FİLLER TEPİŞİYOR EZİLEN SADECE ÇİMENLER Mİ? - (2)

FİLLER TEPİŞİYOR EZİLEN SADECE ÇİMENLER Mİ? - (2)

Gelecek sosyalizmde midir? Yoksa taş tanrı Zardoz da mı?

Bu yazının 1. bölümünü “Kapitalizm, bu son dönemsel krizini de bünyesinde taşıdığı bağışıklık, yönetim becerileri ve tecrübeleriyle aşacaktır. Ancak sonsuzluğu temsil eden bir sistem değildir. Sosyalizm de bir felsefi ütopya değildir. Uygulanabilir, ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel, felsefi ve ideolojik realitesi olan bir sistemdir. Gelecek sosyalizmdedir. Nasıl sorularını sormaya devam etmeliyiz. Cümlesi ile bitirmiştik. Yorumlarda gerekçesini de ifade ederek yaptığımız düzeltmeyi burada da kayda geçirelim. “Gelecek sosyalizmde midir?  Öyledir diyorsak, nasıl bir sosyalizm sorularını sormaya devam etmeliyiz.” Olarak düzelterek cümlemizi tekrarlayalım. Bu cümle bizi sorular sormaya yönlendirir. Yorumcular haklı olarak bu “derin” kapitalizm-emperyalizm analizlerinden sonra nasıl bir ekstrapolasyon yapacağımız üzerine yazının devamını merakla beklediklerini ifade ettiler. Nasıl bir ektrapolasyon yapılacak meselesi tam da zurnanın zırt dediği yerdir. Çünkü mesele ekonomik, siyasi, ideolojik ve felsefi temeller üzerinden kökleniyor. Her türden ideolojik siyasi dünya görüşü ve akım aslında bugünü değerlendirirken geleceğe ilişkin bir kestirim sunar. İnançlarım, değerlendirmelerim ve kanaatlerimle ben iki akımı ciddiye alıyorum ve üzerinde önemle durulması gerektiğine inanıyorum. Birincisi Neo-liberal (sol liberal dâhil) akım ki, bu yazıda üzerinde detaylıca duracağız. İkincisi ise Marksist kehanettir. Sosyalizmdir.

“Felsefi olarak bir niteliği oluşturan unsurlardan birindeki değişimin diğer unsurlarda değişiklik yaratmaması imkânsızdır. İki dünya savaşı yaşanması, totaliter rejimlerin, diktatörlüklerin hüküm sürmesi, küresel kapitalist-emperyalist hegemonya, iki sistemin çatışmasından doğan soğuk savaş yılları; klasik kapitalizmi etkilememesi, onda nicel bir takım değişimlerin vücuda gelmemesi imkânsızdır. Ama kapitalizmin kendi içinde evrilmesini sağlayan asıl itici güç, ona alternatif olarak kurulan sistem veya ideolojiler değildir. Bizzat kendi varlığının bağrından doğan, filizlenip gelişen yeni olgular olmuştur. Alternatif olarak oluşan sistem ve var olan ideolojiler olsa olsa kendi içindeki bu başkalaşımı -yeniyi diyemeyiz- değişik açılardan etkilemiş ya da geciktirmiş veya doğal yoldan oluşmasını çarpıtmış olabilir. Dünü, bugünü geleceği anlamak ve kavramak felsefi, ekonomik, politik, sosyal-kültürel ve diğer olguları da kapsayan toplam kavramlarla olanaklıdır. Özellikle geleceği tasavvur etmek; geçmişi ve bugünü kavramaktan, doğru değerlenmekten geçer. Nereden geliyoruz? Neredeyiz? Nereye gidiyoruz, ya da gideceğiz? Bu sorulara açık, berrak, uygulanabilir temelleri olan kestirimci cevaplar bulmaksızın yol almak mümkün değildir.”

Yukarıdaki tırnaklı paragraf 17.09.1994 yılında Eskişehir’de iş toplantısı için konakladığım bir otelin lobisinde, beraber hapis yattığım eski Komünist Parti yöneticilerinden biriyle karşılaşmamız ve akşam alacasından yeni günün sabahına kadar yaptığımız kapitalizm- sosyalizm tartışmasında karşıdan aldığım ve benim sunduğum görüşlerim üzerine yazdığım anısal notlardandır. Devamı da var tabii.

Sevgili AYA’nın bu yazının birinci bölümüne yaptığı yorumunda “devamı çok önemli, buna dayanarak yazarın ne tür bir ekstrapolasyon yapacağını bilmek benim hakkım... Gelecek sosyalizmde değildir. Gelecek olsa, olsa taş tanrı Zardoz’dadır” cümlesi önce paçalarımı sonra beyin kıvrımları tutuşturdu. Yazı yazmak kolay da; son derece zeki ve bilgili; iyi yetişkinleşmiş on adamın beyin gücünün toplamından bile fazla bilgi ile donanımlı sevgili AYA’nın sorusuna cevap vermek gerçekten zor bir iş. Ama biz anıların notlarından, mahpushane arkadaşımın mealen düşünce argümanlarıyla devam edelim:

