Öykü
Osman Efendinin Makus Talihi

İlkokul yıllarım, hayatımın geri kalanı için ibret verici dersler ve dünyanın düzeni hakkında kesin fikirler edinmemi sağlayan sıradışı olaylar eşliğinde geçmişti. Şimdi geriye doğru o günlere baktığımda nasıl bir insan olacağıma dair ip uçlarının ortaya çıktığını, kimliğimin olaylar ve insanların yarattığı etkilerle nasıl da keskin hatlarla şekillendiğini görebiliyorum.
O zamanlar oturduğumuz lojman; babamın kasaba okulunun müdürü olmasından ötürü diğer lojman dairelerinden daha üst katta ve nispeten bakımlıydı. Ben de bununla gurur duyardım. Çocukluk işte! Anne ve babamızı dünyanın en müthiş insanları zannettiğimiz, onları niteleyen bazı özellikleri yüceltmenin dolaylı olarak kendi benlik duygumuza katkı yaptığı bir saflık dönemi...
İçinde koşup oynamayı çok sevdiğim, lojmanın arka bahçesine komşu ilk ve ortaokul binasının bahçe duvarları boyuma oranla gözüme çok yüksek görünürdü. O duvarlara tırmanıp okul bahçesine atlamanın hayallerini kuruyor, böylece büyüdüğümü kendi kendime kanıtlamanın bir yolunu bulduğumu sanıyordum. Daha derinden düşününce şimdiki hayatımda muhtelif şeylere isyan edip bazı yüksek duvarları aştığımı sanırken, beri tarafta vardığım yerlerde yine gücün ve otoritenin kötüye kullanılıyor oluşundaki ironinin, o günlerden beri aynen devam ettiğini fark ediyorum.
Sağlam yapıldığı hantal silüetinden belli olan, 60’lı yıllar mimarisinin tipik hatlarıyla bezeli kalın tuğla duvarlı, küçük pencereli, dar balkonlu üç katlı lojman binasının merdiven boşlukları ile ortasında yerleştiği o kocaman bahçe, benim eşsiz krallığımdı. Bahçenin bir köşesini kaplayan asmalı çardağa bitişik, geniş dikdörtgen süs havuzu ile etrafındaki meyve ağaçları, çocukluğumun unutulmaz anılarının sahnesi olmuştu.
Havuzun çivit mavisi mozaiklerini, diz boyunu şöyle böyle aşan derinlikteki suyun kıpırtıları ile şekillerini kaybedip eğilip bükülürken izlemek hipnotize edici güzelliği ile aklımı başımdan alırdı. Suyun dansını seyredip hayal dünyasına dalmakla kalmaz; havuza girip su yüzeyinde biriken yeşil yapraklar üzerinde vıraklayıp duran, uzun dilleriyle yüzeye pike yapan sinekleri avlayan küçük toprak rengi kurbağaları da kovalardım.
Kurbağalar, bence dünyanın en olağanüstü hayvanlarıydı. Düşünsenize; ben bir kurbağayım ve belki de kol ya da bacağım mesafesindeki bir yiyeceği sadece dilimi uzatarak alıp ağzıma atabiliyorum... Ne müthiş bir beceri!
Okulumuzun edebiyat öğretmeni olduğu için kompozisyonlarımın hep tam not almasına mecbur kaldığım annem; sanırım en çok da oğlunun kurbağa sevgisi yüzünden sıkıntı çekmişti. Günlerden bir gün okul için alınmış güzelim siyah rugan ayakkabılarım ve kısa pantolonumla daldığım havuzdan binbir özenle topladığım, itinayla ceplerime tıkıştırdığım onlarca kurbağa ile çıkıp onları eve getirmekle kalmamış, bir de üşümesinler diye hepsini birden anne babamın metal başlıklı, yün şilteli yatağındaki kocaman atlas yorganın altına yerleştirmiştim. Aslında gerçekten takdir edilecek bir iş yaptığımı düşünürken, annemin kımıl kımıl oynayan yorganı kaldırınca birden etrafa saçılan kurbağaları görerek attığı korkunç çığlık, şaşırmama sebep olmuştu. Yine de çığlığın tonundan çabucak oradan kaçmam gerektiğini anlayacak kadar tanıyordum annemi...
