Pierre Loti’de Bir Akşam

Pierre Loti’de Bir Akşam

Sait Faik’e saygıyla: Bilirim ama biz alışmadık ki bu çeşit sevince. Bilmeyiz ki bu çeşit sevdanın tadını, tatmadık ki. Düşünmeye başlayalı beri bir gün sarhoş olmadan gülmedik ki. Böyle irkiliriz işte dışarıdan görünce sevincin gösterisini…

Haliç’in rengi portakal suyu gibi oldu. Batıya baktığımda ayrı dünya, iri taneli yağmur damlaları gri bulutların göğsünde hazır kıta bekliyor. Tam tepemde kınalanan gök, yeryüzünü öylesine mahzun kılıyor ki, İstanbul’un Tanrı kadar günahsız bir şehir olduğuna yemin edebilirsiniz. Akşamüstü. Haliç’in durgun bulanık denizine yukarıdan bakan Pierre Loti’deyim. Ne güzel manzarası varmış buranın. Buraya bir de kuşluk vaktinde gelmeliyim. Şu binalar olmasa kuşluk vakti buranın büyük kısmı gök mavi olur: Derya-yı Umman! Tuvaldeki boşluğa çay yeşili sürdüğünüzde, işte o zaman Pierre Loti olur… İnsan kalabalıkları devre dışı kalsın, onların bu güzellikte yeri yok. Bu tepe detaylı araştırmaya çıkacağınız bir maden adeta. Günün her vaktinde, iklimin her çeşidinde buraya gelmek isterim. Haliç pis kokuyor diyorlar, halt! Haliç’i gören bu tepe burcu burcu kokuyor. Vedat Türkali’nin Bekle Bizi İstanbul şiiri daha bir anlam kazanıyor, yutkunarak okuyorum içimden, şarkısını söylüyorum Edip Akbayram’dan. Kavgamızın şehri İstanbul, biz sana layık olamadık.

Yanı başımda keçi boynuzu mimarisiyle koyu renkli tırabzanlar var, ayağımla vurup sağlamlığını test ettim. Şaşaalı olmayan küçük, dairesel bir masa var. Sandalyeler klasik kiremit rengi, ahşap, rahat değil.

Nerede kaldı? 11 yıl oldu görüşmediğimiz. Bekleme süresi uzadıkça kalbim pır pır ediyor. Aklımı alacak diye korkuyorum. Masanın altından girer apış aramdan çıkar, böylesi deliydi bu kız. Refleksle bacaklarımı kapattım. Bu sebepten ki herkesin kullandığı yoldan –sürprizsiz, şakasız- gelince şaşırdım. Tokalaştık, oturunca rahatladım…

Halâ güzel. Gür saçlarının tepesini ikili örmüş, arkasını topuz bağlamış. Yeşil kalem çekmiş gözlerine. Hafif kırmızı ruj, rujun rengine uygun mercan küpeler. Yüzü pırıl pırıl, bembeyaz. Bal köpüğü kaşlarına kahve kalem sürmüş. Mavi askılı bluz, altında kırmızı bol paça kumaş pantolon, ayağında sandalete benzer siyah topuklu ayakkabılar.

— Hoş geldin, karnın aç mı? O zaman bir şeyler içelim… Sıcak içeceklerle aram yoktur ama sana uyarım. Bakar mısınız, çay alabilir miyiz? Evet, ikisi de ince bellide olacak. Ne günlerdi onlar. Those Were the Days’i Türkçeye çevirmiş gibi oldum. Ben daha çok ilkokul çağlarını özlüyorum ama üniversite günleri de unutulmazdı. Bir boşlukta kalsam hemen eskileri hatırlarım. Dedem yaşına geldiğimde beynim bu hatıraların bir kısmını silecek olsa da, o duygu yoğunluğunu nasıl kontrol edeceğim diye şimdiden düşünüyorum… Zamanın yıkıcı, sersemletici bir kudreti var. Uzun yıllar geçtiğinde, pergel gibi açılıp büyük bir yay çizdiğinde, zaman kavramının hafızama kötü hükmetmesinden, acılar yaşatmasından korkuyorum. Ölümden korkuyorum denilebilir. Kendimin değil ama. Sevdiklerimin… Karamsar bir giriş yaptım galiba özür dilerim. Sen neler yapıyorsun onlardan bahset, yüzümüz gülsün…

