Zihinlerimizi Teslim Alan Yanılgılar – 3

Zihinlerimizi Teslim Alan Yanılgılar – 3

VIII.

Anlamayan bedelini öder. Biz de ödüyoruz. Anlamadığımız şeylerin sayısı gerçekten az değil. Batıcı değiliz, ama toplumumuza Batı'dan ödünç alınan kavramlarla baktığımız için daha çok yanılıyoruz. Örneğin, esas derdi saygı görmek, özsaygısını yitirmeden yaşamak olan insanları, üç kuruşluk çıkar mücadelesinde örgütleyeceğini sanan nice kavrayışsız geçti bu memleketten. Tam tersi de varittir. Üç kuruş için niçin satıldığını anlamayanlar da çoktu; ya da insanların ekonomik ve demokratik hakları için büyük fedakârlıklara razı olacağı yanılgısı az mı yaygındı? Onlara istedikleri arsaları almalarına göz yumanlar ve bir de iş (hele sigortalıysa tadından yenmez) verenler, oyları götürüyordu. Sen ne verecektin?

● Batı'dan aktarılan düşüncelerden birisi de "halk"ın meşruiyetin kaynağı olduğu, esas itibarIyla tüm iyiliğin halktan kaynaklandığı, egemenlerin kötü kalpli olduğu şeklindeki masalsı anlayıştır. Batı'da, monarşiler yıkılır ve aristokrasi ile kilisenin toprakları paylaşılırken yeni rejimin, yani burjuvazinin temsilcileri, otoritelerini halka dayandırmak, dolayısıyla (bizde ahaliden "halk" adı verilen) kitleleri övmek zorundaydı. Eh, otoritesinin meşruiyetini Tanrı'dan alan kralı öldürürsen, yerine başka bir meşruiyet kaynağı getirmek zorundasın. Böylece, herkes halk adına konuşmaya başladı. "Seni halk adına mahkûm ediyorum," "halk adına iktidarı kullanıyorum," "halkın iyiliği için" falan. Halkın oyları siyasetçinin kutsalı ve sermayesi haline geldi. Herkes bu oyların vekâletine soyundu.

● Bu arada bir not düşmek zorundayız. Bizde o anlamda talepleri olan ya da meşruiyetin temeli olarak tanımlanabilecek bir "halk" olmadığı için, "halkçılık" da temelsiz bir şekilde Batı'dan kopya edildi. “Orada, bir köy var uzakta, o bizim köyümüzdür" gibi şeyler çıktı. O köy sadece kendi derdindeydi ve ahalisi de genellikle zeki ve çalışkan değildi, öyle olması istense de.

● Dünyaya yabancılardan aldığımız kavramlarla bakmak yanılgılarımızı artırıyor. Batı toplumları sınıf çatışması temelinde gelişmiştir. Bizde sınıf çelişkisi daha geri plandadır. Öncelikle, klasik feodalizmden geçmedik. Göçerler serf olmayı kabul etmediği gibi, bir feodal aristokrasi de yoktu. Zaten birisinin olması için diğerinin de olması gerekir. Tek başına olamaz. Gerçi bizde toprağa bağlı kılınan köylüler, bu toprakların binlerce yıllık kuralı olan öşüre tabi oldular; ama bu açıdan feodal sistemdeki kadar ağır baskı altında değillerdi. Buna karşın bir yandan tahsildarın ve mültezimin usulsüz taleplerinin, diğer yandan da istikrarsızlık nedeniyle asilerin, eşkıyanın sürekli baskısı altında ezildiler. Karşılarında bir aristokrasi değil, devlet ve yerel mütegallibe vardı ve Batı'dan farklı olarak, din de devletin doğrudan denetimi altındaydı. Bu koşullarda, bir sınıf mücadelesi geleneği oluşmadı. Öfkeye kapılan dağa çıktı. Büyük asi orduları ülkeyi kasıp kavurdu. Celaliler Osmanlıları yene yene Anadolu'dan bağrından çıkıp Üsküdar tepelerine kadar gelirken İnalcık'ın dediği gibi, kapıkulları da yerel ayan ve ulema ile ittifak halinde illerde otoriteyi ele geçirdiler.