  • Modern sanayi toplumunda başlıca üç temel ideolojik akım üzerinde durmak belli zorunluluk arz eder. Kökleri Nietzsche ve Hegel’e dayanan nasyonal sosyalizm. Yani Faşizm. Üstün ırkın faziletlerine (!) dayanan milliyetçi akım. İkinci dünya savaşıyla bir insanlık faciası yarattı ve insanlık için bir seçenek olmaktan çıktı.
  • Yine felsefi açıdan Hegel’in bir başka yönden (tarihi materyalist) yorumu olan Komünizm. Son on yılda dünyada yaşanan sessiz devrimle seçenek olmaktan çıktı ve geri dönmemecesine tarih sahnesinden çekildi.
  • Ve nihayet kapitalizm. Kapitalizme gelince… Zaferi kapitalizm mi kazandı? Cevap: Bu, zaferi kapitalizmin kazandığı anlamına gelmez. Çünkü o başka bir şeye dönüşüyor. Nasıl?
  • Bugün geleceğe yönelik eğilimlere bakıldığında, ne Marks dönemindeki serbest rekabetçi kapitalizmden, ne Lenin’in emperyalizminden, ne de klasik anlamda kapitalizmden bahsedilebilir. Tarihin helezonik gelişimi sürüyor. Artık metanın değerini onda billurlaşmış toplumsal emek değil de, onun değerini metanın içerdiği bilginin niteliği ve miktarı belirliyorsa, ”emek en yüce değer” olmaktan çıkmış demektir. Sermayenin yeniden üretimi, yerini bilginin yeniden üretimine bırakıyor.
  • Gelişmiş batı ülkelerinde nüfusun %2-3’nün istihdamıyla sağlanan tarımsal üretim gibi, sanayi ürünlerinin üretiminde de nüfusun daha küçük bir bölümünce sağlanma eğilimine doğru gidiş bütün hızıyla yol alıyor.
  • Öte yandan Marks da haksız çıkmıyor. Sınıfsız toplumun ön koşullarından biri olan, tüm toplum çapında maddi malların ihtiyaçtan fazla üretilmesi gelişmiş ülkelerde daha şimdiden başarılıyorsa; bu malların üretiminde toplum ölçeğindeki iş gücünün çok az zamanını alıyor ve daha az insan bu üretimlerde çalışıyorsa; kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişki çok hızlı bir gidişle çözümlenme yolundaysa; köy kent karşıtlığı köylerin kent standartlarına kavuşmasıyla aşılıyorsa; birey olarak duyguları gelişmiş, teknik donanımlı yeni bir insan oluşuyorsa; tüm bunlar üretici güçlerin en gelişkin olduğu ülkelerde oluyor. Ama devrim yoluyla, proletarya diktatörlüğü yoluyla değil, kapitalizmin evrimci gelişmesiyle oluyor.
  • Yani yaratılan artı-değeriyle, mali oligarşisiyle, tekelci ek karlarıyla, eski ve yeni sömürgeciliğiyle, dünya ve ulusal kurtuluş savaşlarıyla, sosyalizmin en tam ön koşullarını bağrında taşıyan tekelci devlet kapitalizmiyle, (Çin’i kastediyor) kapitalizm bir üretim biçimi olarak tarih sahnesini terk edecek demektir. Proletaryada, mülkiyet ilişkilerinde ve yöneticiliklerde nitel değişiklikler olmaktaysa, artık klasik kapitalizmden söz etmek mümkün değildir.
  • Nasıl geleceğin toplumu sosyal bir toplum olacaksa, fakat Marksizm’in ön gördüğü sosyalizm olmayacaksa, kapitalizm de klasik biçimiyle gelecekte olmayacak.
  • Ne olacak?  Kapitalizm bireyciliktir. Liberalizm ise hukuk devletini, kuvvetler ayrımını, insan hak ve özgürlüklerinin garanti altına alınmasını, kısacası özgür bireyi ifade eder. Devlete karşı hakları garanti altına alınmış bireyi… Kapitalizm ise çok masum bir istekten, girişim özgürlüğünden yola çıktı ve mutlak bireyciliğe vardı. Bireycilik başka özgür birey olmak başka bir şeydir. Biz bireyciliğe karşı, özgür bireyi değil toplumculuğu koyduk. Toplumculuğu da kendimizi kurtarıcıdan kurtarmalıyız dememize rağmen bireyin kendini yüce toplumsal amaçlar için feda etmesi olarak anladık. Oysa doğru olan birey olabilmekti. Sivil toplumun en küçük hücresi olarak birey; olanları çözümleyebilen, tepkisini çağdaş yöntemlerle gösterebilen birey… Bu Marksın gerektiği kadar ve zevk için çalışan, ihtiyacı kadar alacak olan, sorumluluk duyan yeni insan tipinden başka nedir ki? İşte dünya ve toplumlar kendi doğal evrimi içinde böyle değişip nitelenecek.
  • “Vay be ne güzel bir dünya panoraması çizdin bana bu gece. Sanırım artık anlattığın gelişmiş ülke vatandaşısındır. Ama Türkiye vatandaşlığıyla da bir iltisakın vardır. Bir de Türkiye fotoğrafı ver de söz bana gelsin”  dememle devam etmişti.
  • Türkiye bir tarım toplumu olmaktan yeni, yeni çıkıyor. Batıda birkaç yüz yıla yayılan bu süreç bizde birkaç on yıla sığıyor. Böyle olunca da başıboş, hiçbir plana dayanmayan köyden kente göç dalgası ülkeyi kasıp kavuruyor. Kentler büyük bir köy… Ekonomik, politik, sosyal- kültürel ve estetik yaşam tam bir kargaşa. Bilgi toplumundan söz edilen bir dünyada köylülüğün yeri yok. Tasfiye sürecek. Gelişmekte olan Türkiye gibi ülkeler kapitalizm sonrası toplumu birlikte yaşayacak. Bu yüzden kitleler daha birine uyum sağlamadan ötekine, yeniye akıl erdirmek zorunda kalacak.
  • Kent özgürlük demektir. Akla ihtiyaç duyar. Öyle de oldu. Aklın ve arzuların dünyasına dalındı korkusuzca. Duyguların dünyasına ise sıra gelmedi. Nesnel temelleri yoktu bunun. Toplum nereden geldiğini bile bilemediği bir selin önünde sürüklenerek bu günlere geldi. Temel ihtiyaçlarını karşılama uğraşı ve telaşı başka bir dünya bırakmadı ona. Küçük köylü kurnazlıkları, köşe dönme hayalleri ve gayri meşruluk içinde bireyin oluşması, insanın kendi efendisi olması için çok zordur.
  • Özgürleşen köle ne ister? Hiç şüphesiz eşitlik. Cin şişeden çıkmıştır. Dünyada özgürlük var artık. Eşitlik anlayışının her türü şekillenecektir doğal olarak. Ama sığ, şabloncu ve hayalî… Marksizm- Leninizm geçen yüzyılda, batı dünyası yerine, daha fazla gelişmekte olan ülkelerde boşuna boy atmadı. Bu yüzden hala daha sosyalizmin namusunu kurtarmaya çalışanların var olmasına şaşmamalı. Toplumsal bellekle milliyetçiliğin, kamufle edilmiş ilkel benliğin yayılmasına da. Coğrafyanın kadim tarihinin köklerinden ve doğuştan gelen etnisitenin temel hakları, eşit yurttaşlık hakları; kendi kaderini tayin hakkı da dâhil çözülmesi kaçınılmazdır. Desteklenmelidir.
  • Diğer yandan kökten dinciliğin yeniden, yeniden boy atmasına da şaşmamalı. Bu sorunsal da çözülür. Jakoben laiklik, yerini Anglosakson sekülerizmine bıraktığında kökleşen özgürlük ruhu bu sorunu da aşar.
  • Karma ekonomi, ithal ikameci ekonomi, ihracat öncelikli ekonomi… Birbirini kararlılıkla reddetmeyen üç ayrı dönem. Hareketin ileriye yönelik helezonik gelişimi kolayca görülüyor. Tüm olumsuzluklara rağmen değişimin ve gelişmenin sağlam bir mantığı var. Bu yüzden Türkiye sistemsel alt- üst oluşlar yaşamıyor. Kaplumbağa adımlarıyla da olsa menzile yürüyor. Gelişme gelişmiş batılı ülkelerdeki gibi kendi iç dinamikleri temelinde salına, salına özgürce olmuyor. Aksine dış etkenin yoğun etkisi altında gerçekleşiyor. Dış etkenlerden sadece kapitalizmin gerçekleri gelmeyecek. En modern teknoloji ve ilişkiler sistemi gelecek. Ulusalcı direnişler, söz gelimi gümrük muafiyetlerinin kaldırılmasına tepki gibi her alanda son kozlarını oynayacaktır. Artık sistemin muhalifleri sadece “sol”cular değildir. Asıl tehdit kendi içinden geliyor. Merkezi devlet, resmi ideoloji, aydınlanmış despotizm tıkandıkça tıkanıyor. Hissediyorum, emperyalizm bu işin neresinde diyeceksin. Bugün emperyalist bir bağımlılık ve sömürü elbette var. Gelişmenin gelecekteki seyrinde bu ülkede o da sönümlenecek. Gelişmiş batılı ülkelerde, Almanya’da, İsveç’te, Norveç’te emperyalizmden bahsedilebilir mi? Karşılıklı bağımlılık denen bir sosyolojik kavram var.
  • Böylesi evrensel değerlendirmeler yapılırken var olandan değil, geleceği niteleyen eğilimlerden yola çıkmak gerekir. Siyasal stratejiler buna göre oluşturulmalıdır. Türkiye’nin bugün yegâne ihtiyacı hukukun üstünlüğünü esas alan hukuk devleti olması, yargı bağımsızlığı, temel insan hakları ve özgürlüklerinin sağlam temellere oturduğu, tüm toplum kesimlerinin yönetime ortak olduğu katılımcı liberal demokratik bir cumhuriyete dönüşmesidir. Bugün bu yöne gidişat çok yavaş, hatta görülmese de gelecekte hızlanacak. Türkiye özgür dünya sosyal sisteminde hak ettiği yeri işgal edecektir.

