Şiirin En Temel Duygusu Adalettir

Şiirin En Temel Duygusu Adalettir

Bize kendinizi tanıtır mısınız?

1971 yılında Trabzon’da doğdum, bütün öğrenim hayatım Türkiye’de geçti. Anadolu Üniversitesi Kimya Mühendisliği’ni bitirdim. Sonra Louis Pasteur Üniversitesi'nde Fiziko Kimya Master’ı yapmak içi Fransa’da bulundum. Bu süre içinde çeşitli sosyal eylemlerde bulundum. Tabii ki şiir yazmaya çok daha önce başlamıştım. Hatta ilk şiirimi 1984 yılında yazdım. Teyzemin vefatı üzerine yazdığım 17 kıtalık bir şiirdi, ama maalesef ona ulaşamadım. Sonra 1988 yılında tekrar başladım şiir yazmaya ve hâlâ o zamanki el yazısıyla yazdığım defterimi saklıyorum.

Sonuçta insan duygularını bir şekilde anlatmaya çalışıyor, kimisi resim yaparak, kimisi yazı yazarak, kimisi spor yaparak, benimse kendimi çok rahat hissettiğim alan şiir yazmak oldu. Duygularımı kâğıda döktüğümde stresli de olsam en azından o şiir bittiğinde stresimi atmış oluyorum. Dolaysıyla şiiri kendimi rahatlatan bir yöntem olarak kullandım zaman içinde. Ama dönem dönem kesintiye uğradı. Çünkü yoğun ve yorucu iş hayatı içinde duyguları toparlayıp yazmak çok kolay olmuyor.

İş hayatı yanında tekrar okumaya başladım Adalet Meslek Yüksek Okulu’nu bitirdim, DGS sınavına girip avukat olma hedefim de var. Diğer taraftan felsefeye meraklı olduğum için felsefe ikinci sınıfa devam ediyorum. Tabii felsefeye girdikten sonra şiirlerin derinliği daha farklı olmaya başlıyor, bunun yanında, kendimi ifade etmek için ve rahatlatmak adına, 33 yıldır hayatımda şiirin çeşitli biçimlerde var.

Şiire başlamaya ne sebep oldu?

Beni büyüten teyzem vardı, genç yaşta hastalıktan vefat etti, Nisan 1984’te. Vefatından çok etkilendiğim için duygularımı -13 yaşında bir çocuktum- kâğıda dökmeye başladım. Bir de baktım ki herkesin çok beğendiği, 17 kıtadan oluşan bir destansı şiir oluştu. O yazdığım şiir köyde insanların elinde ve dilinde dolaşmaya başladı, herkes konuşuyordu, bu beni heveslendirdi. O dönemde şiirlerim imla hatalarıyla doluydu. Çünkü Trabzon’da , Of’un Uğurlu beldesinde ilkokulu, ortaokulu okuyorsunuz, doğal olarak inanılmaz imla hatalarınız vardı. T, ile D, K ile G... Bunlarla başımız beladaydı. Ama buna rağmen daha o yaşta duygularımı herkesin anlayacağı ve etkileneceği şekilde dile getirebildiğimi gördüm. O hüzünlü şiirden sonra şiirle arama 5 yıl ayrılık girdi.

Tekrar şiire başladığımda ise lise son sınıftaydım. Üç dört sene yazdıklarımı defter aralarında saklamaya başlamıştım. Böylece şiirle olan bağım başlamış oldu.

Hastalık ve ölümden yola çıkarak?

Aslında hastalık ve ölümden ziyade çok sevdiğimiz bir kişinin kaybetme duygusu vardı ve o kişinin de yaşadığı çok zorlu süreçti. Şiirde, o zor zamanları beraber yaşayarak şahit olduğumuz acılar vardı.

Karadeniz doğası, insana yaşamın renklerini gösteriyor. Serttir, sarptır, aşılmazdır. O doğanın içinde yaşarken şiir yazmak, duygulara hitap etmek nasıl bir sosyal kültürel yolculuktur?