● Batı Roma çökünce, merkezi idareleri zayıf olan Germen kabile liderleri, yönetimlerini bir hiyerarşik feodal çerçeve içerisinde oluşturdular. Sınır muhafızları olan kontlar, daha geniş bölgelere hâkim olan baronlar, sonra dükler, nihayet prensler ve otoriteleriyle sisteme fazla diş geçiremeyen krallar. Ayrıca, toprakların üçte birine sahip olan bağımsız kilise hiyerarşisi. Avrupa kralları merkezi otoritelerini güçlendirmek için yüzlerce yıl iğneyle kuyu kazdılar, kiliseye ve baronlara karşı mücadele ettiler. Bizde ise sultan en başından merkezi otorite sahibi idi. Kral, eşitler arasında birinci sayılırken sultanın etrafında böyle bir tabaka yoktu. Buna karşın, hükümdar ailesinin en dış mandalı bile, sülale adına tahtta iddia sahibi olabilirdi. Sadece hutbe okutmak ve sikke basmak meşru sayılmak için yeterli olunca, isyanların sonu gelmezdi. Bu nedenle tahta çıkan, ailenin tüm erkek üyelerini boğdururdu. Ancak, sultanların ezici çoğunluğu, idare mekanizmasını oluşturan bürokrasinin elinde bir kukla haline düşerdi ve zaten bürokrasinin onayını almayan sultan olamazdı. Ayrıca, kral süzeren olarak vasallarının, haklarını gözetmek zorundayken, sultan için böyle bir zorunluluk yoktu; ama kendi tahtı ve kellesi de her an tehdit altındaydı. Bundan günümüze kalan miras, Batı'da toplumdaki denge mekanizmalarına daha çok önem verilirken, Doğu'da istikrarın bürokrasi içerisindeki dengelere bağlı olmasıydı. Tabiatıyla, toplumsal denge mekanizmaları daha çok hukuk gerektirirdi. Bu, kanunların çok olması anlamında değil, belli usullere uyulması anlamında düşünülmelidir. Hukuk esas olarak kanunlarla değil, usullerle ilgilidir. Kanunlar her yerde çiğnenir. Fark, usullerin daha az çiğnenmesindedir.

● İşte "böyle." Bu tarihi arka planda varlığını geliştirmeye çalışan milletimizin, sizin beklediğiniz şekilde davranması için yeterli neden var mı? Üstelik tüm imparatorluk bakiyesi ülkelerde olduğu gibi mikro milliyetçilik ve İslam dünyasının bir parçası olarak köktencilik ayyuka çıkmışken.

● Bir de demografi var. Bazı (oy dağılımı haritasına yansıyan ama tanımlanması o kadar kolay olmayan) değerlere sahip olanlar, diğerlerinden daha az ürüyor, hatta hiç üremiyor ve hızla azalıyor. Bir taraf her nesilde mutlak olarak azalırken diğeri mutlak olarak büyüyor. Fark açıldıkça açılıyor. En başta demografinin belirleyiciliği var.

Bu koşullarda,

Olmayacak dualara amin demek yerine, yeni uzlaşmalara yönelmek yegâne çıkar yoldur. Kimse tek başına bu ülkeyi yönetemez. Her kime "halk" diyorsanız, bunlar asla sizin düşündüğünüz gibi davranmayacaktır. Bunu anlamayan, yaşayan fosildir.

 

IX

Devlet, tüm diğer sosyal kurumlar gibi sürekli olarak yeniden düzenlenmesi gereken bir kurumlar topluluğudur. Eskiyen, bozulan, çürüyen, bazı kamaraları işlevlerini yitiren, yani her an tamir ve tadilat gerektiren bir gemidir. Ama batmaması, karaya oturmaması gereken bir gemidir. Özellikle bizim coğrafyamızda devletin zarar görmesi, su alması ve etkinliğini yitirmesi vahim sonuçlar yaratır. Ülkeyi emanet edecek başka bir kurum yoktur, olamaz.

