FİLLER TEPİŞİYOR EZİLEN SADECE ÇİMENLER Mİ? -3-

FİLLER TEPİŞİYOR EZİLEN SADECE ÇİMENLER Mİ? -3-

(Yazarın notu: Bu bölüm yazının 2. Bölümü ile birlikte ele alınmalıdır.)

  • Günümüz dünyasının burjuva demokrasisi ara döneminde, Araf’ta mıdır?

Siyaset bilimi disiplini,  siyasi tarih ve genel olarak sosyoloji literatürü, kapitalizmin gelişimini, bu sürecin aktörlerini, aktörler arasındaki ilişkilerin niteliğini ve farklı ülkelerde ortaya çıkan farklı siyasal rejimlerin birbirine benzeyen ve farklılaşan yönlerini ele alıp inceler.

Klasik burjuva demokrasi, bizzat burjuvazi daha ilerisini istemediği için gelişmiyor. Günümüzde bu demokrasinin görece olarak gelişkin olduğu ülkeler, işçi sınıfının ve toplumsal muhalefetin bir mücadele tarihi ve ödenmiş bedellerin olduğu coğrafyalardır. Demokrasi burjuvaziye rağmen gelişir, onun sayesinde değil. Toplumsal siyasi tarihin çıplak hakikati budur.

 “Barışçı kapitalizmin altın çağı” dönemi aynı zamanda emperyalist ülkelerin kartel ve tekellerinin, finans oligarşisinin hesaplarında birikip üretime girmeyen paranın zirve yaptığı dönemdir. Üretime ve dolaşıma girmeyen para kapitalizmin temel krizlerinin kök nedenlerinden biridir. ABD, Batı Avrupa ve Japon tekelci kapitalist-finans oligarşisinin sermayesi Asya-pasifikte, Latin Amerika’nın belli bölge ve ülkelerinde yerel burjuvaziler ortaklığıyla veya doğrudan sabit üretim yatırımlarıyla ve sermaye ihracıyla bu bölgelere aktı. Buralarda da kapitalizm egemen üretim sistemine evrildi. Türkiye de bunun içindedir. Bu yatırım ve sermaye akışı ağında yer alan ülkelerde ekonomik olarak büyümenin desteklediği eğitimli, kalifiye meslekli kesim ve ticari dünyanın bir unsuru olan mahalli eşraf kesimlerinin gelirleri anlamlı manada artarak orta sınıfları geliştirdi. Bir bölümü orta üst sınıfa sıçradı.

Bu değişimin bir yanı diğer yanı nüfus hareketleriyle yerleşim demografisinin değişmesi, iç ve dış göçlerle ortaya çıkan sosyolojik durumdur. Özellikle geç kapitalistleşen ülkeler de şehirlerin yakın çevrelerinde; Türkiye’de gecekondulaşma, Arjantin’de “Favelelar”da kristalleşti. Bu olgu kent yoksularının insanlık dışı ortam ve şartlarda sürdürdüğü yaşam ve ucuz işgücü deposu olarak sömürülmesi 19. yy kapitalizminin vahşetiyle hemen hemen aynılık taşır. 1970’lere gelindiğinde bu kent yoksulları ve sosyal olarak dışlanmış kitleler, sendikal örgütlü işçi sınıfının sınıfsal talepleri ile buluştular. Tüm dünyada sol toplumsal muhalefet yükselişe geçti ve 80’ler sonrası da sönümlendi. Neden?

80’li yıllar aynı zamanda gelişmiş kapitalist ülkelerde elektroniğin ve bileşim teknolojisinin sanayi üretimine yoğun olarak girdiği dönemlerdir. CNC kontrolü üretim makinaları ve 3D matematik modelleme yazılımlarıyla üretilen makinalar daha az işçi ile daha yoğun ve kulanın değeri yüksek emtia üretimiyle sanayi üretiminin bir başka evresine geçildi. Bazılarının “Fordist” üretim dedikleri şeyin bu gelişimin yanında esamisi okunmaz.

1989’da Sovyet sisteminin çökmesi sonrası Çin ve Hindistan gibi büyük nüfuslu ülkelerde Neo-liberal dönüşümlerin yaşanmasıyla birlikte yaklaşık 1.5 milyar insan küresel ekonominin ücretli-emek sisteminde istihdam ihtiyacı yarattı.

Bu süreç içsel dinamiklerle değil küresel kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda yaşandığı için, başta Çin olmak üzere Asya-Pasifik’in çevre ülkelerinde sanayileşme ve büyüme hız aldı. Emperyalist ülkelerin tekelci şirketlerin orta ve üst teknolojileriyle beraber üretimlerini bu üslere kaydırması kendi merkezlerinde işsizlik yaratırken, yeni üretim üssü ülkelerde ciddi ekonomik büyümeler başlattı. Bu büyüme işçi sınıflarının çalışma ve yaşam standartlarında belirgin olumlu değişimler getirmezken, buralarda yeni orta sınıflar da yarattı.

Küreselleşme süreci derinleşip rekabet şiddetlendikçe, gelişmiş ülkelerin sanayi sektörlerinde kâr oranları çöktü; kapitalizm krizi ertelemek için yepyeni tasarımlara yöneldi, kuralsız finansallaşma, esnekleştirme taşeronlaştırma ve sosyal refah devletinin tasfiyesi... Yeni dönemin karakteri oldu.