Ben 13 yaşına kadar Trabzon, Of’ta köyde yaşadım. Orada yaşamak her şeyden önce doğa ile mücadeleyi öğretiyor. Hayatı tanıma, iyi veya kötü doğayla mücadele ile başlıyor. O doğanın yıpratıcı tarafının yanında bir de duyguları şahlandıran tarafı var, en basiti biraz hissiniz varsa baktığınız her yerde yeşilin elli tonunu görürsünüz. O kadar etkileniyorsunuz ki; mesela tanımadığınız bir insana rüyanızda âşık olup şiir yazabilirsiniz. Çünkü o görsel sizi içine çekiyor. Sarp olduğundan mesafe bir taraftan çok kısa görünüyor, ama oraya varmak tırmanışlar, inişler gerektiriyor, 3-5 dakika gibi görünen bir yolu ancak bir saatte alabiliyorsunuz. O mesafeyi kat ederken her bir yerde farklı bir duygu alıyorsunuz. Sağda sarp bir yamaç, sol tarafta derin bir uçurum. Sağ taraftan hissettiğiniz duyguyla, sol taraftan hissettiğiniz duygu taban tabana zıt olabiliyor.

Bir taraf ürpertiyor bir taraf huzur veriyor…

Öyle; aslında yaşam ile ölüm gibi. Bir bakıyorsunuz ölüm, bir bakıyorsunuz mutluluk, hayat. O doğa, içinizdeki duyguları dışarıya çıkarmanıza neden oluyor.

Bir yanda kuş sesleri, bir yanda çiçekler böcekler…

Her mevsimi ayrı bir güzel olan doğasının özellikle baharda, kuş sesleri eşliğinde, menekşelerin, papatyaların onlarca yeşillik tonları içinde ortaya çıkmaları insanın içini de coşturuyor.

Doğaya atfen bir şiiriniz var mı?

Var tabii ki; kitapta çok azına yer verdik, o kadar çok şiir dile geldi ki. Doğaya da var, köye de var, köyüme yazdığım şiir de var. Oradaki hayat mücadelelerinin olduğu şiirler de var. İnsanların hayatlarını, doğayı, aşkı, teknolojiyi, sosyal değişimi, adalet duygusunu, insan olgusunu, benliği, gururu vb işlendiği şiirler...

Aşk demişken aşk ile devam edelim. Aşk şiirleri ölümsüzleşiyor, sonsuzlaşıyor, nedir bunun sırrı?

İnsanı yaşatan, insana duyguyu veren, insana güç veren, bir adım önünü gösteren hep aşktır. Aşk hiç yaşlanmayacak, ölmeyecek bir duygudur. İnsanlar yaşlanır ama aşk hiç yaşlanmaz. Hep çok kolay ve aynı etkili başlangıçlarını yapar. Yorulmaz yorar, usanmaz usandırır, ağlamaz ağlatır, uyur uyutmaz. Her anda, her durumda, her yaşta tanışma şansınız vardır aşkla. Yeri gelir 60 yaşındaki tecrübenizle 18 yaşındaki duyguyla yaşarsınız aşkı. Bu kadar büyük bir canlılığın ölümsüz olması kadar doğal bir şey yoktur.

İnsan her şeye âşık olabiliyor, sadece insana ve doğaya değil…

İnsan her şeye âşık olabilir. Ama ne olursa olsun, içlerinde insanı en çok etkileyen kesinlikle insanın insana olan aşkıdır. Diğer aşklar, aynı insanın insana olan aşkı gibi, dışa vurgun değildir. Verdiğiniz reaksiyonun karşılığını iyi veya kötü alabildiğiniz, beklentinizi anlaşılabilir gösteren aşktır insanın insana aşkı…

Neden aykırı duygular, aşılmaz çaresizlikler, derin darbeler, haykırış ve adalet şiirde yer almak zorunda?

Dünyanın en temel duygusu adalet duygusudur, hak duygusudur. Adaletin olmadığı hiçbir yerde huzurun, güzelliklerin olma şansı yoktur. Maalesef insanoğlu adaletsizliği çok kolay yaratabiliyor ve bunları da gücü elinde tutmak için karşı tarafa kullandığı zaman dünyanın pek çok yerinde gördüğümüz huzursuz, üzücü ve sevimsiz tablolar ortaya çıkabiliyor. Yani paradoks olarak insanoğlunun, bir taraftan en zayıf tarafı adalet ve hak iken diğer taraftan da en güçlü tarafı adalet ve hak olabiliyor. Hangi tarafı kullanmak isterse ona göre şekilleniyor her şey. O nedenle çok önemli buluyorum ve beni de ister istemez etkiliyor.

Baba çocuklarına şiir yazıyor, nasıl?