● Devlet karşıtlığı meselesi ülkemizde büyük insan ve kaynak israfına yol açan bir konudur. Devleti kötü yönetenlerin değiştirilmesinin değil, devletin kendisinin hedef alınması, acıklı ve nice insanı yoldan çıkaran bir düşünce illetidir. Bu kayıp insanlar, şayet kazanılabilseydi, yapıcı politikalar üretmek her anlamda biraz daha kolay olurdu.

● Solcular, liberaller, etnikçiler ve bazı cemaatçiler, tarikatlar ve mezhep mensupları vs devletin yıkılmasını dillendirirler. Bunların bir kısmı koyu cehaletten, bir kısmı da "derin" düşmanlıktan kaynaklanır. Örneğin kimi şaşkınlar bir yandan her alanda devletleştirmeyi savunurken, diğer yandan da her fırsatta devletin varlığına küfrederler. Örneğin, solcular, yönetime geldikleri her yerde aşırı mı aşırı devletçi kesilmişlerdir. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu. Toplumların bunları ciddiye almamasına şaşmamalı. İnsanların çoğunluğu, ne olursa olsun, her durumda geleneksel modeldeki solculardan daha ariftir; çünkü akıllarını kafese sokmamıştır. Anneannem henüz 1970 yılında, SSCB'nin yakında yıkılacağını, öyle bir rejimin yaşama şansının olmadığını söylemişti de salaklığın doruğundaki biz aklıevvel solcular içimizden "hadi yaa" demiştik. Ama kulağımıza yer etmişti de. İnsanlar siyasi rejimlerin sorunları çözmediğini, hatta, birçok yeni sorunlar yarattığını bilirler. Bu nedenle sonu gelmeyecek değişimlerden uzak durmaya çalışırlar. Toplumlar, sindirmedikleri şeyleri mutlaka geri fırlatır. Her solcu zamanla bunu anlar, ama çoğu, dillendirmeyi nefsine yediremez. Yeni toplumcu anlayışların gelişmemesinde bunun az da olsa rolü vardır.

● Devletin ortadan kalkma ütopyası, nüfusu yarım milyarı aşmayan bir dünyada, -o da belki- mümkün olabilir. O takdirde, bol kaynaklara sahip olan küçük topluluklar, kendi yerel yönetimleriyle birlikte yaşayabilirler. Ama böyle bir durumda bile bazı toplulukların devletleşerek fetih seferlerine girişmesinin kaçınılmazlığı asgari tarih bilgisidir. Ütopya gerçekleşse bile felaketlerin kapısı kapanmaz. İnsanlık hiçbir zaman selamete ulaşamayacak, sürekli çabalayacaktır, ama bu çaba çok uzun vadede biraz daha iyiye götürür. Sonuçta birçok açıdan eskisinden daha iyi durumdayız.

● Bugün, -olacak şey değil ya- devletler ortadan kalkıverse, altı ay, bilemediniz bir yıl içerisinde dünya nüfusunun yarısından fazlası salgın hastalıklardan ölür. Kamu sağlığını denetleyen devlet kurumları çöktüğü anda, pusuda bekleyen mikroorganizmalar insan nüfusunu kırıp geçirir. Kalanların perişanlığını düşünmek bile istemezsiniz.

● On altı milyon öğrenciyi her gün sınıflara doldurup seksen milyon kişiye sağlık hizmeti sunabilecek bir babayiğit varsa çıksın meydana.