— Yüzümüz gülsün derken yüzünün aldığı şekli bile özlemişim… İki yıldır şurada gördüğün alışveriş merkezinin bölge sorumlusuyum, idare ediyorum… Ben de konuyu üzücü haberle üniversite günlerine bağlayacaktım. Bizim Cenk vardı ya, yakışıklı. İki gün önce trafik kazasında ölmüş. Alkollüymüş, zil zurna… Onun haberini alınca üzüldüm, sonra eski günler geldi, sen geldin aklıma. Yaşamın kontrolü sanki bizde, ölümlü dünya dedim kendi kendime, Ahmet’ten aldım telefonunu.

— Ahmet bana söyledi. Yakışıklı için üzüldüm, daha çok zavallı babasına üzüldüm, ölüm kalanlar için zor. Ölünün arkasından konuşmuş gibi olmayayım, mayası bozuk bir adamdı yakışıklı. Çıkarsız tek hayrı dokunmamıştır kimseye. Tipinin ekmeğini yedi hep. Hepiniz de peşinden koşardınız. Evet, sen dahil…

— Hayır, yakışıklı iğrenç bir adamdı, benim peşimden koşan oydu. Kantindeki merdaneyle kafasını yardıktan sonra sokulamadı yanıma… Ben esas sana platonik âşıktım. Sen çok konuşmazdın ama çok efendi konuşurdun. Cam gibi parlak ama ağır ağır, alçak sesle, utangaç… Konuşurken yüzüme bile bakamazdın. İçine düşecek gibi olurdum, balmumu gibi erirdim karşında, sen yine de göremezdin arkadaş! Yetişkin vücutta bir sübyan yüreği kadar temiz, saf. Öbür çocuklar çok kaba kalırdı yanında.

Haliç’in üzerine bir sis perdesi çöktü şimdi. İkindiden akşama, baharın ilkinden sonuna geçen bir çizginin tam üzerindeyiz. Acaba ben de mi eteğimdeki taşları döksem? Boş ver. İçini filtreleyerek dök, yaprak dökecek mevsim değil. Sormadan edemedim:

— Niye açılmayı denemedin?

— Ben ayran gönüllüydüm oğlum. Hatırlıyorum da, çok fena kızdım ben. Taş gibi katı olsun isterse, sonunda dalından ayrılıp kucağıma düşerdi erkekler. En kralını bile talimli maymun ederdim. Ama sana başka meyilliydim. Sen zırhı saf çelikten bir çocuk, o kadar içli, bir o kadar donuk.

— Çocuk demenden hoşlanmıyorum. Sen 91’lisin ben 90’lı!

— Tamam, Kerem Bey! Soruna dönersek, üzmek istememişimdir belki? Aşk tanımım, eski Türk filmlerinden ibaretti. Aşk sızıydı, acıydı, çatışmaydı, hassas gönüller için yalancı bahar, sonrasında ölüm gibi bir şeydi… Tanımını yaptığım aşk kusursuzdu yani, o da eski melodramlarda kaldı. Benim tahminim, sen bu hayatta bir kere sevecektin, belki de o anda başkasını seviyordun. Ama hayatın boyunca o duygusal darbeyi bir kez tadacaktın… Tırnaklarını çeken, elektrikli sandalyeye oturtan, çivili tabutlara yatıran ben olmak istemedim… Çok seviyorum galiba ama gönlüme ilk ben güvence veremiyordum ki, bu çocuğun ahını alamam diyordum, pardon yine çocuk dedim… Kimileri seni soğuk bulurdu, ben çok hisli bulurdum. Hisli, zeki, gizemli. Fazla abarttığımı o zamanlar da biliyordum. Aşk, bir abartı sanatıysa platonik aşk; binlerce hayalin içinde yalnız yaşadığın sadık bir sığınak… Uzaktan çok izlemişimdir seni. Hatırlıyor musun, burnundan ameliyat olduğunda tamponları düzeltme bahanesiyle burnuna dokunurdum.