Küresel ekonomide yeni sanayi evrimi üretimde hem merkezlerde hem de yarı bağımlı ülkelerde üretimde emek oranı düşürdü, işsizlik yükseldi. İşsizlik baskısıyla ve sanayi sektörlerinde yaşanan artan küresel rekabet ve kâr sıkışmasıyla birlikte reel ücretler hızla geriletildi, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma ve esnekleştirmeyi öngören Neo-liberal politikalar ile birlikte emek güçleri parçalandı, istihdam biçimleri güvencesizleştirildi. Bu dönemde küresel ekonominin en önemli sorunu işsizlik ve ücret baskısına dayalı talep daralması haline dönüşmüştü.

Küresel işsizlik her şeyden önce genç insanların umutlarını vurdu. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO’nun) verilerine göre, 2016 itibarıyla genç nüfus (15- 24 yaş grubu) arasında işsizlik dünya ölçeğinde 71 milyona ulaştı. Söz konusu 71 milyon genç işsizin 53.5 milyonunu aralarında Türkiye’nin de bulunduğu “yükselen piyasa ekonomilerine” ait. Yükselen piyasa ekonomilerinde işsizlik oranı yüzde 13.6 olarak tahmin edilmekte. Aynı oran gelişmiş ekonomilerde yüzde 14.5; dünya ortalaması ise %13.1. Genç emekçilerin sorunları sadece işsiz kalma tehdidiyle sınırlı değil. ILO’nun değerlendirmelerine göre, çalışma olanağı bulan gençler arasında “yoksulluk” çok önemli bir diğer sosyal sorun. ILO’nun verilerine göre günümüzde dünya ölçeğinde 156 milyon genç emekçi “mutlak yoksulluk” sınırının altında yaşıyor. Mutlak yoksulluk sınırını günde 3.10 dolar olarak belirleyen ILO, yoksul genç işçiler toplam genç istihdamın yüzde 37.7’si; yani her üç genç çalışandan birisi mutlak yoksulluk sınırının altında gelir elde edebiliyor. Bu işsiz gençlik neyin potansiyel tabanı? Komünistlerin mi, Neo-faşistleri mi? Bizde İslamcıların mı? Birde orta sınıflar meselesi var.

  • Orta sınıflar ve siyasi tutumları meselesi ayrı bir konudur.

Orta sınıflara tek yönlü toplumsal, siyasi işlev, tutum ve aidiyet atfetmek doğru değildir. Ara sınıf olarak eklektik yapıları öne çıkar. Ekonomik siyasi konjonktürel durumlara göre tutum değiştirirler. Klasik liberaller orta sınıfların varlığını ve gelişmişlik düzeyini burjuva demokrasisinin ön koşulu sayar. Ancak bu izafi bir tamlamadır. Orta sınıfların Faşizmin potansiyel tabanı ve destekçisi olduğu yaşanmışlıklarla sabittir. Bu sınıfın bu tutumunun yegâne sebebi sınıfsal konumlarını, gelirlerini, servetlerini ve toplumsal konumlarını kaybetme korkularıdır. O korkuyu hissetmeye başladığında kitlesel olarak kendilerini koruyacağına inandıkları gücün arkasında saf alırlar. Korku rasyonel aklı bozar. Otoriter, totaliter ve Faşist rejimlerin toplumsal desteği artar ve önü açılır.

Bugün bahse konu alana ait analiz verilerinde dünyanın 3.2 milyar nüfusu, günde 15 ila 110 dolar günlük kazancı olanlar orta sınıf kategorisinde tanımlanıyor.  Bu rakam dünya nüfusunun %42’sidir. Her yıl buna 160 milyon katılım olacağı, 5-6 yılsonunda 1 milyar insanın bu guruba katılacağı, bunun % 88’nin Asya ülkelerinde olacağı ileri sürülüyor. Bu durum siyaset düşünenin ve siyaset oluşturucularının üzerinde önemle durması ve sorular sorumasını gerektiren çok önemli bir vakıadır.

Gelişmiş ülkeler orta sınıfları, ortadan kaldırılan sosyal devlet, emek yoğun ve orta teknoloji üretim üretimlerin rekabet ve daha fazla kar için yeni üretim coğrafyalarına kayması, kaybedilen işler, sabit kalan veya düşen gelirler, teknoloji nedeniyle daralan iş imkânları sonucunda aşırı sağda sesini bulan isyan dalgalarına destek veriyor. Kıta Avrupa’sında ve ABD’de realite budur.