● Türk olarak tarih boyunca daima iki şeyle var olduk: Türk dili ve devlet. Devleti yaşatamadığımız yerde istiklal de gitti. Bununla birlikte tarihte bizim kadar devlet kurmuş başka millet yoktur. Ancak bunlar sağlam devletler olmadı, hemen hepsi kısa sürede tarihe kavuşmuş, mezar taşı bile kalmamıştır. Sadece Osmanlı devleti, o da Doğu Roma şablonu üzerinden uzunca bir süre ve de bin bir gaile ve sonsuz acı içerisinde ayakta kalmayı başarmıştır. Türklerin geçmişi hafızalarından silme eğilimi, şuur altında bu acıları unutma isteğinden kaynaklanır.

● Kuzey steplerinde, Hazar çevresinde, Orta ve Kuzey ve Doğu Asya'da, İran'da, Hindistan'da, Mısır'da ve nihayet Batı Asya'da, Türklerin kurmuş veya hâkimiyeti ele geçirmiş olduğu yüzün üzerinde devlet vardır. Bunların bir kısmı, fethettikleri nüfus içerisinde eriyerek yok olmuştur. Örneğin, Hindistan'ın kuzey bölgelerine elli veya yüz bin kişiyle giderek devlet kuranlar, üç nesil içerisinde evlilik yoluyla yerel halka karıştılar, eriyip gittiler. Bazıları da teknolojik ve örgütsel olarak çağa ayak uyduramayıp fethedildiler. Kazan ve Astrakhan Hanlıkları ile Uralların doğusundaki birçok hanlık bunlara örnektir. Kırım Hanlığı ise iğfal edilerek istiklalini yitirenlere bir örnektir. İran'ı fetheden Selçukiler de Fars kültürüne teslim oldular. Örnekler saymakla bitmez. Devlet kuruyoruz ama bunlar iyi devlet olmuyor.

Devlet çok geniş bir mesele, buna devletlerin nitelikleriyle devam edeceğiz.

 

X

İktidar ya da yönetim pratiği, farklı ekonomik ve siyasi güç odakları arasında denge kurularak gerçekleştirilir. En koyu diktatörlük (geçmişte en mutlak monarşi) bile belli dengelere dayanmış ve bunlar kurulamadığı takdirde istikrarsızlık ve yıkım süreci derhal başlatılmıştır. Dengeler genellikle mülk sahipleri arasındaki hiyerarşiyi yansıtır ama bu yansıma hemen hiçbir zaman bire bir değildir. Çeşitli nedenlerle, belli kesimler veya sınıflar daha fazla tavize yönelir, zorlanır veya başka nedenlerle uzlaşmaları kabul veya reddederler.

● Siyaset, ekonomik veya başka güç unsurlarının bire bir yansıdığı bir alan değildir; ancak uzun vadede güç oranları etkisini gösterir, (zamanla değişmekle birlikte ağırlıkların belli olduğu) temel dengeye yaklaştırır. Krizler dengeleri daha radikal şekilde değiştirir. İktidar kısa bir süre için sosyal desteği zayıf olanların eline geçebilir ve lider(lik) iktidarı kullanarak kendisine destek olacak bir kesim yaratmaya çalışır. Bürokrasi bunun için elverişli bir araçtır. Ne var ki, hiçbir destek diktatörü (ya da dikta rejimini) çok uzun süre taşıyamaz.

● Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda genel bir kriz olunca komünizm ve faşizm dünyanın büyük kısımlarında egemen oldu. Bazı ülkeler ise krizin etkilerini hafifletmek ve halkın radikal eğilimlere kaymasını önlemek üzere "sosyal devlet" uygulamalarına geçtiler. Ücretli izin, emeklilik hakkı, sağlık yardımı vs gibi politikalar ancak 1920'lerde, özellikle de 1929 bunalımını takiben gündeme geldi. O tarihe gelinceye kadar, emeklilik sadece bürokrasiye ve subaylara has bir uygulamaydı.