— Vay, vay… Aşkla dokunsam Kerem gibi yanardım, diyorsun yani. Kadın milleti işte böyle tuhaf, kaçarsın kovalar, kovalarsın kaçar… Belki senin peşinden koşan ben olsaydım hiç böyle hissetmeyecektin? Aşk, cephe savaşı gibidir, işkembenin ortasına mermi alınca ne bok yiyeceğini bilemezsin…

(…)

— Peki Kerem Bey, yıllar sonra nasıl buldun beni?

— Sözlerin yer yer sitemli, çok cesur, etkileyici, şairane, kitap gibi konuşuyorsun, Shakespeare tiradı gibi… Eskiden hiç böyle değildin. O zaman söylemeye fırsat olmamıştı: Çok güzelsin. Hâlâ… Peki sen Feride, yıllar sonra nasıl buldun beni?

— Küstah.

Tepe iyice karardı. Haliç’in üzerindeki tatlı avarelik yerini kederli, trajik bir görüntüye bıraktı. Sokak lambaları iri ateş böcekleri gibi yandı. Aramızdaki sohbet bir akşamüstü esintisi gibi sakin devam ederken, vahşi fırtınalar çıkarma sırası sonunda bana geldi:

— Senin bana olan ilgini hiç fark etmedim sandın değil mi? İşte o dokunaklı halim hep bu yüzdendi. Anında ağına düşerdim ama sen çok tehlikeliydin kızım. Anamdan emdiğim sütü burnumdan getirirdin. Ben tehlikeden uzak öyle iyiydim. Akşamları evde kadife yumuşaklığında bir ergen gibi yerden kesilirdi ayaklarım. Düşlerimin coşkusuyla sarhoş olurdum. Doğru, gözlerine bakamazdın, bakamazdım çünkü yemyeşil cennet bahçesi gözlerinde meçhul ümitlere girmekten korkardım. Beni o bahçede soğuk rüzgarların karşılamasından korkardım. Al Pacino, Tony Montana rolü için, “o karakterin korkusuzluğunu sevmiştim” der. Ben de senin hafif psikopat, korkusuz karakterini sevmiştim… Buraya oturduğumuzdan beri ne kadar çok “korkmak” fiilini kullandım fark ettin mi? Belki de sana duyduğum his korkuyla karışık bir hayranlıktı… Hatırlıyor musun, şimdiki gibi değil, beline kadar saçların vardı o zaman. Sen ön sıralarda oturuyordun. Tahtayı göremiyorum bahanesiyle Tuğçe’yi kızağa çekip tam arkana oturdum. Masamda bukle bukle, dalga dalga salınan o koyu kumral topluluk saç mıydı? Her bir teli kainatın yüreğinden kopan parlak hançer gibi! Bakı yönüyle ters düşen gölgeli ekin tarlası gibi. Aman Allahım! Mutluluktan köpürüyorum… Nisan sonu açan papatyalar kadar taze. Dokunsam elimde kalır. Koklasam mı? Hayır, bunlar saç değil dedim, bunlar ince işçilik isteyen bir sanat şekli, hayat felsefesi… Sene sonu için pano hazırlıyorduk ya, makas da var yanımda. Kişisel tarihimin en çılgın eylemini yaptım: Saçlarının ucunu hissetirmeden, bozmadan çok küçük bir parça aldım. Olay yeri inceleme polisi gibi bu en güzel delili şeffaf, minicik bir poşede koydum. Akşamları koklarım diye. Misafir odasındaki kahve fincanında hâlâ durur. Kapalı şekilde. Tarihtir neticede, durmaya devam edecek… Gençliğinin bir parçası bende mevcut, saçların ağardığında görmeye gelirsin… Gözlerin mi doldu?.. Yaa Feride, ben de seni uzaktan izliyormuşum demek ki. Hatta sadece izlemekle kalmıyormuşum… O bitirim, asi halini düşündükçe sana sokulmamakla iyi yapmışım diyorum şimdi… Gerçi ben senin tellerini tıngırdatarak akort etmeyi bilirdim ya, neyse…

