Şiir
Nesne ve 'An'ı Hafızaya Kazıyan Şiirler

İnsan denen canlının içinde hep bir şeytan dolaşır ve hep bir yerleri kemirip derin yaralar ardında bırakarak ilerler. Ne zaman o şeytana dur dense “geçmiş” bir yerde duvara asılı bir tablo gibi kalır ve o tabloyla yüz yüze gelindiğinde hüzünler canlanır. Tıpkı fırtınalı gecede teknesi alabora olmuş bir balıkçıyı kurtaran İp Merdiven’in kana bulanması gibi, belki içinde balıkçısı çoktan sızmış yorgun eski bir kayık gibi. Birazdan tahtalar çatırdayacak ve kayık balıkçısını taşıyamayarak engin sulara gömülecek gibi... Hüzünlü birer sinematografik hikâye gibi. Bu dizeleri okudukça aklım bir film setinde gerçek yaşamdan parçaları bilinçaltıma kaydediyor.
Dahası da var, akıtan bir dolmakalem düşünün ve beyaz pelür bir kâğıda değdiğinde mavi mürekkep dağılır içe, acı belirginleşir. Sonra bir uzun yol otobüsü ve sonra bir deniz feneri ve bir biri ardına sıralanan sembolik nesneler geçmiş ile aramızdaki bağlara tanıklık etmeye başlar.
Bütün bunlar, şiiri hayatın bir biçimi gibi gören ve okura yaranmak türünden kaygıları olmayan şair Nihat Ateş’in Akla Çarpan (Yitik Ülke Yayınları, 2013) şiir kitabını okuduktan sonra kafama doluşanlar. Ateş, çeşitli nesneleri görselleştirerek hafızamıza kazıyor, onların insan denen canlının yaşamında nasıl roller üstlendiğini birer fotoğraf gibi kitabın sayfalarına aktarmış.
Şöyle diyor şair; “uzun upuzun/eski epeski/boş bomboş/bir sokak gibi/kullanıyorum aklımı bugünlerde”... Duvara çarparcasına irkiliyor insan, uzun eski boş bir sokak, geçmişin derin izlerini kalbe saplayan bir hançer gibi; bir ömür mü, boşa geçen bir hayat mı, kimsesizlik ve çaresizlik mi? Onlarca soru canlanıyor ve bir o kadar da hikâye.
Şairin okura yaranmak kaygısı yok, ama toplumsal kaygısı var. Öyle ki; bir darağacına gönderme, devletin öldürdüğü bir militanın hesabı, üzerine yıkılan bir şehrin anıları. Ve biz bütün bunlara geçmişten günümüze kadar hep tanık olduk; şehirler nasıl yerle bir oldu, gördük. Daha geçenlerde sokak ortasında hayatımıza tanıklık eden bir tarihi yapıyı savunan bir ‘militan’ın öldürülüşünü izledik ve ne yazık unuttuk da.
Şiirin gerçek yüzü böyledir, bir kelimeyle bir hikâye, bir cümleyle bir dünyayı anlatır. Nihat Ateş öylesine güzel işlemiş ki; akılla var olan bütün nesnelerin yerine geçip kendimizi sınayabiliriz. Bir fotoğraf o anın ölümsüzlüğüdür, her şey değişir, ölür; ancak o an o fotoğrafta sonsuza dek yaşar. Ateş, bu denklemi çok başarılı bir şekilde kullanmış; şuna işaret ediyor; görüntüyü hafızanıza kaydederseniz unutmazsınız, ve kayıt da yazıyla olur. Hatırladığınız her şey geleceğinizin aynası olacaktır.
Sonunda bir de Nihat Ateş’e sordum “aklıma” bu takılanları…
“Neden Akla Çarpan? Şiirinde bu tema nereden çıktı?
Daha önceki kitaplarımda da, şiirlerimde de 'akıl' önemli kavramdır. 'Ah bedenim bedenim/Aklımın koltuk değneği' bir başka şiirimden başka bir imge örneğin. İnsan tekinin akıl ve duygu arasında kalmış olması, durmadan kaldırmaya çalıştığım derideki bir kabuk gibi geliyor, kaldırdıkça yaranın derinliğine ulaşacağımı sanıyorum; ulaştığım bir yer olmadı. Yine de bu birlikteliğin insanı üçboyutlu bir canlı haline getirdiğini hissediyorum. Tarihsel, uzamsal, duygusal...
