalet gibi bedenimin kıvrımlarında geziniyor, oradan sinsice beynimin en ücra noktalarına sızarak, ruhumda çocuksu bir sevincin heykelini somutlaştırıyordu.
Bakkalın önünde bilye oynayan çocukların yanına vardığımda dünyalar benimdi…
Ahmet Cemal Çobandede
Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.
AHMET CEMAL ÇOBANDEDE 24.12.2018
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin diyor nazım hikmet, abidin dino da şiirle karşılık veriyor metinde şairlerin ismi verilmiyor, o olaydan bir esinlenme olarak değerlendirebilir, bire bir aynı olması gerekmez
editör 24.12.2018
Değerli Fahri Kumbul'un dediği çocuğun yaşı meselesi benim de aklıma takılmadı değil. O yüzden öykü resmini hazırlarken acaba 8-10 yaşında bir çocuk mu, 14-15 yaşında bir çocuk mu koysam diye karasız kaldım. Ama öyküyü anlatan bugünden yani büyükken anlatıyor. Öte yandan çok küçük çocuklarda ummadığımız düzeyde bir düşünce-değerlendirme gücü olabiliyor, bölük pörçük ve dakikalık da olsa... Kendi çocukluğunuzu düşünün. Abidin Dino meselesini de yazarın serbest yorumlama ve espri hakkına yorun lütfen. Saygılar.
AHMET CEMAL ÇOBANDEDE 24.12.2018
bence daha anlamlı olmuş- en azından bir bayrama denk getirdik-saygılar
Fahri Kumbul 24.12.2018
Çocuk; elbisesi yeni olmadığı için bayram namazından kaytarmak isteyecek, cami yolunda“huşu” içinde giderken namazı kıracak, ceviz sandığın arkasına saklanacak kadar çocuk… Öte yandan partal elbiseli, sümüklü yörük çocuklarının mutluluğunu yazgıya (tevekkül anlayışına) bağlayacak kadar yetişkin. Olabilir mi? Yazar bir çocuk, bir yetişkin olmuş. Saadet, mütebessim, hacet, hissiyat, münazara, ruh gibi ağdalı sözcükler gerçekten dini bir öyküyü çağrıştırıyor. Öyküdeki ressam Abidin Dino ise, mutluluğu tuvale sığdırmadağı için resmini değil, şiirini yazdı; öyle değilmi? Umarım haddimi aşmamışımdır.
editör 24.12.2018
Müslümanın bayram öyküsü tam da Noel'e denk geldi. Kasıt yok, rastlantı.. :) Umarım değerli yazar anlayışla karşılar, sorun etmez. :)