— Ben de akort etmeye çalıştığın nesneyi kafana geçirmeyi bilirdim!

— O zaman biz seninle kendimiz dahil hiç kimsenin bilmediği gizli bir saldırmazlık paktı imzalamışız. İyi de olmuş, bak bu sayede, burada, şimdi konuşabiliyoruz.

Ayın huzmesi tepemizden vurmaya başladı… O anda masanın üzerindeki telefon titredi. Gelen çağrıda “Aşkım” yazıyor. Evet, diye açtı telefonu Feride. İçindeki bütün özsu kurumuştu. Telefonun öbür ucuyla aralarında bir soğukluk olduğu kesin. Barbar, kesin, buyurgan konuşan bir erkek sesi aşağılayıcı kelimeler kullanarak bağırıyor. Trajik olanı, zannımca bu anlık bir öfke patlaması değil, adamın olağan tarzı. Feride telefonda hazin bir sinir idmanı yapıyor, kısa cevaplar vererek durumu kurtarmaya, andan kurtulmaya çalışıyor. Beş dakika önce mutluluk saçan gözleri boşluğa saplanarak dumanlandı, utançtan yüzüme bakamıyor. Utancının sebebi sevgilinin o üslupla konuşuyor olması değil, ona çoktan alışmış sanırım. Konuşulanları işitmiş olmamdan utanıyor.

Saygınlık, senin etrafa nasıl davrandığından ziyade, sana nasıl davranıldığıyla ölçülür. İlişkide saygı, binayı ayakta tutan kolonlar gibidir. Korkunç şekilde örseleniyorsa yıkılmaya mahkumdur. Saygı bitmişse sevgi; abartılı, arabesk biçimde dillendirilse dahi iki vücutta can bulamıyor. Can bulacak şeyin tanımı, enkaz yığınına dönecek olan bir harabe.

Gerçi bunların arasında hiçbir bağ kalmamış gibi duruyor. Geriye tek şey kalıyor: Menfaat ilişkisi… “Sen nasıl bir cendereye sıkıştın Feride? Heybetli gölgeni ciğeri iki paralık insanlara nasıl çiğnetirsin? Bu yaratığın nasıl esiri olursun? Bu adam Sultanahmet kenefine ibrik yapılmaz!” diye söyleniyorum içimden. İncitmemek için elimden geleni yapıyorum o anda. Karanlık sulardan küheylan gibi geçen ışıklı bir yelkenli çok ilgimi çekmiş gibi yaptım… Yoo yoo, sizi hiç duymadım, duymuyorum dercesine… Feride telefonu kapattı. İkimiz de hafifledik. Bir süre mutlak bir sessizlikle gözlerimiz yelkenlide, düşüncelerimiz yerin yedi kat dibindeydi… Sonradan öğrendiğime göre adam, toprak ve nüfuz sahibi vekilin tek çocuğuymuş…