Düzensizce bahçeye dağılmış meyve ağaçlarına, mevsimine göre sırayla olgunlaşan meyvelerini toplamak üzere tırmanarak yine annemin kalbini pek çok kez ağzına getirmişliğim vardı. En çok baharı müjdeleyen can eriği ve yazı bitiren elma ağaçlarına düşkündüm; onları topladıktan sonra gömleğimin içine ve ceplerime doluşturmak daha kolay oluyordu. Bugün bile ağaçlardan o kadar meyveyi nasıl hiç tepe taklak düşmeden toplamayı başardığımı merak ediyorum...
Ablamla iyi anlaşırdık, benden beş yaş büyüktü, tabii ki o yaşlarda bu bir nesil farkı sayılırdı. Onu severdim, bana karşı her zaman koruyucu, kollayıcıydı ama konu benim etrafımızdaki muhtelif hayvanlarla ilişkilerime gelince nedense birden yakınımdan kayboluverirdi. Sanırım bunun nedeni yakaladığım çekirgeleri gizlice okula sokmak için onun kalem kutusu ve okul çantasının ceplerini kullanmam olabilirdi. Ne yapayım, benimkileri okul kapısında kontrol etmeyi öğrenmişlerdi!
Babam gayet ciddi bir adamdı, onun hem babamız hem de okulumuzun müdürü olması yüzünden ablam da ben de ikilem içindeydik. Çoğunlukla ona karşı ne zaman, nasıl davranacağımıza emin olamadığımızdan duygularımızı göstermekte güçlük çekiyorduk. Aldığı geleneksel terbiye ve eğitim yüzündendi belki; babam da duygularını sözlerle ifade etmez, çocuklarıyla iletişiminde dolaylı bir yol olarak annemi kullanırdı.
Ben bu durumla baş etmek için gayrı ihtiyari babamın jestlerini ve mimiklerini takip ederek ruh halini anlamayı öğrenmiştim. Eh, tabii biraz zaman almıştı ama o kadar da çapraşık değildi. Babamın ellerini kullanışı, kollarını bağlayışı ya da pek severek içtiği gül ağacından piposunu tutuşu bile ruh hali hakkında çok şey söylerdi. Mesela sinirlendiğini piposunun ucunu kemirmesinden ya da üzüldüğünü saçlarını sıvazlamasından anlardım. Haylazlıklarımdan sonra başıma gelecek şeyden önceden haberim olmasını sağladığı için babamı izlemenin çok faydasını görmüştüm doğrusu.
Babam bana olan sevgisinden olacak; yaramazlıklarıma sinirlense de kızdığını açıkça göstermez ve bana pek sık ceza vermezdi. Yine de benim için en ağır cezanın ne olduğunu çok iyi bilirdi; odamda kapalı kalıp dışarıda gönlümce oynayamamak...
Aslında evde pek az konuşan, hele annemle söylenmesi gereken günlük sözler dışında sohbet ettiğini pek görmediğim için bunu doğal hali zannettiğim babamın; farklı koşullar altında bambaşka bir halinin ortaya çıktığını öğrenmem ilginç olaylar silsilesi sayesinde olmuştu.
Sonbahar rüzgarlarının serin esintileri arasında ablamla elele tutuşmuş, çarşı caddesindeki kırtasiye dükkanından alışverişimizi yapıp lojmana döndüğümüz bir gündü. Kaygısızca yolda yürürken, karşımızda okuldaki üst sınıfların matematik öğretmeni Nigar hanımın güler yüzü ve arkası dikişli ince çoraplarını tamamlayan topuklu ayakkabıları ile düzgün silüeti belirmişti. Bizi uzaktan gördüğü zaman yolunu değiştirip ablamla benim yanıma yanaşmasını, ona karşı beslediğim gizli saklı ilgimin şanslı bir ödülü sanmıştım. Nigar hanım, genç olmak için yaşlı, yaşlı olmak için ise henüz genç bir yaştaydı, hakkında dul olduğu ve çocuğu olmadığı dışında pek bir şey bilmiyordum, ışıltılı yeşil gözleri ve her zaman gülümseyen yüzü ile kalabalık içinde bile dikkat çeken bir kadındı. Bir gün benim sınıfıma da derse gireceği ümidi ile olgunlaşmamış erkeksi duygularıma malzeme yapıyordum onu.
