Siyaset
EVET ÇIKARSA BAŞARMIŞ OLACAKLAR MI? - II

-
TSK'nın yeni yapılanması sorunlar yaratır mı?
TSK ve sivil asker ilişkileri: Eski sivil asker ilişkilerinin paradigması; bir tarafta “elitist” yani asker, Cumhuriyetin, devletin, milletin ve demokrasinin kuruculuğuna ve koruyuculuğuna inanmış, bunu bir görev bilen, bu bilinçle seçilmiş sivil siyasetçiye asla güvenmeyen; ama günlük siyasetle de uğraşmayı sevmeyen generaller. Karşı tarafta seçilmiş sivil siyasetçiler. Bir güç oyunu. Birinin bir birim kazancının diğerinin bir birim kaybettiğine inanılan (0) sıfır değerli bir oyun. Bu oyunda tarafların sert ve tavizsiz olması kaçınılmazdır. Taraflar pozisyonunu korumak zorunda kaldığında kazanan hep generaller olmuştur. (Balyoz-Ergenekon vb. davalar siyasetin aktörel yanıdır.) Önceki yazıda bunu demiştik, ilave ediyoruz. 15 Temmuz sonrası yaşanan gelişmelerle eski asker- sivil ilişkiler paradigması ölmüştür. KHK’lerle atılan birtakım adımlar yeni bir doğum sayılamaz. Arafta bir durum var. Yeni doğum çok sancılı mı olacak? Hiç ağrısız mı? Normal bir doğum mu ve de nasıl bir çocuk doğacak? Bir de Hürriyet gazetesinin son manşet haberi. Bu konuda bu kadar yeter.
-
Türkiye ekonomisi kriz alarmları veriyor. Kazasız belasız çıkış mümkün müdür?
Türkiye iliklerine kadar küresel kapitalist sistemle bütünleşmiş bağımlı bir ülkedir. ”Eyy! “Derecelendirme kuruluşları sen kim oluyorsun” efelenmeleri sökmez. Neoliberal bağımlılık politikalarının kaçınılmaz sonucu olarak, gerek üretmek gerekse tüketebilmek için dış kaynağa/borca mecbur hale gelmiş bir ülke açısından, dünya çapında para satarak para kazanan küresel sermaye tarafından yapılan bu tespitlerin şaşırtıcı bir yanı yoktur. Söylenen şey son derece açıktır. Dışarıdan para gelsin istiyorsanız bunun bedelini yani faizini de ödeyeceksiniz. Tespit bu olunca, önerilen çözüm de ekonominin genel görünümündeki kötüleşmeyi yansıtacak, borç verene enflasyonun üzerinde kazanç sağlayacak şekilde faizlerin artırılmasından başka çare yoktur.
Küresel sermaye, ister sabit yatırım, ister sıcak para, ister devlet-özel sektöre kredi olarak gelsin, gelirken de, çıkarken de ödeme garantisine bakar. Bunun garantisi, hukuk ve maddi teminatlardır. Bunlar tamsa ülkenin ekonomik ve yönetimsel göstergelerine bakıp kararını verir. Türkiye’nin 2016 yılı göstergeleri 1994 ve 2002'den çok kötüdür.
Tablo ve rakamlarla yazıyı boğmak istemiyorum. Toplam borç stokunun 2002 yılının toplam GSYH'ye oranı yüzde 102 imiş. 2016 da bu oran yüzde 118. Bu şu demektir: 100 TL geliri olan kişi 118 borç yapmış.
Diğer yandan 2001'de borç ağırlığı kamudayken 2016'da hane halkı ve özel sektöre kaymış. Yani özel sektör ve hane halkı gelecekteki gelirini bankalara ipotek vererek yatırım yapmış, konut, telefon, otomobil almış. Burada sorulacak soru şu: Ekonomin büyümediği, gelirinin artmadığı ortamda borçlar nasıl ödenecek? Göstergelerde devletin doğrudan yükümlülükleri 2001'e göre çok düşük, özel sektör düşünsün çaresi denemez. Para arzındaki zorluklar ekonomiyi çökertir.
2001 krizinde Türkiye -8.5 küçülmüş, dolar 2 kat artmış. İşsizlik yüzde 10.8. / 2014 dolar 2.1TL.