Anladım ki, koca şehirde ıstıraplarıyla yapayalnızdı bu kız. Ben onun aklında soylu, yüksek ruhlu biri olarak kalmıştım; o, bu hoyrat adamın oyuncağı olmuştu. Birkaç dakikalığına da olsa eski günleri yâd etmek adına sığınacak bir limana o kadar ihtiyacı vardı ki… Babasını 14 yaşında kaybetti. Eskilerde kalan o kutsal kıvılcımı, pervasız cesareti buradan geliyordu belki… Sonradan mantığını çalıştırıp güzelliğin kullanılması gereken güçlü bir silah olduğunu fark etmiştir, kim bilir? Yüksek yerlerde olmak için duygularını gönüllüce iptal edemez değil mi? “Çünkü bir kez kendi doğasından uzaklaştı mı insan, onu artık hiçbir sınır durduramaz…” diyordu yazar. Hayır hayır! Bilemiyorum… Bildiğim tek şey var: O merdane, çağlar boyunca yakışıklı gibi çulsuzların başına inecek, maddi gücü elinde tutan bu endazesiz eşşeklerin karşısında yutkunmak zorunda kalacaktı. Kızamıyordum ona. Belki de orada olmasam o adamın çanına ot tıkardı, benden utandı? Kesinlikle böyle olmalı!

Tepenin esrikleştirici kokusu, Haliç’in som mavi görüntüsü kalmamıştı artık. “Kalkalım mı?” dedi.

“Dur,” dedim, kararan dünyasını bir nebze aydınlatmak için, Pir Sultan okuyayım:

Hasretine vâsıl olam mı böyle?

Mecnun’a da bakî kalır mı Leylâ

Ölümlü dünyadır, gel helal eyle…

Gökyüzü gibi dupduru gülümsedi. Gülümsemenin bulaşıcı etkisi bana da geçti. Helalleştik, bir daha yüz yüze görüşmeyeceğimizi biliyorduk, yine de “görüşmek üzere” diyerek sarıldık, ayrılmak üzereydik ki… Birden adım yankılandı. Arkamı döndüm. Ensemde soğuk bir rüzgar. Feride tempolu adımlarla bana yaklaşıyor. Telaşlı, çantasını kurcalıyor, düşümde tabancayla ölmek yoktu… Derken korktuğum şey değil fakat yine bir metal çıktı çantadan. Gümüş bir yüzük. Çıkarıp uzattı:

— Az kalsın unutuyordum bunu vermeyi, hatırlamadın mı?

Hiçbir şey hatırlamadım. Sonra… Sert bir buzula çarpmış gibi oldum. İstinye’deki boncuk pazarından yıllar önce bir liraya almıştım. Maddi manevi değeri yoktu ama okulda bana iki yıldan fazla yarenlik etmişti.

— Parmağıma girmiyor, kilo aldıysam demek ki… Saçlarımın seyreldiğini ben de biliyorum Feride. Senden kestiğim saçları birleştirip protez yapsaydım saçlarıma tarak girmezdi. Fotoğraflarımız bile var bu yüzükle. Sonra kayboldu aniden… Sen aldın demek! Deli kız.

— Ben yıllardır senin yüzüğünü, sen de benim saçlarımı saklamışsın. Bence sen buradan, Lale devri rehavetine çok da kapılmadan tatlı bir hikaye çıkarırsın… dedi bal damlayan gülüşüyle…

Bin yılın yol yorgunu gibi kalakaldık… O duygular zamanla körleştiğinden yeniden canlanması mümkün değildi. Aşk coğrafyasının kanımızı alevlendiren derin zarafeti şimdi gülümseten hatıralar olarak zaman zaman anılacak, bu buluşma sosyal medyadan sürecek güçlü bir dostluğa yol açacaktı…

Son sözüm olsun. Ebuzer’de geçer: Bu hikâye, bir kabilenin içinden kopup ıssız bir çölde dinen fırtınanın serüvenidir…

Kerem Han


  • nedim pala

    nedim pala 26.12.2018

    Yine mi hüzün.. yine mi keder ? keşke vakti zamanında bunu yapsaydım, şunu seçseydim, şöyle davransaydım pişmanlıkları.. üstüne üstlük, her sabah her akşam E-5'ten işe gidip gelirken geçtiğim Haliç köprüsü üzerinden usulca baktığım Piyer Lotide ! Bu ne yaman çelişkiydi.. üstelik yine bize-size hüsran yine bize-size keder düştü Kerem Bey !

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.