İlk olarak sevecenlikle çenemi okşayıp ablama hal hatır sordu, hayatımdan çok memnun bir şekilde onun müzikal sesini dinliyordum, oysa ablam kaşlarını çatarak beklenmedik bir soğuklukla sert ve kısa cevaplar veriyordu Nigar hanıma; olan bitene bir anlam verememiştim. Tam o sırada aniden yağmur bastırdı, Nigar hanım yanındaki şemsiyeyi açıp gülümseyerek ablama uzattı, ablam ise kısaca teşekkür ederek şemsiyeyi geri itti, bir yandan da benim elimi sıkarak ve çekiştirerek oradan götürmeye çalışıyordu. Hızlanan yağmur altında Nigar hanımı elinde şemsiyesi ve hüzünlü bakışları ile geride bırakarak kaçarcasına oradan uzaklaştık.
Yol boyunca surat asmıştım, en sonunda dayanamayıp ablama neden şemsiyeyi almadığımızı sorduğumda bana Nigar hanımın kötü bir kadın olduğunu, onu hiç sevmediğini, benim de onunla konuşmamı istemediğini söylemişti. Konuşurken bir yandan da gözlerinden dökülen yaşlara şaşkınlıkla bakmış, ablamı bu kadar üzmek için Nigar hanımın ne yaptığını çok merak etmiştim.
Sonunda kafamdaki sorulara bir cevap buldum tabii ki ama oraya daha sonra geleceğiz, o günlerin en önemli hadisesi, Osman efendinin makus talihi yüzünden başına gelenlerdi.
Bizim lojmanın arkasında daha önceden derme çatma yapılmış ama biz geldikten sonra babamın emri ile hademelerin kalaslarla güçlendirip kapısına gözenekli teller gerdiği bir tavuk kümesi vardı. Annem büyüdüğü köyünde alıştığı şekilde özenle tavuk besleyip bize her gün taze yumurta yedirmeyi kendine görev edinmişti. On iki tavuğumuz ve hepsinin koruyucusu kümesin hakimi Osman efendimiz vardı. Kocaman kırmızı ibiği ve siyah, parlak teleklerinin tamamladığı gösterişli hali ile hayat bilgisi kitaplarında resimlerini gördüğümüz horozlarla aşık atabilirdi. Her sabah tan ağarırken nağmeli ötüşleriyle tüm lojman ahalisini uyandırıp güneşin doğuşunu kutlayan Osman efendi, benim en iyi hayvan arkadaşımdı. Aslında sanırım o arkadaş olduğumuzun farkında değildi ama olsundu, her gün okuldan sonra akşam yemeğine kadarki oyun zamanımın büyük kısmını onun peşinden koşarak ve yakalayabildiğimde siyah uzun teleklerinden birisini çekip kopartarak geçiriyordum.
Birgün koparttığım o telekleri biriktirerek uçmak için onlardan bir kanat yapabilmeyi hayal ediyordum, bir horozun yerden bir kaç metreden fazla yükselemediğini hesaba katarsak bu hayalimi gerçekleştirmek için epey bir telek ve zaman harcamam gerektiğini fark etmiştim.
Yine Osman efendinin peşinden koşturduğum ve teleklerinden birini daha gözüme kestirdiğim bir gün nedense kaçmak yerine savunmaya geçmeye karar vermesi ile olayların yönü değişti. Aniden geri dönüp üzerime doğru hamle yapmasıyla havalanması bir oldu, kendimi korumaya çalışsam da yüzümü gagaladığını ve tepemden aşarak arkama düştüğünü, sonra uzun ötüşlerle uzaklaştığını hatırlıyorum. Sonrasında herhalde korkudan ya da heyecandan olacak, bayılmışım. Her yer karardı, sesler sustu. Uyandığımda yatağımda uzanmışken yüzümün bir tarafı ve sağ gözüm sargılar altında idi; zavallı Osman efendi can havli ile göz kapağımı ve alnımı gagalamıştı. Neyse ki gözüme bir şey olmamıştı, annemin günlerce yanımda usul usul ağladığını ama babamın sadece bir defa yatağımın yanına gelip çatık kaşları ile beni süzdüğünü hatırlıyorum. Sanırım horoza çektirdiğim eziyetlerin farkında olan bir tek o vardı.