2016 GSYH= 850 milyar dolar, enflasyon yüzde 8.5, işsizlik yüzde 12.1, bütçe dengesi yüzde -1.1, cari denge yüzde -0.4
2014 dolar 2.1TL, 2016 dolar 3.80 TL. Artış: yüzde 81
Basitçe yukarıdaki veriler incelendiğinde, her sene 200 milyar dolar taze para bulmamız lazım. Bu paranın bir türlü bulunması gereği üzerinde tüm otoriteler ortaklaşmaktadır. Yani borçların günü geleni ödenecek, döndürülmesi gereken döndürülecek bunu için 200 milyar dolar. Kredi değerlendirme kuruluşları, yatırım yapılabilir ülke filan. Sabit yatımlar filan değil. İşte yukarıda bahsedilen borcu verirsek; parayı getirdik, bonoya, faize yatırdık, çıkmak istediğimizde dolara çevirip çıkabilir miyiz, değerlendirmesidir. THE CAPITAL FREEZE ENDEX. Basitçe sermaye donma endeksi. Dünyada dış sermaye akışında bir aksama olursa bundan en çok etkilenecek, risk taşıyan ülke listesi. Türkiye 27 ülke içinde en riskli ülke. Yani birinci. Sermaye spekülatörü buna bakar.
Yeni kurulan VARLIK FONU ŞİRKT. İşte bu 200 milyar doları bulmak için borç verenlere teminat ve rehin verilecek, gösterilecek varlıktır. Düyun-u Umumiye-i Osmaniye Varidat-ı Muhassasa İdaresi, 1881-1939’un 2016 sürümü.
1994 krizinde çalışan olarak, 2001'de gelen krizi gören kişi olarak, üç kişilik karar verici yöneticiden biri olarak, paydaşları ikna edemediği için büyük değerler kaybetmiş biri olarak; bu konuları sıkı takip edip, sadece ruhunu tatmin için çaba sarf eden adam olarak söylüyorum. Türkiye borçlarını döndürecek yukarıdaki rakamlarda para bulamasın 2001'den daha büyük kriz yaşayacaktır. Bu ölçüde bir kriz ne padişah bırakır ne de padişahlık.
Bu konuda yazılacak çok şey var da uzatıp kafa şişirmeyeyim. Kapitalistlerin bu tür krizlere karşı bir bağışıklığı, her zaman kârlı çıkacakları tecrübeleri vardır. Çözümleri, sistemin aksayan yanlarını tamir ederek ve halka reva gördükleri “düşük yoğunluklu demokrasi” sınırlarında kalarak olacaktır. Radikal çözüm laik demokratik sol bir cumhuriyettir. Maalesef Türkiye’de böyle alternatif bir siyasi hareket yoktur.
-
Yeni rejim ne getiriyor?
Devlet kurumlardan oluşur. Ana kurumlar: yasama- yürütme-yargı- ordu- emniyet- eğitim- maliye- Hazine vb. Yani bürokrasi. Tabii ki bir de ANAYASA. Tüm bu kurumlar anayasanın tanımladığı esaslar ve sınır şartları içinde topluma hizmet sunar ve yönetilir. Bu yönetim veya devlet; hukuk, sosyoloji ve siyaset bilimlerinin prensipleri dahilinde; demokratik, otoriter, totaliter, faşist; devlet, rejim, yönetim gibi tanımlamalarıyla adlandırılır. TÜRKİYE ANAYASAL BİR DEVLETTİR.
-
Bireyin hak ve özgürlük alanlarını,
-
Bunların çiğnenmelerine karşı denetim yollarını belirleyen,
-
İktidarın tek elde toplanmasını önleyen,
-
Çoğulculuğu benimseyen,
-
İktidar ilişkilerinde dengeleri sağlayan,
-
Her türlü hukuk dışılığı engelleyen metinlerdir.