 

  • “Vaayy be dostum ne diyeyim size? Tiradın Abdullah çavuşun tiradı kadar hoş, ama realitesi boş. Söze başlamadan son söylenecek olanı en başından söyleyeyim. Koca Şairin “bir düşün oğlum bir düşün / eeyyy yetim-i Sefa / senin fikir dediğin şey… Diyen şiiri geldi aklıma. Şimdi senin fikir olarak savunduğun şey ne ki? Dün sosyalizm adına Rus bürokratik devlet kapitalizminin beşinci kol görevini ifa ediyordunuz. Sizler de yönetiyordunuz. Bugün “yenidünya düzeni” adlı kapitalist- emperyalist küresel sermaye enternasyonalinin rıza oluşturuculuğunu ifa ediyorsunuz. Buna da “sol Liberalizm” diyorsunuz. Sözcülüğünü yaptığınız bu yeni akım tüm zamanların gericiliklerini de aşan çok tehlikeli sonuçlara neden olacak yeni gericiliktir. Sen vatandaşı olduğun ülkede sosyalden mi geçiniyorsun? Yoksa devlet destekli vakıflardan birinin Türkiye masasından mı maaşlanıyorsun. Kedi gibi hep dört ayak üstündesiniz valla. Eski vatanda profesyonel komünist siyasetçi, yeni vatanda da profesyonel analist. Büyük başarı. Bana gelince demin biraz anlattım. Devam edeceğim. “Marksizm daima bilimsel tek öğreti” den onunla hesaplaşarak onun tarihsel materyalizminin bilimsellikten uzak determinist bir ideoloji olduğuna kanaat getirdim. Ancak kapitalist sistemim içinde kapitalist bir üretim işletmesinin çarklarından biri olmakla beraber dünyadaki tüm sorunların anası, bir tür ücretli kölelik ve eşitsizlikler düzeni olan kapitalizme hala karşıyım. Onun ilgasından yanayım. Ve hala sosyalistim. Ama klasik yaşanmış “reel sosyalizm” denen şeyi de savunmuyorum. Ve nasıl bir sosyalizm sorularını sormaya devam ediyorum. Yani ben hemen hemen hala durduğum yerdeyim. Değişen ve gelişen sizsiniz. Biz statükoyu temsil ediyoruz. Hala “sosyalizmin namusunu korumaya devam ediyoruz.” Diyerek tartışmaya yazının ikinci paragrafındaki cümle ile giriş yapmıştım.

Tüm bunları zamanın notlarından okuyucuya niye aktardım? Belki beynimde oluşan bir anlık boşluktan. Belki AYA’nın derin eleştirilerinden korkma duygularımın içgüdüsel savunma mekanizmalarımı harekete geçirmesinden, belki o günün sabahının dokuzunda bütün gece tüketilen alkolün veya hiç de tutarlı bir anlamı olmayan, saatlerce süren tartışmanın iğrençliğiyle, otelin lobisinde geçirdiğim mide spazmı sonrası çalıştığım firma adına bir şirketle yapılacak stratejik bir toplantıyı ertesi güne ertelemem sonrası patrondan yediğim, ruhumu kanatan fırçaların acısından veya o an yaşadığım, işimden kovulma korkusunun ruhumda tekrar depreşmesinden olabilir. Ben yazar değilim, sosyolog değilim, felsefeci hiç değilim. Bir Melami dervişi gibi kendi kozamda yaşarken sorular soruyorum, cevaplar arıyorum. İşte öylece… Kendi kendime… Sadede gelirsek:

Zırva tevil kaldırmaz diye bir tabir vardır. Neresinden başlayalım? Yazımızın birinci bölümünde kapitalist emperyalizmin 1945’ler sonrası küresel yeni yapılanmasının tarihi süreçlerinde birbirleriyle etkisel ve dengesel ilişkilerini, sıçramalı, eşitsiz, dengesiz gelişmelerini, çatışmalarını vb. yapısal doğasında ne varsa, geniş bir bakış açısıyla yazıya döktük. Yeni sol liberalizmin yukarıda maddeler halinde sıraladığımız tiradi aforizmaları üzerinde madde madde durmak yazıyı uzatacağı gibi anlamsızdır da. Ancak meselenin özüne ilişkin temalar üzerinde kısaca durmak gereklidir.