Bu nasıl bir duygudur demeden önce bir baba çocuklarına şiir yazamıyor; çünkü hangi kelimeyi kullansam, nasıl anlatsam mücadelesi içinde geçiyor dizeler. Bir insan, o yoğunluğu yaşarken kelimeler de kendi içinde öyle bir savaş veriyor ki; birisi daha ön plana çıkıyor, diğeri peşinden geliyor ve bir türlü hissedilen duygu ortaya çıkamıyor. Kelimeler dökülüyor, bir şeyler hissettiriyor, anlıyor ama baba bir türlü sevgisini istediği gibi anlatamadığını düşünüyor. Dolayısıyla bir baba çocuklarına nasıl şiir yazıyor sorusunun sonunda, ünlemli nasıl yazamıyor olmalı.

İlk çocuğum doğduğunda yazmıştım ‘İlk Nefesim’i. İkinci çocuğum doğduğunda da sarışın olduğu için yazmıştım ‘Sarı Gülüm’ü.. Üçüncü olduğu zaman da “Herif” serisi oluştu. Tabii şunu da eklemek gerek ki ilk çocuk ailelerinin acemilik dönemini oluşturmaktadır. Sonrasında hep kaçırdıklarınızın farkına varıp, yakalamaya çalışıyorsunuz. Her seferinde daha çok zaman geçirip anılarınızı çoğaltmak istiyorsunuz.

Şiirleriniz semtleri, sokakları da konu alıyor. İstanbul’da semtlere, sokaklara bir şiir biçimi var mı, ki kendi köyünüze şiir yazmışsınız…

Dünyada 50’nin üzerinde ülke gezdim. Bu ülkelerde huzur da, mücadele de vardı. Çok klasik olacak belki ama İstanbul dünyanın en güzel şehirlerinden biri. İstanbul, aslında bizim gibi iş hayatında olmazsanız, daha çok zaman ayırabilseniz, insanın içindeki tüm duyguları sokak sokak dışarı dökebilecek, semtlerle içindeki duyguları eşleştirebilecek bir doğa ve dokuya sahip bir şehir. Aynı zamanda çok da romantik, ama bunu yaşamak için zamanın da müsaade etmesi gerekli.

Bir de tarihi mekânlar düşünüldüğünde, başka bir boyuta geçiriyor insanoğlunu. Genelde bir duyguyu insan ilk kendi yaşıyormuş gibi hisseder. Oysa aynı duygular MÖ 4 bin yılında da yaşanmıştır, bizden belki 10 bin yıl sonra da yaşanacaktır. Atmosferleri değişir, ifade şekli değişir, ama duygunun özünde kesinlikle değişiklik olmaz. Böyle yerlerde ne aşklar yaşanmıştır! Lale Devri'ni hatırladığımızda, kayıklarla sandallarla yapılan sefalar, insanların birbirlerine ulaşmak için çektikleri çileler, verdikleri mücadeleler... Leyla ile Mecnun’u, Kerem ile Aslı’yı düşündüğümüzde hep ulaşılmazlığın büyüttüğü aşklar beynimize kazınmıştır. Ferhat Şirin’e çok kolay ulaşsaydı biz bu efsanevi aşkı bilmeyecektik. Belki büyük bir aşk yaşarlardı ama destansı şekilde günümüze ulaşmayabilirdi. Onlar yaşardı biz duymazdık, ama onlar yaşayamadı, biz duyduk. Kuşaktan kuşağa aktarıldığında kahramanların yaşayamayıp çektikleri acılar, yeni kuşaklara ilham kaynağı oluyor. Sonuç olarak yerler, insanlar tarihlerini bir şekilde aşk üzerinden sonraki nesillere aktarmış oluyor.

Biraz da şiir dünyasına bakalım neler okuyorsunuz, kimleri takip ediyorsunuz?

Ben Naâım Hikmet, Özdemir Asaf, Can Yücel okuyorum. Eski şairlerde kalmayı daha çok seviyorum. Bazen bir şiir okuduğunuzda oradaki duyguların yansımasıyla yeni bir şiir yazabiliyorsunuz. Güncel şairleri fazla takip etmiyorum. Çünkü günümüzde şiir, aşırı şekilde düzyazıya dönmüş durumda, bazen şiir mi okuyorum, roman mı okuyorum bilmiyorum.

Çok teşekküler.


 

Metin Aksoy

Hüzünlü Zamanların Seyahati
VS Yayınları, 120 sayfa




Bu habere henüz yorum yapılmamıştır, ilk yapan siz olun!...