Aslında evde hasta gibi yatmak ve okula gitmemek çok hoşuma gitmişti, çünkü her istediğim yapılıyor, paşalar gibi muamele görüyordum. Hangi yemeği istersem pişiriliyor, çikolatalı süt bile içebiliyordum. İstediğim kadar radyo dinlememe bile müsade etmişlerdi. Girmem gereken bir sınavı kaçırmayayım diye annem sınav sorularını evde, yatağımda iken çözdürmüştü. Sargıları bir kaç gün sonra çıkardılar, sadece alnımda küçük bir iz kaldı geriye, açıkçası bana korsanların yara izleri misali erkeksi bir hava kattığını düşünerek memnun bile olmuştum. Yataktan kalkmama izin verildiği gün okula gitmek için evden çıkar çıkmaz, koşarak arka bahçeye geçip Osman efendi ile konuşmak istedim, ortalıkta görünmüyordu, sonra baktım ki kümesin içinde hapis! Artık onu dışarı salmıyorlardı, belli ki yeni bir hadise istenmiyordu.
O gün okulda çok güzel bir gün geçirmiştim. Yaşadığım sıradışı olayı herkese ballandıra ballandıra anlatıyor, geçirdiğim küçük çaplı savaştan geriye kalan savaş yaramı arkadaşlarıma gururla gösteriyordum. Eve döndüğümde akşama misafir geleceğini , önce ödevlerimi hızlıca bitirip hazırlanmam gerektiğini söylediler. Yemek saatine kadar her şey normaldi, misafirliğe gelen annemin öğretmen arkadaşlarıyla beraber sofraya oturduk, çorbadan sonra getirilen tencereden çıkan etler misafirlerin ve bizim tabaklarımıza pay edildi. Bana üzeri sosla kaplı bir but parçası verilmişti. Önce kısa bir an durumu idrak edemedim, sonra ne olup bittiğini kavradım ve avazım çıkıtığı kadar ağlamaya başladım. Dur durak bilmeden ağlıyor, bağırıyordum, annem beni güçlükle sofradan kaldırıp odama götürdü, sakinleştirmeye çalıştı. Ne kadar zaman ağladığımı ve ne zaman yorgunluktan bitap düşüp uyuyakaldığımı hatırlamıyorum. Osman efendiyi bana zarar verdi diye kesip yemek yapan annemi çok uzun süre affetmedim ve Osman efendinin butunu asla yemedim.
O günden sonra geceleri rüyama giren Osman efendi yüzünden uykularım bölündü yıllarca. Bana kızgın olduğu açıkça belli olan Osman efendi, sonsuz tepelerde uzayıp giden yemyeşil bir çayırlıkta koşturup duruyor, ben de arkasında hiç bitmeyecek bir kovalamaca içinde helak oluyordum. Kan ter içinde uyanıyor, uzun süre yeniden uyuyamıyordum.
Yine böyle gecenin bir yarısı uyanıp Osman efendinin gazabından kurtulmuşken annemle babamın odasından gelen mırıltıları duydum, zaten uykum açıldığı için beni dürten güdünün sesini dinleyip, gürültü yapmadan kapılarının önüne kadar gidip kulak kabarttım. Alçak perdeden devam ediyor olsa da bir kavganın süregeldiği anlaşılıyor, babamın sert tonu ile annemin ağlamaklı sesi seçilebiliyordu. Karmakarışık kelimelerin arasından “Nigar hanım”, “elalem” , “rezillik” ve “dedikodu” sözcüklerini anlayabildim, o zaman ablamın daha önce Nigar hanıma neden o kadar kötü davrandığını idrak ettim. Demek ki ablamın olan bitenlerden önceden haberi vardı. Uzun zamandır evimizde devam eden sessiz inatlaşmayı babamın doğal hali zannetmiştim, oysa Nigar hanımla ilişkisi yüzünden annemin babama küskünlüğünün tezahürüydü. Açıkçası ne düşüneceğimi, kime kızacağımı bilemiyordum, anneme acımak ve onun tarafını tutmakla, öylesine hoş bir kadını kendine bağladığı için babama saygı duymak arasında kalmıştım. Bundan sonra da hayatım boyunca suçlu ile mağdur arasında seçim yapmakta zorlanacaktım, hangisi haklı, hangisi haksızdı?