  • “Yenidünya düzeni” kavramı, esası karartan gözbağcılıktır.

Kapitalizm, üretim ilişkilerinde yaratılan tüm artı değerin kaynağının ödenmemiş işçi emeği üzerinden doğup geliştiği, emek sermaye arasındaki temel çatışmaya dayalı düzenin adıdır. Kapitalist üretim esprisinin genel ve temel işleyişi maliyet, rekabet, kâr, büyüme, yeni pazarlar, kâr, kâr, kâr üzerindendir. Kapitalizm aydınlanma çağı, onun tarihi gelişimi 1789 Fransız devrimi ve devamı devrimlerle 1900’lere yeni demokratik kurum ve kavramlar yaratarak ve geliştirerek geldi. Sonrası tekelci kapitalizm aşaması.

Bu tarihi aşama itibariyle burjuvazinin yeniyi temsil etme ve taşıma misyonu bitmiştir. Bunun nedenini burjuva modernitesinin ve nispi temsili demokrasisinin bu noktadan sonra sermayenin birikim ve kâr imkânlarına engel oluşuna mı; ya da burjuvazinin artık yeni kurumları tarih sahnesine taşımaya gücü kalmayışına mı bağlamamız gerektiği ayrı bir tartışmadır.

Bundan sonrası 1. dünya savaşı, büyük ekim devrimi, kapitalist sistemin büyük buhranı, Almanya’da faşizm ve 2. Dünya savaşı. Sonrası Sovyet bloğunun kurulması, iki kutuplu dünya. Ve erken kapitalistleşen ülkelerde kapitalizmin 40 yıl süren bu “altın çağı”. Klasik burjuva demokrasileri ve sosyal devlet olgusunun ortaya çıktığı, bir manada özel bir dönem. Birinci bölümde bu dönemi “barışçı kapitalizm” tamlaması ile ele almıştık. Bu dönemde üretim ilişkilerinin kapitalist sistemi ile yönetim sisteminin burjuva demokrasisinin, eleştiriye açık olmakla beraber bir simetri oluşturduğunu ileri sürmek mümkündür. Aynı zamanda bu “altın çağ” dönemi küresel tekelci burjuvazinin tüm algı oluşturucu organ, araç ve kanallarla klasik liberalizmin Sovyet sistemi ve Marksizm’e karşı hukuk, özgürlük, eşitlik, adalet, kalkınma ve refah söylemleriyle Neo-liberalizme evirildiği dönemin başlangıcıdır. Neo-liberalizm küresel sermaye enternasyonalinin yeni ideolojisidir. 1980’ler sonrası kuluçka dönemini tamamlayıp felsefi, ekonomik, siyasi sosyal ve kültürel hayatın tüm kavramlarına yeni anlamlar yükleyerek piyasalaştırmış ve psikolojik üstünlük elde etmiştir.

Sovyet bloğunun yıkılması sonrası ”yenidünya düzeni” kavramı ile iktisat disiplinin ve siyasetin klasik dili de değişmeye başladı. “kalkınmakta olan ülkeler” kavramının yerini “yükselen piyasa ekonomileri”; “sınıfların” yerini “piyasa, pazar oyuncuları”; “emperyalizm ve sömürü” kavramlarının yerini “küreselleşmeyi kucaklamak ve yoksullukla mücadele” gibi yeni ve içeriği boşaltılmış kavramlar almaya başladı. İşte yukarıda madde madde ele aldığımız kapitalizmin hem üretim araçlarını hem de üretici güçleri mütemadiyen geliştirdiği savı üzerinden, Marks’tan da esinlenmeli sol- liberalizmin, kapitalizmin başka bir şeye dönüştüğüne dair kabuksuz yumurtaları bu dönemde folluğa düşürüldü. Emperyalizmin bittiğini söyleyenler aslında Fukuyamacı tarihin sonu tezinin Marksist versiyonunu savunurlarken, sınırların anlamını yitirdiği, sermayenin ulusal/ülkesel niteliğinin kalmadığı, dolayısıyla tek bir coğrafi birim olan dünya üzerinde emperyalizm yapacak, sömürüp soğuracak --üretimi ve üretim araç ve üretici güçlerini büyütüp geliştirdiğinden— yapının kalmadığı varsayımından hareket ettiler. Liberal iyimserlik yaydılar. Kapitalizmin 250 yıllık sistemsel işleyişinde ve doğasında en küçük bir farklılaşma ve dönüşüm yoktur. Değişen hegemonya ve sömürüyü daha da büyütmenin araçlarında ve metotlarında bir takım yeni uygulamalardır. Bu yeni enstrümanlardan biri Finansal Kuralsızlaştırmadır.

Bu dönemde küresel kapitalist emperyalist sistemle doğrudan bütünleşmiş yarı sömürgeleştirilmiş ülkelere bir yandan doğrudan emek yoğun üretim alanlarına yatırımlar akıtılırken kuralsız finansal para Hareketleriyle bağımlıklar daha da artırılmıştır. Bunun en büyük örneği 1997 Asya krizidir.

Asya Krizi bundan yirmi yıl önce, uluslararası finans oligarşisi ve spekülatörlerinin Tayland ulusal parası Baht üzerine gerçekleştirilen spekülatif saldırı üzerine Temmuz 1997’de patlak verdi. O günlere değin “ihracata yönelik sanayileşmenin” ve dinamik büyümenin öznesi olarak görülen Asya’nın Kaplanları birer birer döviz ve ardından reel ekonomik krize sürüklendi. Krizin etkileri akbaba kapitalizminin sürü içgüdüsü sayesinde de kısa sürede tüm küresel ekonomiye yayıldı.