Gelişmekte olan geç dönem kapitalistleşmiş ülkelerde de aynı manzara görülüyor. Bu ülkeler yılda tüketim % 5-6 oranında artıyor. Büyümelerde bazen farklılıklar olsa da aşağı yukarı bu oranlarda gerçekleşiyor. Ancak bu büyümenin başat tüketim ağırlıklı olması ayrı bir sorundur. Orta sınıflaşanların daha yüksek satın alma ve tüketme güçleri, daha fazla eğitimleri, ayrıcalıkları taşıyan yetkeleri ve statükoları bulunan bu kesim devlet ve yönetimleri üzerinde sürekli bir algı baskısı yaratır. Eğitilmiş meslek sahibi, orta ve üzeri gelir sahibi, orta sınıfları memnun etmek zordur. Memnuniyetsizlikleri yüksektir. Sürekli sarkaçları bir oyana bir buyana sallanır. Varlıklarının ve statükolarının devamı riske girdiğinde mevcut olan veya yeni gelişen güce yaslanırlar. Bedel ödemek yerine hep kazanın yanındadırlar. Demokrasi, özürlük, eşitlik, adalet, hukuk ve rejim meselelerinde zamanın ruhuna ve konjonktüre göre tutum alırlar. Sanat-edebiyat kültür alanın piyasalaştırılmasının en büyük alıcısı ve taşıyıcısı bu kesimlerdir. Vicdan ve adaletten yalıtılmış piyasa kültür diğer yoksul sınıflarında ufkunu karartır. Bu kesim bununda taşıyıcısıdır. Orta sınıfların pür-ü meali kısaca budur.

Sağ Popülizm (Neo-faşizm) burjuva demokrasisini bugünkünden geriye götürür mü?

Dünyanın bugünkü konektöründe ve işçi sınıf ve halk kesimlerinin bilinçli, örgütlüğü yüksek, düzen dışı iktidar hedefleyen sol siyasi hareketleri yoktur. Üzerinde durduğumuz nokta; klasik demokrasileri gelişmiş kabul edilen ülkelerde bugünkü durumdan geriye gidişin egemen hale gelip gelemeyeceği meselesidir.

Trump’ın Asya-pasifik bölgesinde, Brezilya’da Meksika’daki firmalarını Amerika’da üretim yapmaya çağırması popülist söylemlerdir. Uygulanabilir yanı yoktur. Gerek maliyet gerekse de üretim verimliliği ve bu fabrikalarda istihdam edilecek insan kaynağı bakımından ABD’ye dönemez. Bütçe açığı 22 trilyon dolara çıkmış, alt yapısı son derece eskimiş yıpranmış, gelirleri sürekli düşen işçi sınıfı, çalışan kesimleri ve yoksullaşmaya başlayan alt orta sınıflarının devasa bir tüketimden de vazgeçmeyen Amerikan toplumunun bu hengâmeden nasıl çıkartılacağı belirsizdir. Bu durum Amerika’da Neo- faşistleri yükselmesini getireceği görülen eğilimdir. Buradan çıkan her tür politik çıkış ve icraat tüm dünyayı etkileyecek ve sarsacaktır.

Avrupa’da popülist hareketler belirgin. Saflaşma siyasal hareket ve parti örgütlenmeleri bakımından milliyetçilik ve Neo faşizm taban buluyor. Yazımızın 1. Bölümünde emek yoğun yatırımların ülke dışı coğrafyalara gitmesi, göçmenler meselesi gibi konular üzerinde kısaca durmuştuk. Emek yoğun üretim yatırımlarının dışarı çıkışı devam edecektir. Çünkü bu tür üretimlerin mamulü emtianın kapitaliste yarattığı artık katma değer oranı düşüktür. Almanya endüstrisini sanayi 4.0’ra hazırlıyor.

Örnek: Basın haberi. “Yeni yonga plakası fabrikasının, 130 yılı aşkın tarihlerinde tek seferde 1 milyar Euro ile yaptıkları en büyük yatırım olduğunun altını çizen Bosch Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Volkmar Denner, "Dresden'de 700 kişiye yeni iş yaratılacak. Yarı iletkenler, tüm elektronik sistemlerin temel parçası, Yarı iletken üretim kapasitemizi artırarak, kendimize gelecek için sağlam bir temel oluşturuyoruz ve rekabet gücümüzü artırıyoruz" dedi.

Türkiye’de Bosch gurubunun Bursa’da (3) Manisa’da (1) ve Çerkezköy/ist. Da (1) olmak üzere 5 fabrikası var. Bu fabrikalarda toplam 17.000 kişi çalışıyor. Beş fabrikanın yıllık Toplam satış cirosu 3.5 milyar Euro. Bursa fabrikaları ihracat ağırlıklı üretim yapıyor. Bende çalıştığım firmalardaki görevlerimden dolayı 5’i ile de iş ilişkisinde oldum. Bu 5 fabrikanın yatırım maliyetini toplayın Bosch’un Dresden deki yaptığı yatırımın yarısı kadar bile değildir. Biri 1 milyar Euro yatırımlık fabrika 700 çalışan, diğeri bunu yarısı tutan yatırım 5 fabrika 17.000 çalışan. Bu durum ne anlama geliyor?

Fransa küreselleşmenin getirdiği yukarıda bahsettiğimiz sorunlardan en fazla etkilenen batı ülkesidir. Buradan da yeni üretim coğrafyalarına emek yoğun orta teknoloji üretimler kaymıştır. Almanya ile birlikte AB’nin en büyük ülkesinin Ekonomisi krizden çıkamıyor. İşsizlik %10, genç işsizlik oranı %25, %100’e varan devlet borcu ve bütçe açıkları. Küresel rekabetin zor şartları; içte işçi ücretleri düşürmüş taşeronlaştırmayı artmış. Fransa otomobil fabrikalarında çalışanların 1/3 süreli sözleşmeli taşeron işçidir. Hollande döneminde çalışma hayatını ağırlaştıran yeni yasa düzenlenmesi parlamentodan geçmeden senato onayına sunulmak istenmiş, yoğun sokak prestoları sonrası geri çekilmişti. Macron yasayı gündeme aldı Fransa işçi sınıfı tekrar sokaklarda.