Sembol olan eski nesneler aklın yerini alınca geçmişe derin ve hüzünlü yolculuklar başlıyor, sizi bu kadar derin hüzne iten şey neydi?
Eski değiller sadece, gündelik olan nesneler. Gün boyunca yanımızda yöremizde olan nesneler. Bir pencere, bir masa, bir kütüphane... Eskilikleri 'anı' olmuşluklarından, kullanılmış olmalarından kaynaklanıyor, onlara bir insanın değmiş olmasından. İkisi arasındaki ilişkiye bir şair el atıp, onları bir yolculuğa çıkarıyor. O yolculukta ölüm var, aşk var, kayboluş var, yitip giden zaman var, devletin öldürdüğü bir militan var, intihar var. Hüzün onların acılarına, tarihlerine katıldıkça ortaya çıkan duyguydu sanırım.
İmgeler öylesine vurucu ki; şiiri okuyunca duvara çarpmış gibi sarsılıyor insan. Bu derin yaraları açan şeyler nelerdir?
Önce sözleriniz için teşekkür edeyim, böyleyse eğer, 'bir şiirden daha başka ne yapmasını bekleyebiliriz ki' diyeceğim. Elbette şairin her şiirinde kendi yaralarına da yer vardır, önemli olan onu şiirindeki yarayla birlikte insanlara aktarabilmek, onları kendisinin kılacak kadar hissetmesini sağlamaya çalışmak. Bir 'akış' anlıyorum yani. Benim çocukluk anımlarımda yer ederek kalmış bir ev yangınından başlayarak, toplumsallaşmış bir görüntüye ve bugüne, oradan da şiiri okuyan insanın yüreğine doğru akabiliyorsa bir güzellik ve estetik doğuyor. Aslında okurun okuduğu şiiri, şairin anlattığı, yaşam kalıntılarından yaptığı tamamen yeni bir dünya olarak görmesini sağlamaya çalışıyorum, imge ve sözcüklerle. Böylece yeni duygulara açılacaktır, empatiyi sağlayacaktır, diye düşünüyorum.”
Bu yazıyı en iyisi kitaptan bir şiirle bitirmek:
“Eski Sokak Ayak Sesi Bekliyor
uzun upuzun
eski epeski
boş bomboş
bir sokak gibi
kullanıyorum aklımı bugünlerde
ötemde az ötemde
dolu dopdolu
yeni yepyeni
bir kenti
yıktılar üstüme
hiç kaçmamış sanki içimde
ekmek ve soğan
gül ve eşitlik için
çarpışan bir militan
hiç öpüşmemiş sanki
en kuytu köşemde
binlerce yıl
binlerce gizli aşk
uzun upuzun aklımdan
dökülmüyor sanki
parça parça anlar
kefen kefen yaşam
bulut bulut tarih
eski epeski bir sokak
küçük bir ayağın topuk sesi
bana doğru gelir mi gene
bir gizli aşk öpüşür mü içimde”
Metin Aksoy
Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.
Nihat Ateş 10.08.2017
Değerli Cemal Öztürk, Katkınız, çözümlemeniz için çok teşekkür ederim. "Sözcüklerin iletkenliği; etik, estetik ve politik gerçekliği ifade ettiği ölçüde yaşanan tarihsel durumu insanın yüzüne çarpar" ifadesi, gerçekçi şiirde oldukça çetrefil bir sorunu gayet açık bir şekilde dillendirmiş. Sağ olun.
Cemal Öztürk 10.08.2017
Nihat Ateş’in şiirinde varoluşun çeşitli biçimlerde çarpışması, olup biten şeyler arasında yeni yeni tanışmaların çatışması var. Her şiirin içindeki elektrik akımı, enerjisini yaşamdaki gerilimden alır. Sözcüklerin iletkenliği; etik, estetik ve politik gerçekliği ifade ettiği ölçüde yaşanan tarihsel durumu insanın yüzüne çarpar. Herkesin içinden zaten akan o ruhsal enerjiyle okuru emziren şiirler yazmak sanatsal üretimi de değerli kılan şeydir aslında. Şiir ve edebiyatın da bir tamircilik, onarım, teskin ve teselli etme işi olduğunu düşünüyorum. Bir şiirden haz, iyi haberler ve göz aydınlığı almak okuru bu sebeple yeniden ihya eder.