Kriz öncesi Asya ülkelerinin makroekonomik temelleri son derece sağlıklı görünümdeydi. Kamunun bütçe açıkları düşük, ticaret dengeleri pozitif, enflasyon oranları düşük ve yatırım temposu da son derece yüksekti. Sermaye akımlarının aşırı serbestleştirilmesi ve finansal kuralsızlaştırma, Finans dışı reel şirketler kesimi, IMF ve Dünya Bankası ikizlerinin, telkin ve açık baskıları ardından uygulamaya konulan finansal kuralsızlaştırmayı fırsat bilerek, bankacılık kesimini devreden çıkarılmış doğrudan dış borçlanma olanaklarını sonuna dek kullanmaya başlamışlardı. Özellikle kısa vadeli, spekülatif nitelikli dış borçlanma hızla artmış ve merkez bankaları rezervlerinin üstüne çıkmıştı. Söz konusu ülkelerde, finansal kuralsızlaştırmayla birlikte kapitalizmin kumarhane masalarında finansal rant oyunlarıyla ekonomiler çökertildi. Karlar küresel finans oligarşisine aktı. Bu operasyon başta ABD olmak üzere küresel sermaye enternasyonalinin Asya’nın gelişmekte olan ülkeler ekonomileri üzerinden yaptığı, tüm dünya ekonomisini etkileyen 3. Büyük Para operasyonudur.

Asya krizi ile birlikte küresel ekonomi yeni gerçeklerle yüz yüze geldi. Küresel büyük sermaye sanayi sektörlerinde gerileyen kârlılığını, finans piyasalarındaki spekülatif rant kazançlarıyla aşma yoluna gitti. kapitalizmin kumarhane masalarında finansal rant oyunlarıyla, kısa dönemde yüksek faizlerin ve borsa kazançlarının tatlı coşkusu üretim, istihdam, yatırım gibi reel aktivitelerin önüne geçti. Reel üretkenlik kazanımlarındaki yavaşlamayla birlikte, küresel ekonomide sürdürülebilir büyüme potansiyeli geriledi, işsizlik oranları yükseldi. 2008’lere gelindiğinde ABD kökenli finansal krizle tüm ekonomilerde durgunluk tavan yaptı. Tek kutuplu “yenidünya düzeni” çöktü. Panoramanın ekonomik hayata dair realitesi budur.

  • Neo liberalizm, sol liberalizm, küresel bir virüstür. Yeni gericiliktir.

1900’lü yıllara kadar sanayi devrimlerini yapamamış dolayısıyla emperyalizmin yarı sömürgecilik ağına eklemlenerek geç kapitalistleşen ülkelerde genel olarak özgürlük, eşitlik, hukuk, hukukun üstünlüğü, evrensel insan hakları ve özgürlükleri, etnisite ve dini farklılıklar, laiklik gibi ana değerler devrimlerle ve devamı reformlarla doğal evrimi içinde toplumsal sözleşmeler temelinde çözülemediğinden sorunludur. Bu ülkelerde biçimsel demokrasinin temsili kurumları, partileri, parlamentoları sandık seçimli “demokrasileri” ve iktidarları, ulusal ve uluslararası sermayeye güvenceler sağlamak için bir yandan “rekabetçi” – siz ülke varlıklarının peşkeş çekilmesi olarak anlayın -  bir yandan da ülkede artan gelir eşitsizliklerinin, her tür sosyal dışlanmanın ve ekonomik olarak büyüyüp kalkınamamanın yaratacağı toplumsal muhalefeti sindirmek için “otoriter” niteliktedir. İktidarlar ayrıştırıcı öz taşıyan egemen ulus milliyetçiliğine, din ve mezhepler üzerinden çoğunlukçuluğa dayanır. Kapitalist emperyalizmin ekonomik, siyasi ve askeri olarak taşeronları durumuna gelen bu ülkelerde ulusal burjuvazinin varlığından ve ideallerinden de bahsedilemez. Tarihi ve iktidari varlıkları işbirlikçiliğine dayandığından; hukuk, ”hukukun üstünlüğü” “bağımsız adalet”, “eşitlik”, “özgürlük” gibi kavramlara tahammülü bile yoktur. İşbirlikçi burjuvaziden milli keramet beklemek aklı kiraya vermektir. Sanal bir realite yaratmaktır.

Bu görevi 21. Yüzyılda kapitalist-emperyalist küresel “yenidünya düzeni”’nin ideolojisi Neo-liberalizmin (sol liberalizm dâhil) “yerli” rıza oluşturucusu entilijensiyası üstlenmiştir. Türkiye’de 12 Eylül faşist kıyımından sonra ülkeyi boş tarla gibi görüp “demokrasi” ve küreselleşmenin tohumlarını ekip; “özgürlük” ve “eşitlik” biçtiler. Uluslararası algı oluşturma vakıfları ile siyasi projeler geliştirerek, uzantılı vakıf ve Think-tank yapıları kurdular, TESEV, Açık toplum vakfı, Türk Demokrasi Vakfı ve Genç Liberaller, Liberal Düşünce Topluluğu, Siyasi Ahlak Atölyesi gibi topluluklar oluşturdular. İslam ve Demokrasi, Ilımlı İslam, Turuncu Devrim, Arap Baharı, Türkiye’nin Ermeni Sorunu, Kürt sorunu, yerinden yönetim, siyasi ahlak vb. meselelerde paneller, “arama konferansları”  düzenleyerek, toplumun düşünce hayatını adeta kuşattılar. Toplumun aydınlanmacı, devrimci cumhuriyet, laiklik gibi en temel vazgeçilmez değerlerini, düşünce hayatını tarumar ettiler. Ülkenin tüm ekranları, gazetelerinin manşetleri, köşe yazıları 90’lı yıllardan başlayarak birkaç on yıl bu meselelerle açılıp kapandı. Toplum etnisite, din ve mezhep, siyasi düşünce vb. gibi temeller üzerinden kamplaştırıldı, kutuplaştırıldı. Ülke adeta iç savaşın eşiğine getirildi. Neden?