“Sağ popülizm” Kavramı: literatüre yeni girdi. Neo-Faşizm denmekten imtina edildiğinden uysallaştırılmaya çalışılıyor. Bu kavram; Özellikle kapitalizmin küresel krizi ile birlikte iktisadi durgunluğa koşut olarak demokratik kurumlardaki çöküntüyü, artan siyasi şiddeti ve küreselleşmenin “nimetlerinden” faydalanamayan vasıfsız emeğin, dışlanmışların, marjinallerin ve yoksullaşan kitlelerin özlemlerine yanıt arayışlarını içeriyor. ABD ve Avrupa’da yükselen milliyetçilik ve ırkçılık. Le Pen, Trump ve Brexit, Almanya’da kurulan yeni Milliyetçi faşist partiler AFD, Avusturya FPD, Polonya ve Macaristan’ın sağ iktidarları ve benzeri biçimlerde ses getirmesi dikkate alınmayacak siyasi vakıalar mıdır? Yukarıda betimlemeye çalıştığımız fotoğraf soru sorarak düşünenlere Klasik burjuva demokrasisi ara döneminde, Araf’ta mıdır? Sorusunu sorduruyor. Çünkü bu kavramın hemen altı diktatörlükler ve faşizmdir.

Demokrasi burjuvaziye rağmen gelişir, onun sayesinde değil Demiştik. Tanımlamaya çalıştığımız koşullar altında sermayenin artık liberal burjuva demokrasisinin maliyetlerini karşılayamadığı, var olan demokrasi kurumlarının sermayeye ayak bağı olduğu ortadadır. Esasen burjuva demokrasisi su üzerinde emperyal bir kabuğa dönüşmüştür. Avrupa’nın sol- sosyal demokrat partileri kapitalizmim en radikal savunucularıdır. Kapitalist sistemle kilitlenmişlerdir. “Avrupa krizi tüm toplum katmanlarının paylaşımıyla aşılmıştır” demektedirler. Aşılamayan gerçekte büyüyen sorunlardır. Liberal demokrasiyi demokratik tutacak hiçbir dengeleyici güç yok. Dünün bu gücü sosyal demokratlar, reformculuk temelli düzen alternatifi sunan sosyalist işçi hareketleri ve sosyalist bloğun varlığı idi. Bugünün egemen sınıfları, içeriden bir tehditle yüz yüze değiller. Bu nedenle faşistlerin bile cüret edemeyeceği şeyleri yapabiliyorlar. Reel ücretleri, emeklilik haklarını, sosyal yardım sistemlerini, kamu okullarını, ücretsiz sağlık hizmetlerini, ucuz kamusal ulaşımı, ucuz sosyal konut hakkını vb. bastırıyor, ortadan kaldırıyorlar. Egemen sınıfları kim durduracak? Kazanan Aşırı üretim, biriken karşılıksız para ve kapitalist rezervlerdir. Bugün dünyada yaşanan genel güvenlik sorunları, dünyada hegemonik merkezkaçlarına ayrılmış, çatışmalı durumlardan doğacak çok merkezli emperyal oluşumlara gidişte bölgesellik taşıyan kısa dönemli savaşların yaşanması olasılıklar dâhilindedir. Böyle gelişecek şartlarda emperyalist merkez ülkelerde OHAL durumları, anti demokratik “güvenlik” tedbirleri devreye alınacaktır. Liberal burjuva demokrasinin kendi başına ayakta kalması olası değildir. Klasik Liberaller ve Neo liberaller bu konuda ne derse desin, sağ popülizm- Neo-Faşistler Hayatın kendisi açısından tehdit ama sermaye için, devlet için değildir. Adolf Hitler’in komünizm karşısında Batı medeniyetinin kurtarıcısı olarak görüldüğünü unutulmamalıdır. Böyle dönemlerin toplumsal tabanı bu sağ popülist- Neo Faşist yapılanmalar olacak, orta sınıfların iradi pürmelali bir kez daha görülecektir. Gelişmenin gelecekteki seyri bu ahvalde seyrederse burjuva demokrasisi Araf’tan cehenneme yol alacaktır.

Buraya kadar okuma sabrı gösteren okurlardan; bilgiçlik taslayan bu ukala adam bir iki kelimelik son cümlesi için zamanımızı aldı deyip sayfayı kapatanlar olacaktır. Olsun biz ilgi duyanlarla ortaklaşıyoruz. Heybemizdeki turp büyük değil ama “taş tanrı zardoz”a kadar gidilecek yolda sabır gösterenlere saygılar duyuyoruz.

  • İşçi sınıfının metal kardeşleri dünyayı mı değiştirecek?