● Bir zamanlar, devlet tahlillerinde şemacılık çok yaygındı. Devlet egemen sınıfların baskı aracı olarak kölecilerin, feodallerin ya da kapitalistlerin sopasından ibaret görülürdü. Pekiyi, o zaman, sosyalist adını taşıyan parti devletleri kimin sopasıydı? Emekçilerin olmadığı kesindi. Bu tür kavramların açıklayıcılığı yoktu. Köleci devlet dedikleri Roma'yı özgür çiftçiler, Atina'yı zanaatçılar ve denizciler inşa etmedi mi? Piramitleri de köleler yapmadı. Sözde sosyalist devletler, teoriyi boş verin, en büyük sömürü ve baskıyı emekçi sınıflar üzerine getirmedi mi? Ya Asyatik devlet kimin nesiydi? ABD 1865'e kadar köleci bir devlet miydi? Bunlarda bir miktar köle emeği de vardı diye tanımları mı zorlayacağız. Klasik devlet şemaları, dünyanın son derece minik bir kısmında, çok dar bir zaman aralığı için bile tam bir açıklama getirmemiştir. Neyse ki, bu tür bakışlar şimdi geçmişte kaldı.

● Her devlet kendi özgün koşulları içerisinde gelişir. Devletin değişmeyen özü, iktidarı destekleyecek mekanizmalar, bunları koruyacak ordu ve kamu işlerinin sürdürülmesi için vergi alınmasıdır. Devlet anlayışı ve devlet yapısı her ülkede farklıdır. Bazıları daha merkeziyetçi, bazıları yerel yönetimlere daha çok ağırlık veren, federatif, konfederatif veya üniter yapılara sahip olabilir. Bunlar genelde çelişmez. Yani, örneğin ABD'de yerel yetkilerin çokluğu dikkat çekicidir. Ancak yerel yetkiler birlik ilkesiyle veya merkeziyetçilikle çeliştiği zaman ikna ve uzlaşma çabaları devreye girer ve birlik sonunda zedelenmez. Fransa da yerel yetkilerin çok olduğu ama birlik ilkesinin korunduğu bir ülkedir. Cumhuriyetimize gelince, tarihi koşullar nedeniyle üniter ve merkeziyetçi yapısını sürdürmek zorundadır ama bu, yerel yönetimlerin geliştirilmesi çabasını dışlamaz. Dışlamamalıdır, çünkü demokrasinin beşiği yerel yönetimlerdir.

● Türkiye'de kamu yönetiminin en büyük açmazlarından biri yerel yönetimlerle merkezi yönetim arasındaki ilişkilerin niteliğindedir. Tüm yetkiler merkezi devlet kurumlarının elinde toplanınca, yerel yönetimler çok güdük kalmıştı. Ancak, yerel yönetimlerin yetki sahibi oldukları takdirde, ülke kaynaklarının çok daha ağır bir şekilde yağmalandığı da tecrübeyle görülüyor. Böylece, ortaya garip bir manzara çıktı. Belediyeler yağmada serbestleşti ama siyasi olarak vesayet devam etti. Devletin yağmaya göz yumması + siyasi olarak yurttaşına güvenmemesi. Özeti budur. Aslında, yağmanın bürokrasiyi aşması da işin başka boyutudur. Her durumda, Türkler için devlet, insanları yurttaş haline getirmeye çalışan bir üst örgütlenmedir. Türklerde devlet kuran ve bunu kendi çıkarı için yöneten sınıflar olmamıştır. Tam tersine, devlet kendisine taban olacak mülk sahibi sınıflar yaratmaya çalışmıştır. Hatta, devlet bunun için kendi siyasi partilerini dahi oluşturmuştur. Tanzimat döneminde Türkleri desteklemeye çalışan birkaç yönetici oldu. İttihatçılar ise bunu savaş içerisinde bile öncelikli politika addettiler. Cumhuriyet iyi kötü sürdürdü. İyi kötü diyoruz, çünkü bağımsızlığından taviz vermesinde, sermayenin işbirlikçilikle gelişmesi büyük etkendi.