Bu durum küresel emperyalizmin hâkimiyet ve egemenlik mücadelesinin yeni tür sosyo- psikolojik soğuk savaş stratejisidir. Bu stratejiye göre: Doğu Blok’unun yıkılması ve Çin’in giderek yabancı sermaye çekmeye başlaması, Batı’daki sıkışmış sermaye için yeni alanlar açmış, küresel kapitalizm için rahatlama sağlamıştı. Dünya, sermayenin faaliyet alanı olduğuna göre ve bir sermaye grubu kendi devleti aracılığıyla diğerini engellemeye çalışmadığı sürece, gerçekten tam bir küresel hâkimiyet modeline gidebilecekti. Küresel sistem, meşruiyet krizini çözmek adına da, kimlik siyaseti, insan hakları ve “demokratikleşme”yi öne çıkarttı. Devlet güdümündeki milliyetçiliği geriletip, mikro milliyetçiliği, dini ve etnik alt kimliklerin desteklenmesini geliştirilmesini temelleyen stratejide ABD “düşük yoğunluklu jeopolitik” ortamda sistemin koruyucu hegemonik gücü olmayı süründürecekti.

Küresel ağa eklemlenmiş ülkelerde devletçiliğin ekonomi politik bir tercih olarak terk edilmesi ve tasfiye edilmesi gerekiyordu. Sermaye ülkelere rahatça yerel hükümetin koruması altında girip, iktisadi faaliyetini sürdürebiliyorsa, ülke ekonomileri büyüyor, kalkınıyorsa, siyasi istikrar varsa, farklı kimlikler kendilerini özgürce ifade edip örgütlenebiliyorsa, ülkede barış ve huzur varsa; toplum gerçekten çoğulculaştığında niye kamplaşıp bölünsündü. “Küresel virüs”ün bağımsızlıkçı akım ve eğilimlere karşı Neo-liberal argümanı buydu. Onlara göre bölünme ihtimali ile dışa kapanma arasında bir ilişki vardır. Çünkü siyasal istikrarsızlık ve bölünme riski en yüksek olanlar, dışa kapalı kalanlar, küreselleşmeye dâhil olmayı kabul etmeyen ülkeler, rejimlerdi. Geriye dönüp Irak’a, 2001 krizi sonrası Türkiye ve 2011’lerin Suriye’sine bakınız. Başardılar. Bu Neo-liberal anaforun etkileri aşağıda kısaca üzerinde duracağımız meselelerde Türkiye’yi sarsmaya daha uzun yıllar devam edecek.

 Kürt meselesi: Doğrudan emperyalizm destekli Kürt milliyetçiliğinin şiddet ve terör yöntemleriyle sorun daha da giriftleşmiştir. Bilindiği gibi Neo-liberaller, Kürt milliyetçisi terör ve şiddet hareketlerini daha işin başında, ilke olarak ısrarla karşı durmak ve kınamak yerine, sessiz kalarak ve çeşitli bağlantıları ile özde desteklediler. Siyasal İslamcı iktidarın “barış ve kardeşlik” projesi iki ayaklıdır. Birincisi küresel Neo-liberal emperyalist iradenin küresel politikalarına ve “küreselleşmenin jeopolitiği”ne itaat, ikincisi seçimler ve oya endeksli siyasi strateji. Bu oyunda Neo liberaller, sol liberaller ve kendilerine sosyalist diyen kimileri akil adamlar olarak rıza oluşturucu görevlerini başarı ile icra ettiler. Taraflar arasında yapılan görüşme ve deklarasyon masasının devrilmesinden sonra PKK’nın hendekler içinden askeri siyasi savaş strateji devreye girdi. Devletin buna karşı yaptığı sert karşı hareket Kürt yerleşimlerinin yoğun olduğu belli şehirlerde ciddi yıkımlar yarattı. Bunun Kürt toplumunun ruh dünyasında, sosyal psikolojilerinde onarılması son derece zor aşılacak travmalara sebep olmayacağı düşünülebilir mi? Bunun vebali PKK-HDP kadar bunların da üzerindedir. HDP bu hendek savaşında PKK’ya rağmen bir siyaset geliştirebilir miydi? Geliştiremezdi. Çünkü legal siyasetin stratejisini de tayin eden PKK’dır. Bu sorun Türkiye’nin tarihsel olarak en köklü ve en büyük sorunudur. Rasyonel akli irade kullanılmazsa, terör ve şiddet ilke olarak ret edilerek bir sosyal sözleşme temelinde çözülemezse, daha uzun süre sorun olmaya devam edecektir. Bu mesele hakkında şimdilik bu kadar deyip burada duralım. Yazının 4. bölümünde içeriye bakarken daha geniş ele alacağız.

Diğer bir mesele “din ve vicdan özgürlüğü” üzerinden sürekli kaşınan Laiklik meselesidir: Laiklik, din ve devlet, din ve siyaset, din ve hukuk, din ve eğitim işlerinin ayrılması ve bunların ayrılması koşuluyla dini inanç ve ibadet özgürlüğünün güvence altına alınmasıdır. Dinin, devlet, siyaset, hukuk ve eğitim işlerine hükmetmesinin ve müdahale etmesinin önlenmesi; devlet, siyaset, hukuk ve eğitim işlerinin, din kurallarına ve dini ilkelere dayandırılmasının önlendiği bir sistemi ifade eder.

Ulusal kurtuluş savası sonrası aydınlanmacı, devrimci bağımsız cumhuriyet kurucu felsefesi ile saltanatı, hilafetin kaldırarak ve Laikliği kurumsallaştırarak kökten çözüm yönünde ciddi yol alınmıştı. 1950’ler sonrası ABD ve batı emperyalizmine iltisak, iki kutuplu dünyada ABD’nin Sovyetleri yeşil kuşak projesiyle kuşatmak politikaları ve milliyetçi sağ iktidarlar eliyle tedricen içi boşaltıldı.15 yılık siyasal İslamcı iktidarın uygulamalarıyla da yıkıldı. Şekli varlığa sahip bir kuruma dönüştürüldü.