Anayasalar yukarıda belirtilen çok başlılık üzerine oturtulur. Bu çok başlılığı hem kuvvetler arasında hem de kuvvetler içinde pekiştirerek bir denetleme ve denge mekanizması oluşturur. 17.yy'dan -tarihçiler bu dönemi “hukukçular çağı” olarak adlandırır- anayasaların temelinde bu prensip vardır. Devletlerin hayatının bazı dönemlerinde anayasasızlık dönemleri de olabilir. Devlet varlığını sürdürür; ama o dönemlerin devletinin niteliği olağanüstü devlet biçimidir. Darbe dönemleri böyle dönemlerdir. Türkiye cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası 2014’ten itibaren bu yola girdi. Fiili olarak geçen iki yıl, sonra 15 Temmuz'la, KHK’lerle anayasasız bir devlete dönüştü. Sistem çöktü. Sistem çökerse onun kurumları, gelenekleri çöker. Hukuku, yargısı çöker. İktidar, iktidarı bırakıp veya iktidarı da tamamen dışlamayan tüm muhalefetin de içinde olduğu belli bir denge ve toplanma, uzlaşma merkezleri oluşturulamazsa ya da iktidar çoğunluğu varsa iktidarın ayakta kalmasının tek yöntemi, tek sermayesi kalmış demektir. Meydan siyaseti. “Halk,” “milli birlik”, “millet iradesi” gibi temalar üzerinden meydan politikalarına dayanarak var olmak. İttifaklar aramak ve ittifaklar temelinde büyük toplamlar oluşturmak. Karşı güçler arasında güçlü kalmak siyaseti izler. Türkiye’de yaşanan budur.
Yazıya Thomas Hobbes'un LEVIATHAN’ı ile başladık. O zaman en uzun süre tahtta kalmış Fransa kralı 14. Louis ile devam edelim. Tam 72 yıl. (1643-1715) “L’État, c’est moi” (Devlet benim!) sözü ile hatırlanır. Aydınlanma devrimlerinin tarihi içinde yine Fransa’da Bonapart'lar dönemi “Ben devletim” diyenler elbette olmuştur. Zaman 21. yüzyıl. Bu yüzyılda hiçbir politikacı “BEN DEVLETİM” diye ortaya çıkmaz. Çıkamaz. Ben diktatör olacağım diye halkın önüne çıkmaz. Çıkamaz. Ancak Bu cumhurbaşkanlığı sistemi, anayasası hukuken, siyaseten “BEN DEVLETİM” dedirtiyor. Kendileri “Ben bunu demiyorum” dese bile oylanan sistem otokrasidir.
Cumhurbaşkanı devletin başı, yürütmenin başı, parti grubunun başı, Anayasa Mahkemesi üyelerini, HSYK üyelerini atayacak, o HSYK Yargıtay, Danıştay Sayıştay gibi yüksek mahkeme yargıçlarını, normal mahkeme üyelerini ve savcılarını seçecek. Böylece başkan yargının başında da olacak. Bu bir kişinin yasama, yürütme ve yargıyı doğrudan veya dolaylı kontrol ettiği düzene hukuk ve siyaset literatürü OTOKRASİ diyor. “Autos: Kendi” ve “Krates: Güçlü”. Otokrat, Türkçede “Tek başına iktidar gücü kullanan kimse” demektir. Oylanacak olan budur.
Önceki yazının başında “Anayasalar ileriye değil, geriye dönük yazılırlar. Değişmiş olan rejimi ilan eder” demiştik, plebisit sonrası “evet” çıkarsa yeni rejim resmen ilan edilmiş olacaktır.
-
Neden başaramayacaklar?
Bu sitede yayımlanan “Yönetilemeyen ülke çürümüş devlet” başlıklı bir yazımda geniş bir genel değerlendirme yapıp; “AKP, başta seçmeni olmak üzere toplumun çok geniş bir kesimince artık o bir fenomendir. Erdoğan halktan aldığı bu güçle iktidarını pekiştirecek, bir kaptan olarak gemisini hedeflediği limanlara götürecektir” tespitinde bulunmuştum. Yine o yazıda, “Türkiye’nin tüm partilerinin siyaset üreten kadrolarının, siyaset entelijansiyasının hukukun üstünlüğünü, hukuk devletini, laiklik ve evrensel insan haklarını esas alan bir devlet reformu hayata geçirebilir mi” diye sormuş ve cevabımı da vermiştim. Varılan yerse, 15 Temmuz sonrası bir ay süren protesto gösterilerinde Cumhuriyetin değerleri, fazileti, genel olarak demokratik yönetimi korumak ve geliştirmek üzerinden protesto etkinlikleri, yerine de Erdoğan'ı yücelterek “partisini de aşan organik lider” -Mehmet Uçum- tanımlamasıyla fenomenleştirilmesidir. Bu tanımlama Nazi indirmeciliğidir. Bu yücelik üzerinden siyaset, toplumun birliğini, dirliğini bütünleşmesini sağlamaz. Bu yolun toplumu götüreceği yer diktatörlüktür.