● İşte karşımızda devletimiz. Devletin kendi siyasi partisi çoktandır iktidardan düştü. Yeni partilerden korkan yurttaşlarımızın bir kısmı hâlâ eski devlet partisine dayanmaya çalışıyor. Ancak artık devlet başka partilerin denetimine girdi ve bundan korkanların eski devlet partisinde yığılmaları hiçbir şeyi değiştirmiyor. Bu partinin yönetimini bile değiştiremiyor. Çünkü, bu partide toplananların bir bakış birliği yok. Yönetimdeki kesimler garantili muhalefet olarak bazı belediyelerde imar rantlarını ve Hazine yardımını yerken başka ortak istemiyorlar. Eski devlet partisinin yeni bir toplumcu partiye dönüşmesi de, bu koşullarda olanaksız görünüyor. Bazı yurtsever unsurlar hâlâ o çatı altında var olmaya çalışıyor, bilinçli kesimi potansiyel muhalefet, geri kalanı etkisiz unsurlar olarak. Ancak, itiraf etmeliyiz ki, devlet partisinin etkisiz kılınması epey uzun, hatta Cumhuriyet tarihini belirleyen süreçlerden biri oldu. Bu partiyi başka bir şey sanmak da ülkenin büyük yanılgılarından birisidir. Değişir mi? Bu zor işin olup olmayacağını bugünden bilemeyiz.

 

XI

İnsanların kendi idealizmlerinin başkaları tarafından paylaşılacağına inanma yanılgısı... Çok şaşırtıcı ama gerçektir. Kimileri, tarih bizden yana derler, sanki tarih diye bir süje varmış gibi. Tarih, geçmişin milyonlarca farklı şekilde hikâye edilmesinden başka bir şey değildir ve insanlık yaşadıkça milyonlarla farklı hikâye olacaktır. Bu hikâyeler hiçbir idealizmi desteklemez. Zaten buna muktedir değildir. Tarih sadece anlamaya yardım eder, başka keramet beklenmez.

 

Mehmet Tanju Akad


  • İNAN

    İNAN 03.08.2017

    Yazar, anladığım kadarıyla başka bir patikaya girip yolu iyice şaşırmış. Geldiği nokta bu ise Allah yardımcısı olsun. Yazının sonunda vay be, nereden nereye deyip şaşırıp kaldım.

  • Tarık Baysal

    Tarık Baysal 03.08.2017

    Gerçekçiliğin, sağcı fikirlere soldan daha yakın olduğunu göstermiş Tanju Akad. Saçmalamanın inayetinden uzak inançsız bir solcunun saçmayı aştığı an. Teslimiyetin rasyoneli, devletin savunusu...

  • Bahadır Özdemir

    Bahadır Özdemir 02.08.2017

    Ne kadar muhteşem bir yazı. İlk defa iç güvenlik ve istihbaratın ne kadar önemli olduğunu çaktırmadan anlatan böyle bir yazı okuyorum. Yazıyı okuduktan sonra Türkiye'nin bir istihbarat devleti olmasının, herkesi fişlemesinin ve herkesi takip etmesinin ne kadar gerekli ve zorunlu olduğunu bir kez daha anlamış oldum. Çünkü dii mi, yoksa 16 milyon öğrenci ve 80 milyon insan ne yapar. Bu yazıya göre herkesten vergi alan Almanya'nın nasıl hala bir devlet olarak kalabildiğini ve prensliklere bölünmediğini anlamak mümkün değil. Dolayısıyla yazıya göre Almanya ya yok ya da var gibi gösteriliyor sadece. Mesela yine, istihbarat ve parti devleti olmanın Türkiye'yi bir Suriye ya da Irak yapmasa da 1940 lara geri götüreceğini, hatta "reis" ve "milli şef" kavramları arasında hiç bir fark olmadığını iddia etmenin de bir anlamı yok. Çünkü tarih, yazara göre sadece hikayeden ibaret. Bu arada yazıda, Necip Fazıl'ın "küçükken derdi ninem" mısrasına atıf yapılması da beni bayağı bi etkiledi yani. (B.Ö.)

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.