İşçi sınıfı ve metal kardeşleri meselesi, yani robotların canlı emek gücünün yerini alması, gerçek sosyalist bir toplumda icat edilip üretime giriyor veya yaşanılıyor olsa; böyle bir toplum Marksın öngörülerine tıpa tıp olmasa da, ilerlemeci bir gidişi ifade ediyor diyerek üzerinden düşünce üretilebilirdi. Ancak mavi planetimizde böyle bir sistem yok. Ama herkesin ağzında “Robotik teknolojisi”, “yapay zekâ”, “sanayi 4.0”, “ne yani teknoloji karşıtı mısın?” “Sermayenin emrindeki “genel zekâ” ve yapay zekâ”, “robotlar insanlara karşı!” “Sorun kapitalizm, robotlar değil!” Daha bir sürü kelime, kavram, cümle… Adeta ağızlarda şapırtılarla çiğnenen sakız gibi dolandırılıp, arada sırada şişirilip patlatılıyor.

Mesele robotik teknolojilerin gelişiyor olması değil, mesele kapitalizmin üretim yapısının neden bu gelişmeyi doğurduğudur. Kapitalist üretim tarzını önceki üretim sistemlerinden ayıran en temel özelliği emek üretkenliğinin sürekli artışına dayanmasıdır.

İlk olarak, manifaktürel işbölümü tekniklerin yanında emek üretkenliğini artırmanın temel yollarından biri, üretim sürecinde makine kullanımının artmasıdır. Yani birim zamanda daha fazla yarı mamul veya mamul elde etmek için makineler.

İkinci nokta, kapitalizmde emek üretkenliğinin artırılmasının keyfi değil sistematik olmasıdır. Emek üretkenliğini sistematik kılan ise, rekabettir. Firmalar, piyasada sürekli rakiplerinden ucuza üretme ve kullanım değeri yüksek ürün baskısı altında çalışırlar. Emek üretkenliğinin artırılması, yani üretim sürecinde canlı emek gücü (insan enerjisi) yerine ölü üretkenin (makineler) kullanılması bunun en önemli yollarından biridir. Buradan çıkarılacak sonuç: kapitalizmde teknolojik gelişme, dâhilerin ya da mucitlerin kişisel girişimleri ile rastgele veya tesadüfi bir şekilde değil, üretimin ve sermaye birikiminin ihtiyaçları doğrultusunda sistematik olarak şekillendiğidir. Bu sitede bazı yorumcular tarafından çokça lafı edilen; “Fordist” mordist üretim deyip, bundan felsefi sonuçlar çıkarmaya çalışılan tema budalalıkla eş değerdir. Bu, filin genetiğini ve anatomisini bilmeden vay be ne büyük hayvan demek gibi bir şeydir.

Üçüncüsü, makinelerin giderek daha fazla kullanılması yoluyla nihai ürünlerin rakiplerine göre daha ucuz üretilebilmesi, nihai üründe canlı emek miktarının azaltılması, rekabette ayakta kalma yollarının kapitalizmin en önemli karakteri olduğudur.

Dördüncüsü, üretilen değerin kaynağında emek gücünün yatıyor olması aynı zamanda sistemin temel çelişkisini oluşturur. Rekabet baskısı nedeniyle üretim sürecinde giderek daha fazla makine kullanılması zorunluluğu robotik teknolojilerin üretimde baskın olarak kullanılmasına gidişte, üretim sürecindeki canlı emek gücünün hemen hemen sıfırlanması ne anlama gelecektir? Bu nelerin doğumuna neden olacaktır? Emekten tasarruf eden teknolojilerin üretime uygulanması kapitalizmin doğal yasasıdır. Örneğin, Dünya Bankası Başkanı Jim Yonk Kim “şu anda gelişmekte olan ülkelerdeki tüm işlerin üçte ikisi, otomasyon yüzünden ortadan kalkacak. Diyor. Bu ne anlama geliyor? Ne yapacağız?

  • Sınıfsal açıdan Teknoloji ne menem bir şey?

Teknoloji nötr bir kavram, apolitik bir kavram değildir. Hem yatay hem de dikey sınıflar arası mücadelenin tezahürüdür. Bunun bir başka açıdan anlamı teknolojik gelişmenin ana yörüngesinin devletlerin ihtiyaçlarına göre şekillenmesidir. Çünkü tarihsel olarak devletlerin askeri amaç ve ihtiyaçları bu geliştirmede etkin rol oyamamıştır. Yani devlet ve firmalar ve emek sermaye arasındaki temel çatışma.

Devletin askeri ihtiyaçları için geliştirilen teknolojinin kulanım değeri daha yüksek Pazar için mal üretimi alanlarına aktarılması. Örneğin Sovyet Rusya’sı ile ABD arasında askeri ve uzay teknolojilerinde birbirlerinden çok büyük üstünlükleri yoktur. Elektronik siz ve bilişim teknolojisiz uzay teknolojisi olmaz. 20. yy ’da ABD de bu iki kol genel üretim alanlarına aktarılırken; Sovyetlerde yapılamamıştır. Bunun bir nedeni emperyalist-kapitalist kuşatmada yaratılan yeni bilginin teknolojiye dönüştürülüp üretim alanlarına aktarılamaması, kaynakların askeri savunma alanlarında bomba ve füzeler olarak stoklara yatırılmasıdır. Diğer neden de Sovyet sistemin “bürokratik devlet sosyalizmi” olmasıdır.

Teknolojinin gelişiminde yatay sınıf mücadelesi firmalar arası rekabette anlamını bulur. Sınıf mücadelesinin yatay biçimini oluşturan sermayeler arası rekabet, ülkeler düzeyinde de geçerlidir. Ülke ekonomileri içinde nitelikli, katma değeri yüksek ürün ihracatının yüksek olması, erken kapitalistleşmiş ile geç kapitalistleşmiş ülkeler arsındaki en önemli farklardan birini oluşturmaktadır.