-
AKP ittifaklar üzerine kurulu bir partidir. Siyasal İslam çok kollu, çok merkezli bir akımdır. AKP içindeki İslamcılığın geleneksel ana kadroları gidişattan memnun olsalar bile “Bu gidişat nereye, daha fazlasını isterken eldekini kaybetmeyelim” korkusu yaşamaktadır. Hatta kendi içlerinde tartışıp ses de veriyorlar.
-
Bugün AKP’yi destekleyen, geçmişin Türk sağının geleneksel muhafazakâr, dindar, mütedeyyin kesimi gidişattan memnun değil.
-
En önemlisi bu anayasa değişikliğiyle getirilen rejimi, bu iki kesim kendi dışındakilere karşı savunurken, bunu kendilerine savunmakta İslami referanslar çerçevesinde tereddütler taşıyor. Bu durum çok önemlidir. Acabalar ruhsal çözülmelere gider. Ülkünün ışığı küçülür. Bu durumu AKP’nin eski akil kadrolarında net olarak görülüyor.
-
14 yılık geçmişin yarattığı ihalelerden beslenmeli iş çevreleri hep keser döndü ya sap dönerse ne yaparız tedirginliği yaşamadığını söylemek de aymazlıktır. Tabii bir de televizyon gülü ve bülbülleri, şakıyarak kursak dolduranlar şakımaya devam edebilir. Onlar için yaşanacak en güzel gün bugündür.
-
Bir de sosyalden geçinenler. Onlar için bugün arife, yarın bayram. İktidar sallandığında buralarda deprem olur.
15 Temmuz sonrasında AKP iktidarını pekiştirmek için her şeyi fırsata dönüştürerek epey yol aldı. Bu yol riskli bir yoldur. Suriye’de yaşananların getirdiği riskler, içeride olağanüstü yönetim; iktidarı yeni ittifaklara itti. İslamcı-Türk milliyetçiliğinin birleşmiş gücüyle özellikle Kürt meselesinde olabilecek yeni gelişmelerde “üst akıl”a karşı verilecek mücadeleyle hedefe ulaşmak. Taraflar “milli devlet, güçlü iktidar” idealinde anlaştılar. Plebisitten evet çıkarsa halk ona her şeyin üzerinde “baş yücelik” makamı vermiş olacaktır. Bu durum Türk toplumunun geleneksel tarihinde eşi benzeri görülmeyen bir vakıadır.
En üstte baş yüce, altında amiri mutlak olduğu parti, bir yanında devletlünun milliyetçileri, diğer yanında her şey devlet için, diyen devlet hizipleri ve hepsine yaşa var ol şakşakları çeken çanak yalayıcı taifesi. Oylama itibarıyla yanında ve karşısında milyonlarca halk. Manzara budur.
Erdoğan ittifaklarla kazandığı mevzileri eski ortaklarını devlet idaresinden temizleyerek korudu. Yine yeni ittifaklarla yeni bir döneme girecek. Yeni dönem bir kişiye, sadece bir kişiye bırakılan devasa bir yapı. Yasama, yürütme ve yargı koca bir devlet bürokrasisi, TSK, emniyet, yerel yönetimler...
Kuralları değiştirmezseniz oyun aynı şekilde devam eder. Demokrasilerde devlet seçilmiş temsilcileri tarafından; birbirlerini denetleyen, desteleyen ve birbirlerinden görece ve tamamen bağımsızlıkları bulunan kurumları, kurulları olan devasa büyüklükte egemenlik alanlarının sınırları kanunlarla, hukuk ve hukukun üstünlüğü esaslarına göre işleyen bürokrasiyle yönetilir. Tüm bu organizasyonun sağlıklı, etkin ve verimli, adaletli çalışması için kurumların yönetim, hiyerarşi, uzmanlık yeterlilik ve liyakate göre seçilmesi vazgeçilmez temel prensiptir. Türk devletinde çürüme elli yıl öncesine gider. İdeoloji, inanç üzerinden şekillenen, sizden bizden, onlardan ayrımını öne çıkaran, aidiyetlere göre kadrolaşma bu çürümenin kök nedenidir. 80 yıl devletten dışlanmış siyasal İslamcı akımların devlete kadrolaşmaları görece olarak zayıf olduğundan AKP iktidarında devlet olma kadrolaşması bir tür siyasi nepotizm karakteri taşır. 12 yıl ittifak yaptıkları Gülencilerin devlet içindeki yeri bu çürümenin geldiği boyutun net göstergesidir. “Aldatıldık” denilmiştir; ama hâlâ “Durmak yok yola devam” da deniyor. Oyunun kuralları değiştirilmeden yeni başkanlık sisteminde başkan yeni ittifaklarıyla yeniden kendi kadrolarını kuracak, ama bu sistem de işlemeyecektir.