Anglosakson sekülerizmi, özgürlükçü laiklik, din ve inanç özgürlüğü, yaşam biçimine saygı ve özgürlük, Jakoben ihtilalci katı laiklik, aydınlanmış despotizm vb. kavram ve kelimeleri üzerinden tüm algı oluşturma araç ve organların kullanılmasıyla Neo liberaller (sol liberaller dâhil) siyasal İslamcı iktidarın laikliği ortadan kaldırmasının doğrudan aktörü oldular. Türkiye’de laik cumhuriyet artık yoktur. Son zamanlarda profesör ünvanlı kadın yazarın imamların nikâh kıymasını savunması şaşılası bir vaka değildir. Diğer yandan evrim teorisi için; “Evrim teorisi de, adından da anlaşılacağı gibi bir 'teori'dir, yani varsayımdır." “… Evrim teorisinin bilim yerine konmasına karşıyım. Adı üzerinde evrim teorisi, ne kadar bilimsel kesinlik kazandırılmaya çalışılırsa çalışılsın veya ne kadar bilimsel olarak çürütülmeye çalışılırsa çalışılsın, nihayetinde insanın oluşumuna ilişkin bir akıl yürütme biçimi…" diyen zırvalıkları da cehaletin tezahürü değildir. Birincisi Medeni Hukuka dinin kurallarının hükmetmesine; ikincisi de eğitimin dini referanslara uygun yapılandırılmasına rıza oluşturma cabasıdır. Siyasi görev icrasıdır.

Sanat, edebiyat ve kültür hayatına gelince: Sanat ve kültür hayatına egemen olmak ve yön vermek tüm iktidarlar ve gelecek hayali ve hedefi olan tüm akımlar için vaz geçilmez bir alandır. Kültür bilincin, vicdanın, adaletin önünü açar. Piyasalaştırılmış sanat, edebiyat, kültür dimağı köreltip insanı esir alır.  Ne yazık ki ülkemizde bu alan “küresel virüs ”ün doğrudan etkisi ve egemenliği altındadır. Bu sitede Neo- liberal entilijansiyanın sanat, edebiyat ve kültür alanlarında piyasacı pespayeliklerine karşı ideolojik, siyasi ve etik değerler temelli mücadele veren Sayın Taylan Kara, Sayın Kaan Arslanoğlu ve diğer yazarların çalışmaları takdire şayandır. Çok kıymetlidir. Dimağımızı açıp ufkumuzu genişletiyorlar. Mücadele azim, sabır ve kararlılığımıza güç katıyorlar. Kendilerine ne kadar minnet duysak ve teşekkürler sunsak azdır. Bu konularda kendimi yetkin ve yeterli görmem. Bana düşen görev bu bilge insanları dikkatle takip etmek ve destek vermektir.

Yazının bu bölümüyle meselenin ekonomik, siyasi, sosyolojik, kısmen felsefi yönlerden düşünce, inanç ve kanaatlerimizi ifade etmeye çalıştık. Sizce Neo-liberal küresel virüs 21. Yüzyılın yeni gericiliği değil de nedir?  İnsanlığın ve günümüz medeniyetinin özgürlük, eşitlik, adalet, hukuk, hukukun üstünlüğü, evrensel insan hak ve özgürlükleri ve muhayyel demokrasinin umdelerini içeren değerler; bilimin, rasyonel aklın ve bilimsel felsefenin temel öğretileri esas alınarak ve içleri uygulanabilir içerik ve taleplerle doldurularak mümkün olan tüm araçlar kullanılarak, bu gerici akımın elinden ve dilinden kurtarmalıdır. Bu görev kendini solcu, sosyalist, devrimci, aydınlanmacı görenlerin omuzlarındadır. Yukarıda tanımlayıp anlatmaya çalıştığımız tüm sorunların kaynağının anası kapitalizmdir. Savaşların anası bir eşitsizlikler ve ücretli kölelik düzeni olan kapitalizme ve emperyalizme karşı ideolojik, siyasi, sosyal ve kültürel mücadeleden geçer. Bu yeni gerici akıma karşı mücadele etmek vazgeçilmez bir görevidir.

H. Ünsal


  • H.ÜNSAL

    H.ÜNSAL 08.10.2017

    Marksist olmayıp ta kapitalizmi Marks’tan bile daha bile daha iyi analiz eden iktisatçılar, sosyal bilimciler var. İngilizceniz varsa o kaynaklara ulaşabilirsiniz. 4- Okuduğunuz bu çalışmamın 2. Bölümü uzun olduğundan editör tarafından ikiye bölünmüş. Ben aslında yazının dengesel bağlamı bozulmaması için tek sayfada yayınlanması taraftarı idim. Yazımın okuduğunuz bölümünde Marks’tan hiç bahsedilmiyor. Ama 3. Bölümünde Marksizm ve Marks var. Hatta siz eleştirin diye birkaç yerde eleştiriyel boşluk bıraktım. Yorumlarda tartışırız. Beni böyle bir şey yapmaya siz ittiniz. Alınmadım ama eleştiriniz bir kabuktu. Över gibi yaparken Beynime kroşe yumruk atmıştınız. Bende gardımı aldım. 3. Bölüm yayınlanınca eleştirilerinizi bekliyorum. Ben ondan sonra konuşacağım. Saygılarımla…

  • H.ÜNSAL

    H.ÜNSAL 08.10.2017

    Yazımı dikkatli okumamışsınız. --Ki böyle bir zorunluluğunuz da yoktur.—ya da ruhi ön yargınız dikkatinizi dağıtmış olabilir. 3- Bu kanıya nasıl varıyorsunuz diyebilirsiniz. “Marksizm’in M sini bilmeyen ve buna bağlı olarak teorik ar kaplana dair hiç bir bilimsel önermesi bulunmayan biri için güncele dair şaşırtıcı düzeyde değerli siyasi sonuçlar ürettiği için kutlamak gerek.” Bu tür cümleleri Marksizm’i bilmeyen, ama Marksist olduklarına kendi ruhlarında çok inanan zevatlar eder. Çünkü Marksist olmayıp ta objektif analizler yapanların bunu nasıl yaptıklarına şaşırırlar. Sizin de “ şaşırtıcı düzeyde siyasi sonuçlar ürettiği için kutlamak gerek” cümleniz bu manadadır. Bu tür analizlere şaşırmamak gerekir. Devam:

  • H.ÜNSAL

    H.ÜNSAL 08.10.2017

    Sayın TURABİ YERLİ Bey, 1- Bu yorumda maksadım size eleştiride bulunmak değildir. Bunu biliniz. 2- Marksizm’in (M) sini bilmediğimi köklendirmeye çalıştığınız “ Emek en yüce değerdir” tamlaması yazıda benim kullandığım bir kavram değildir. Benim vurgum “Ama biz anıların notlarından, mahpushane arkadaşımın mealen düşünce argümanlarıyla devam edelim:” cümlem den sonra koyu siyah büyük nokta ile işaretli 17 maddenin 15’i --ki 2’si tırnak içine alınmış benim cevabi cümlelerimdir—sıradan biri olamayan “komünist önderin” düşünce ve değerlendirmeleridir. Sizin Marksizm’i bilebilmenin temel şartı koştuğunuz cümle o zata aittir. Bu kavramı çürüten karşı savı da bilginin ürün içindeki değeridir diyor. Benim ikisine de karşı duruşum yoktur. İkisi de kendi içinde anlamlıdır. Devam:

  • Kaan Arslanoğlu

    Kaan Arslanoğlu 08.10.2017

    Türabi kusura bakmasın. Ben de onun ilk yorumunu yanlış anlamış ve alınganlık olarak değerlendirmişim. O sadece "emek en yüce değerdir" sözünün Marksist olmadığını, Marx'ın Gotha Programının Eleştirisi'nde bu sözü eleştirdiğini belirtmek istemiş. Telefonda dedi bunu bana. Biz de nerelere çektik. H. Ünsal dostumun dikkatine. Yazıları kısa tut uyarımı artık dikkate alır belki. Yazı uzadıkça yanlış anlamalar artıyor, dikkatler dağılıyor. Saygılar.

  • Turabi Yerli

    Turabi Yerli 08.10.2017

    H. Ünsal'a: Güncel çözümlemelerinizi değerli bulduğumu belirttim. "güncele dair şaşırtıcı düzeyde değerli siyasi sonuçlar ürettiği için kutlamak gerek" yorumu beğenimi göstermek içindi. Teorik arkaplanda uzlaşmak zorunda değiliz. O arkaplanda ortaklaşıp karşıt siyasi önermelerde bulunma çok sık rastlanıyor. Ben şu anda nerede pozisyon alındığı ile ilgileniyorum. Mealen de olsa "emek en yüce değer" tanımlamasını aktarmanız bu tanımlamaya katıldığınız izlenimi veriyor ve benim için marksizmin M si orası. Sadece o tanıma dikkat çekmek için belirtilmiştir. "Ben o tanıma katılmıyorum" diyebilirdiniz. Marks'ın tüm kitaplarını ezberlemiş de olabilirsiniz. Ne öyle bir iddiam ne de Marks'ın her söylediğini doğru olarak kabul etme yaklaşımım oldu. Kendimi Marksist görmekle birlikte mesela Marks'ın işbölümü ve devletle ilgili yaklaşımlarının yanlış olduğunu ve radikal demokrasi ve liberal solun bu hatanın çocukları olduğunu düşünüyorum. http://www.insanbu.com/eski/a_haber275c.html?nosu=1195

  • fahri Kumbul

    fahri Kumbul 06.10.2017

    Marksizm benim için kozmoloji, astrofizik, yıldız bilimleri gibi bir şey. Uzay bilimleri hakkındaki yazıları okumayı severim, ama fazla anlamam; Marksizm'i de benzer şekilde. Uzay bilimi denemeleri henüz başında ama Marksizm ne kadar denendi bilemiyorum. Sayın H.Ünsal'ın yazısını da bir ekonomi, üretim ilişkileri, sosyoloji felsefe yazısı gibi gördüm ve dikkat ve heyecanla okudum. Yaza bana bu tat verdiği için kutladım; dediğim gibi Marksizm'den fazla anlamam.)).

  • H.ÜNSAL

    H.ÜNSAL 06.10.2017

    Marksizmin (Meeee) sini bilen okuma özürlü dehamızdan cevap bekliyorum.

  • H.ÜNSAL

    H.ÜNSAL 05.10.2017

    Sayın Turabi YERLİ, Marksizmin önüde arkasıda sizin olsun. Onun arkaplanına, ön planına dair "bilimsel önermeleri" derin bilgi ve yetkinliğinizle siz yapın. Bir gabi olarak marksist- Leninist literatürün türkçede yayınlanmış tüm literatürünü eksiksiz okumuş, incelemiş biri olarak bu ( M ) li eleştiriniz sonrası mesele üzerinde boş bir taş kafa olduğuma kanaat getirdim. Bilgi ve bilinç dünyama bir pencere açtığınız için size teşekkürlerimi sunuyorum. Marksizmin (M)'sini bilebiliyor olmanız sizi deha yapar. Ne güzel bizim de Marksizmi bilen bir dehamız var.....

  • Kaan Arslanoğlu

    Kaan Arslanoğlu 05.10.2017

    Sevgili Turabi şu eski Sovyetler ve TKP konusunda yazarın dediklerine takılmış, alınmış belli. Yazar hayli dağınık ve savruk yazıyor, bayağı da bir uzatıyor, ama eski hareketine laf söyledi diye Marksizmin "m"sini bilmediği eleştirisi de yapılmaz bence. Biraz nesnel olmak lazım. Tamam, hepimizin "kutsalı" var, yazarlar buna saygı duymalı, ama "kutsalın" da bir sınırı var, nesnel kalmaya çalıştıktan sonra bence her şey eleştirilebilir. Duygusal olmamak gerek. Yazara, Turabi'ye ve kendime söylüyorum. Saygılar sevgiler selamlar Turabi'ye herkese.

  • Turabi Yerli

    Turabi Yerli 05.10.2017

    Marksizmin M sini bilmeyen ve buna bağlı olarak teorik arkaplana dair hiç bir bilimsel önermesi bulunmayan biri için güncele dair şaşırtıcı düzeyde değerli siyasi sonuçlar ürettiği için kutlamak gerek. Not: Marksizme atfen "emek, en yüce değerdir" diyen biri Marksizmin M sini bilmiyordur.

  • Fahri Kumbul

    Fahri Kumbul 04.10.2017

    Önceki yazıya göre daha derli-toplu, kurgulu ve edebi olmuş. Kutlarız. Bazı açılımlar yapacağınız bir sonraki yazınızı; özelikle kimlik sorunu, emperyalizm destekli Kürt milliyetçiliği ve PKK sorunu hakkındaki (bir sosyal sözleşme) önerilerinizi merakla bekleyeceğiz. Sağ olun.

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.