Sınıf mücadelesinin dikey boyutu emek-sermaye arasındaki mücadelede anlamını bulur. Ücretler genel seviyesinin arttığı, bunun içinde vasıflı işçilerin daha da yüksek ücret talep ettiği bir ortamda, emekten tasarruf edecek teknolojilerin geliştirilmesi bu esprinin dikey boyutudur. Yani makinalar ve otomasyon içeri canlı emek gücü işçi dışarı.

Bu durumdaki en önemli nokta: Üretim araçlarının özel mülkiyeti, nasıl sermayedarlara birikimi ve genel olarak kaynakları denetleme imkânı veriyorsa, toplumun genel zekâsının denetimini de teknolojik gelişmenin ana yörüngesinin, yolunun belirlenmesi imkânını da vermektedir. Yani teknoloji ve bilim sermayenin emrindedir. İnsanlığın ve insanların ihtiyaçlarını karşılamak öncelikli amaç değildir. Nihai amaç kar etmektir. Ürünün kullanım değeri kar etmeyi sağlıyorsa üretilir. Buradan çıkarılacak sonuç toplumun “genel zeka”sının makinalara aktarılarak kapitalistin daha da zenginleştirilmesine hizmettir.

Karşımızda tablo: Dünya nüfusu artmaya devam ediyor. İnsanların büyük çoğunluğu hayatta kalmak için çalışmak zorunda. Ancak teknolojik gelişme sayesinde aynı üretim artık daha az insan emeği ile yapılabiliyor, hatta teknoloji bizzat bunun için geliştiriliyor. Yani nüfus artarken, ekonomik büyüme sağlansa bile insanların çalışabileceği iş alanları aynı şekilde artmıyor. Dünya Bankası Başkanı Jim Yonk Kim “şu anda gelişmekte olan ülkelerdeki tüm işlerin üçte ikisi, otomasyon yüzünden ortadan kalkacak” dediğini belirtmiştik. Bir başka araştırma: OECD araştırmasında  üretkenlik artışı yüksek olan öncü firmalar (ilk yüzde 5) ile geri kalanlar (yüzde 95) arasındaki üretkenlik fark üzerinde duruyor. Yani sanayi 4.0 ve robotik teknolojiler bu % 5’in tekelinde olacak. Bugün endüstride kullanılan otomasyonel sisten ve Robotlara; servo motorlar ve hirolik-pünomatik akışkanlar dinamiği teknolojisi kullanılarak yazılım programları üzerinden görev yaptırılıyor. Yeni “yapay zekâ” robotik başka bir şey. Konunun uzmanları yapay zekâ (AI) uygulamalarının gelişimi ile birlikte robotların insanları pek çok alanda geçebileceğini tahmin ediyor. Yapay zekâ uygulamalarının 2024 yılında çeviri alanında, 2026’da lise düzeyinde kompozisyon yazmada, 2027’de kamyon kullanmada ve 2049’da çok satan kitaplar yazmada insanları geçeceklerini tahmin ediyorlar. İnsanların yaptığı tüm işlerde tam otomasyon için ise sadece 120 yıl daha beklememiz gerektiğini ifade ediyorlar. Sonuç olarak birçok soru sorulup cevaplar aranıyor, veriliyor.

  • Günümüz dünyasında bilgi tekelleşmiştir. Sanayi 4.0 ve robotik yapay zekâ teknolojileri alanında bilgi teknolojileri üreten şirketler çalışıyor.(Microsoft, Google, Facebook ve diğerleri) Buna yukarıda bahsettiğimiz en gelişmiş %5’lik şirketler gurubunu da ekleyelim; yapay zekâ robotiği için yeni bir endüstri ve çok büyük donanım ve sermaye gerektiriyor. Bu alanın malikleri dünyanın yeni egemenleri mi olacak?
  • “‘Robotların egemen üretici’ olduğu bir teknolojik atılım dâhilinde, robotların mülkiyeti kime ait olacak? Devlete mi? Emperyalizm aşamasına ulaşmış özel sermaye gruplarına mı? Ya da, yerelleştirilmiş ve katılımcı bir demokrasi ile örgütlenmiş geniş toplum kitlelerine mi?” (Prof. Erinç YELDAN, Cumhuriyet gazetesi)
  • Bill Gates, robotların vergilendirilmesini ve bu yolla elde edilecek gelir ile işsiz kalanların yeniden emek piyasasına kazandırılmasını gündeme getiriyor. Avrupa’nın bu alanda çözüm üreticileri işsizlere robot maaşı ödenmesinden dem vuruyor
  • Bir yanda kötümserlerin Distopya tasavvuru. Bugün yaşanmıyormuş gibi, yokmuş gibi. Daha da ilerisi yüksek korumalı duvarlar arkasında oluşacak refah adalarında yaşayan mutlu bir azınlık ve o refah adaları dışında yoksulluğun açlık ve mahrumiyet dünyasının kaotik hayatları.