2010 yılında yapılan anayasa değişikliği, iktidarın güçlenmesi, yargı üzerinde eski vesayeti kırmak için yapılmıştı; ancak hüsran oldu. Yargı çöktü. Bu dördüncüsü de kalıcı bir iktidar kuracak, kalıcı bir sistem ve gelenek oluşturacak değişiklik değildir. Bu değişiklik Erdoğan’ın her yerde olabileceği ve her şeye hâkim olabileceği varsayımına dayanıyor. Partisine de tam hâkim olacağı varsayılsa da bu da mümkün olmayacaktır. Patisinde eski Milli Görüş geleneğinden gelenler artık yoktur. Parti de kendine yeni bağlılıklar yaratmak için çoklu arayışlara girecektir. Yürütmenin dışarıdan atanmasıyla bir ölçüde parti ile yürütme arasında bağ gevşeyecektir. Onun için yürütmedeki kadrolarla yeni bir ittifak durumu oluşacaktır. Yani yeni sistem yönetimde her yolun ortaklıklara ve ittifaklara çıktığı ve o yolda yürünmesi zorunluluğuna dayanacaktır. Eski ittifaklar kandırdı, yenileri ne getirecek?
-
Bu değişiklik çok baskın bir çoğunluk kararıyla yeni kurucu iktidar ortaya çıkarmıyor ve böyle bir dönüşüm getirmiyor. Yeni bir yönetim yapısına kanal açıyor. Her ne kadar partinin başı da olsa sistem yetkiyi kişiye veriyor. Başkanın partiyle bağı zayıflayacak. Partinin tüm kurumların üzerinde başkan ayrı bir kurum oluşturuyor. “Her şeye gücü yeten yönetici”. Bu vakıa bir tür prensliktir. Bir başka açıdan bakıldığında karşılarındaki siyasal yapılar gayet canlı, harekeli sert muhalefet yapacak. Temel hak ve özgürlüklerde kısıtlamaların devamı sokakları canlı kılacak. Bu durumlar devlet müdahalelerini artıracak. Gerginlikler yönetimi de yansıyacak.
-
Bu organizasyona Erdoğan, kendi kadrolarını kurmakla başlayacak. Baş yüce olarak partisi, ana ortağı devletlünun kadroları ve geleneksek devlet elemanlarından kurumsal yapılar oluşturacak. Geçmişte yaşanan “aldatıldık” inancı öğrenilmiş çaresizlik ruhunu belirginleştirir. Güven ama denetle ilkesi yerini daimi kuşku duyma ruhuna bırakır. Bu ruh hali yönetimde ciddi bir sorundur. Yöneticiyi yalnızlaştırır. Her şeye gücü yeten yönetici aslında yalnızlaşır.
-
Ancak öncelikler, aidiyetler üzerinden kadrolaşmalar yapılacağından aidiyetler arasında süreç içinde uyum-uyumsuzluk ve çatışmaların yaşanması kaçınılmazdır. Yaşanan olumsuzluklarda “yine birileri bazı işler çeviriyor”, “bu işlerde bir bit yeniği var” söylenmeleri öne çıkacak.
-
Bir başka problem, özellikle yerel yönetimlerin rant, nemalanma yaratan ilişkiler ağında yaşanacak. Birbirleriyle rekabet içinde yolsuzluk, haksız kazanç, rüşvet, iltimas vb. gibi olumsuzluklar yeni bir jurnalcilik yaratacak. Hukuk sistemi ve kurumları siyasileşeceğinden şaibe artacak. Saray şikâyet ve çare merkezine dönecektir.