Annemle babam, babamın uzun zaman gizli kalan kalp hastalığı yüzünden vefatına dek daha uzun yıllar birlikte yaşadılar. Başka şehirlerde daha büyük okulların müdürlüğü ve daha sonraları milli eğitim müdürlüğü yapan babamın peşinden şehir şehir dolaştık, artık işaretleri daha dikkatle gözleyebildiğim için gittiğimiz hemen her şehirde babamın farklı bir sevgili edindiğini anlayabiliyordum. Bu yüzden babama hiç bir zaman kızamadım, nedense yaptığı şeyi yapmaya mecbur olduğuna dair açıklanamaz bir inancım vardı. Annemin sessiz kabullenişi ve incinen gururu yüzünden gün geçtikçe değişen yüz ifadesi yıllar boyunca içimi acıttı, yine de babamın ölümünden sonra bile onunla geçmişin hayaletleri ve babamın ona çektirdiği acılar hakkında hiç konuşmadım. Zaten annem geçmişte değiştiremediği ama birlikte yaşamak zorunda kaldığı gerçekleri, belki de tanrının bir lütfu sayesinde bir bir unutmaya başlamıştı. Artık Alzheimer hastalığı yüzünden bütün hayatını aldatılmış bir kadın olarak geçirdiğini hatırlayamıyordu. Onun bakış açısı ile yaşadığı hayatın nasıl göründüğünü asla öğrenemedim.
Artık sevdiğim pek çok şey gibi annem de hayatımda değil... Beni avutan bazı şeyler var yine de, bazı geceler onu rüyamda görüyorum. Tuhaf rüyalar bunlar; çok canlı, adeta gerçek gibi karşımda belirse de nedense hiç birinde konuşmuyor annem, bakışıyoruz uzun uzun, nedenini anlamıyorum ama gözlerindeki ifade beni hüzünlendiriyor...
Füsun Tünay
Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.
Doğa Yaşar 26.08.2020
Öyküde betimlemeler öyle güzel yapılmış ki her bir durum insanın gözlerinde canlanıyor. Nigar hanım kısmı biraz daha açılabilirdi sanki. Makus talih konusuna gelince bir ironi sezdim. Annenin makus talihine bir atıf var bence :) Duru anlatımın için teşekkürler Füsun, Başka öykülerini heyecanla bekliyor olacağım. Yolun daima açık olsun..
kaan arslanoğlu 26.08.2020
Füsun Tünay'ın öyküleri gönderdiği ilk öykülerden beri hep eğlencelidir. Ama aynı zamanda insan psikolojisinden iyi anlayan biri olarak insana anlamlı dokunuşlar içerir, düşündürücü ve yer yer dokunaklıdır. Bu hikaye de onlardan biri. Öykü tekniği açısından zorlamaya girmeyen, alçak gönüllü, ama birçok yeni yazarda rastlamadığımız bir bütünlük ve düzgünlük gösterir. Değişik yönlerden eleştirenler de çıkıyor tabii. Bunlar da kısmen haklılık taşıyor. Dilin biraz daha zenginleşmesi, zenginleşirken basitleşmesi gerekiyor belki. Bir de bu öyküye özel not. Ben uzun süredir horoz ötüşlerini "Osman abiiiii!" gibi duyardım, çevremdekilere de bunu söylerdim, bu algıya katılırlardı, gülerlerdi. Demek ki o horozların bir bildiği varmış.. :)
Yusuf Bodur 25.08.2020
Harika konusu, duru ,sade anlatımı ile keyif veren bir öykü..Teşekkürler. Devamını bekleriz...