Diğeri yandan iyimser bakış. Zamanın tarihi ilerledikçe, toplumların daha eğitimli, çalışanların da daha vasıflı olacağına olan inanç. Hatta Aydınlanma sonrası düşünce ile insanın doğa üzerindeki hâkimiyetinin yeni bir medeniyet yarattığı düşüncesi. Dolayısıyla eskiye göre daha eğitimli ve daha vasıflı bireylerden oluşan toplumların, sürekli “daha iyiye” yöneleceği, “ilerlemeciliğin” doğrusal tarih okuması. İyi güzel de sonuç ne?

Vakıa neden sel, etki sel ve esas olarak yapısal çok merkezli öz taşısa da meselemiz, robotik teknolojinin gelişiyor olması değil. Mesele kapitalizmin üretim yapısı nedeniyle işsizliği ve yoksulluğu yapısal olarak daha da artacak olmasıdır. Bu yüzden Sanayi 4.0 gelecekte kapitalizmin yepyeni bir "Büyük Bunalımını” tetikleyecektir.

Mevcut gelişmeleri kapitalist üretim sistemini veri alarak düşünme alışkanlığının dışına çıkarak değerlendirdiğimizde, robotik teknolojilerin gelişiminin kapitalizm sonrası toplumun maddi altyapısının oluşması anlamına gelebileceğini ileri sürmek gaiplik olmaz.

  • Sosyalizm her zamankinden daha mı yakın?

Marks’ın “Toplumsal Teorisi”: Kapitalist üretim ilişkilerinde yaratılan tüm artı değerin kaynağının ödenmemiş işçi emeği olduğu, teknolojinin ilerlemesiyle birlikte üretim sürecinde makinelerin giderek artan oranda emeğin yerini alacağı ve böylece artı değerin biricik kaynağı olan işçi emeğinin kapitalistler tarafından imha edileceği, bunun kapitalizmin sonunu getireceği, bu sistemin açlığa mahkûm ettiği işçi sınıfı tarafından bir ihtilal ile yıkılacağını bildiren bir kehanetten ibarettir.

Bir başka ifadeyle Marks’ın bu teorisi ( Tarihsel materyalizm) eski üretim ve toplu sistemlerini anarak yaptığı eleştirel analizin ardından kapitalizmi ele alır. Mealen “Kapitalizm fevkalade beşeri bir terakkidir. Bahsini ettiğim insanlık tarihinin kaçınılmaz bir yasasıdır. Tarihsel yasalar engellenemez, yasalara yalnızca boyun eğilebilir. Tez, anti-tez, sentez! Yahut inkârın inkârı! Burjuvazi yarattığı proletarya ordusunu besleyemeyecek ve açlık çeken proletarya kapitalizmin mezar kazıcısı olacaktır. Devrimci proletarya burjuvazinin makinelerini kırmayacak, onlara sadece el koyacak, tüm insanlığın menfaati için çalıştıracaktır. İnsanlık, proletaryanın tarihsel öncülüğünde mülksüzleştirilen burjuvazi, el konulmuş makineleriyle zorunluluklar dünyasını terk edecek. Makinelerin kamu yararına harıl, harıl çalıştığı özgürlükler dünyasını yaratacaktır. Bu dünya sosyalizm ve komünizm dünyasıdır” da anlamını bulur.

1848 tarihli Komünist parti manifestosu acil bir devrim öncesi durumda atılacak adım ve hedefleri devrimci pratiğe dökmek için ilan edilen devrimci teorik bir bildirgeydi. 1848 devrimi başarıya ulaşmadı. Marks- Engels devrim şartlarını kriz beklentisine ve durumuna bağlar. 1850 de “yeni bir devrim, ancak yeni bir krizin sonucu olarak mümkündür” der. Bu anlamda 1857 dünya ekonomik krizinden umutlandılar. Kriz sonrası durum farklı gelişti. Kapitalizm güçlendi. 1871’de ilk sosyalist yönetim Paris komünü, sadece iki ay sürdü ve yenildi. Marks bunu Fransa’da iç savaş çalışması ile analiz konusu yaptı.

Marks esas olarak 1859 tarihli “siyasal iktisadın eleştirisi üzerine” adlı yazısında devrimin koşullarını yeniden belirledi. “ bir toplum düzeni kapsayabileceği tüm üretici güçler gelişmeden asla batmaz ve daha yüksek üretim ilişkileri de, bunların maddi varlık koşulları eski toplumun bağrında gelişmeden ortaya çıkmaz. O nedenle insanlık daima çözebileceği sorunları üstlenir, çünkü iyice bakıldığında şu hep görülecektir ki, sorunun kendisi, sadece çözümün maddi koşulları önceden mevcut olduğu veya o koşulların en azından oluşum sürecinde bulunduğu yerden doğar.” Diyordu.

Marks bu devrimin Almanya’da olacağını, devamının enternasyonal manada tüm kıta Avrupa’sını saracağını öngörüyordu. Yanıldı. Elbette ki tek yanılgısı bu değildir. “Das Kapital”de kapitalizmin nasıl işlediğini analiz eder. Analizleri doğrudur, bilimsellik taşır. Bunu sınıf analizleri için de söyleyebiliriz. Ancak ara sınıfların çözülüp yok olacağı, proleterleşeceği tezi tutmamış, aksine bu sınıflar kapitalist üretim ilişkilerinin egemen gelişim seyrinde büyümüş, gelişmiş ve kapitalizmin siyasi taşıyıcılığının sosyal temeli olmuştur. Yazıyı bu konu ile uzatmamak için tamamen aynı düşünce ve kanaatlere sahip olduğum Kaan Arslanoğlu’nun /insanbu.com/ solun işçi sınıfı ve Marksizm’i tamamen gözden çıkarması adlı çalışmasını ve konuya dair diğer yazılarının okunmasını salık veririm.