-
Yukarıda belirtilen sorunlar yerelde ve genel olarak parti tabanında hoşnutsuzlukları artıracak. Diğer yandan partinin icra organı yönetim merkezleriyle bağları zayıflayacağından memnuniyetsizlikler artacak. Bu durum hem partinin hem iktidarın altını oymaya başlayacak
-
Saydığımız bu nedenlerle devlet ve iktidar ilişkilerinde denge ve ittifaklar, bozulacaktır. Devlette var olması gereken kurumsal standartlar çökecek kişileşmiş hal ve vaziyetler egemen unsur olacaktır. Kişiselleşen yapılar mültezim üretir. Devlet, devlet olmaktan çıkar. Devlet kişi ve kabile devletine döner.
-
Suriye, Irak meseleleri, içte ve dışta cereyan eden Kürt meselesi ve hareketleri, Ortadoğu'nun savaş, barış ve müzakere hareketlerinde yaşananlar ve yeni evrilecek durumlar güvenlik ve emniyet sorunlarını devlet yöneticileri açısından iradi öncelemelere ve tedbirlere iter. Bu dönemde devlet otoriterleşecek. Bunun yaratacağı problemler artarak yaşanacak. Hatta bugünler bile aranır olacak.
-
Sonuç olarak 15 yıl önce eşitlik adalet, hukuk, hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, insan hak ve özgürlükleri, her tür vesayetin kaldırıldığı, yönetimin merkezden yerele kaydığı, yönetişimi esas alan, katılımcı ileri demokrasiden otokrasiye gelinen yer burasıdır. Burada beton, demir, çimento ve yoldan başka hiçbir başarı yoktur.
Bu siyasal iktidarın 15 yılda bıraktığı mirasın adı istismar ve başarısızlıktır.
Demokrasi dendi, diktatörlük verildi. Dün AB dendi, bugün düşmanlarımız deniyor. Filistin mili davamız, HAMAS kardeşimiz dendi, Van münitler çekildi, Filistin tüketildi, İsrail’le tekrar dost olundu. Rabia işareti milli sembol oldu, Mısır'da İhvan tüketildi. Suriye’de her tür istismar yapıldı. Bataklıklara girildi. Mutlak Müslüman iktidarı için FETÖ ile devlet ele geçirilerek maksimum fayda sağlandı. Ardından darbe yaşandı, mutlak iktidar için kullanıldı, halen kullanılıyor. Barış dendi, Kürt sorunu daha da derinleşti ve uluslararası müdahale alanına dönüştü, terör şiddeti de, devlet şiddeti de arttı. Son yaşanan plebisitte EVET oylarının artmasına etki edecek diplomasi krizinin bir getirisi olmayacaktır. Diplomasi monşerlerden temizlendi. Görevi siyasilerin yarattığı gerilimleri emmek olan diplomasi ateşi, koru canlandıran körük oldu. Bir müddet sonra şöyle veya böyle bir özür de Hollanda’ya, Almanya’ya gelecektir. Nereden nereye geldik nereye gidiyoruz?
AKP’nin artık halka umut ve gelecek vaat edecek politikalar üretemediği siyasi bir gerçekliktir. Bu yazıyla tanımlamaya çalıştığımız panorama budur. Sonuç “evet” de olsa, “hayır” da olsa Türkiye’de bu siyasal İslamcı hareket kapasitesinin sonuna erişmiştir. Bu plebisit olağanüstü hal yönetimi altında iktidarda kalmanın son hamlesidir. Bu durum bir düşkünlük halidir. Siyasal İslamcılığın geleceği yoktur. Siyasal olarak iflas noktasına gelmiştir.
Bu sitede Devletin Ele Geçirilmesi Üzerine başlıklı bir yazı yazdık. Yazının sonunda, “Evet çıkarsa başarmış olacaklar mı” diye bir sorduk. Bu yazıyla da olabildiği kadar sübjektif değerlendirmelerden kaçınarak objektif bir manzara sunmaya gayret ettik. Kararı da sabır gösterip okuyacaklara bıraktık. Bizim kararımız yazımızın içinde.
Gelecek yazı: Hayır çıkarsa neler olur? Neler yapılmalı?
H. ÜNSAL
Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.
yusuf bodur 23.03.2017
Dört gözle gelecek yazıyı bekliyorum ....Arı duru harika yazınız için teşekkür..