Marks’ın kuramı, felsefi olarak bilimselliğe en yakın bir öğretidir. Ancak determinist bir kuramdır. Ve 170 yıldır Sosyal bilimler içinde önemli bir yer işgal eder. “Standart Toplumsal Bilim Modeli”nde Dünyayı yorumlamada temel alınan ALT YAPI - ÜST YAPI ikiliği, alt yapının üst yapıyı belirlediği esprisi de deterministtir. ”Dip Yapı”yı ne yapacağız? Nereye koyacağız?

Sosyal bilimlerin argüman önermelerini öne sürülmeden önce herhangi bir sosyal gerçeği (demokrasi, sosyalizm, vb. gibi bir çok toplumsal olay, olgu ve yapısal değişim ve dönüşümleri ) incelemek üzere; J.J Thomson’un elektronun keşfiyle sonuçlanan 1897 yılında yaptığı deneye benzer bir deney yapılabilir mi? Ya da Newton yerçekimi kanununu doğrulayan bir deney gibi doğrulamasosyal olaylar ve tarihsel dönüşümler için yapılabilir mi? diye sorsak cevabımız ne olur? Her halde cevap: Elektronları çıplak gözle gözleme imkânsızdır. Sosyal gerçeklerin bir tek objesi yok ki, (ana sınıflar, ara sınıflar, ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel aynılıklar farklılıklar, talepler, çıkarlar ve çatışmalar…) nasıl bir deney tüpüne koyalım olur. Sosyolojik olgular metodolojik sosyolojinin araç ve yöntemleriyle gözlenir, incelenir eğilimler ölçülüp analiz edilir. Hypothetico-deductive ( varsayıma dayalı çıkarsama) modeli genelden özele, tümelden tikele giderek ya da ön sayıtlardan vargılar ve çıkarımlar türeterek bilgi üretme yöntemiyle anlamını bulur denilecektir. 

Logical pozitivizm “bir bilimsel önermenin anlamı doğrulabilir olmasında, doğrulama yöntemindedir” der.  Bilimsel kuramın en temel özelliği doğrulanabilir olmasıdır. Yukarıda “siyasal iktisadın eleştirisi üzerine” adlı makalesinden alıntıladığımız temel tema üzerinden devam edersek: Marksist-Leninist öğreti kapitalizm kendi krizlerinden ve kendi iç çelişkilerinden dolayı kendi kendine yıkılmaz, “devrimci durum” oluştuğunda; “yönetenlerin yönetemez, yönetilenlerin de o yönetim altında yönetilmek istemediği durumlar” oluştuğunda var olan sistemi yıkmak için mücadele ve müdahale olmadan yıkılmaz der. Ve yine kapitalizm ona karşı mücadele ve müdahale edilmediği müddetçe çözemeyeceği hiçbir kriz olmadığını, er veya geç krizi sonlandırmak için ne pahasına olursa olsun bir çözüm yolu bulduğunu savlar. Kapitalizmin 300 yıllık tarihinde bağrından doğan krizlerden hep güçlenerek çıktığı doğrulanmış bir realitedir. Ama Marks’ın determinist devrim teorisi komünist manifestonun yayınlandığı tarihten bu yana geçen 170 yılda doğrulanmamıştır.

1917 Ekim büyük Bolşevik devrimi de bu teoriyi doğrulamaz. Ekim devrimi dünyanın şafağını değiştiren 1789 Fransız devriminden sonra gerçekleşen en büyük devrimdir. Çok boyutlu ve eksensel bileşkeleriyle bir bütün olarak analiz edilmesi gereken Tarihsel ve Sosyolojik bir vakıadır. Özet olarak 17 Ekim Bolşevik devrimi:

  1. Konjonktüreldir. Konjonktürel şartların doğru analizi üzerinden siyasi stratejilerin doğru kurulması, toplumun ekonomik sosyal ve hayat şartlarının ve halkın taleplerinin “Ekmek-Barış-Özgürlük” şiarları üzerinden siyasal demokrasi hedefleriyle toplumun siyasi psikolojisinin doğru yönetilmesi ve liderlik dehasına dairdir.
  2. Rejimin adı ne olursa olsun Kurulu yönetim sisteminin kurumsal organlarının kendi içlerinde iradi siyasi birliğinin sağlam olması; özellikle ordusunda ortak irade tekliğinin bulunup bulunmaması tayin edici varlık şartıdır. Lenin “Varlığı ve Birliği organize, hareket kabiliyeti yüksek, orduları sağlam olan ülkelerde devrim çok zordur” der. Rus ordusu Japon savaşından yenilerek çıkmış, 1905 devrim ayaklanmasından yorgun, Tannenberg bataklığında Alman ordusuna yenilmesi sonrası moral olarak yıpranmıştı. İmparatorlukta Çar devrilmiş, Duma kapatılmış, geçici PRENS- KERENSKY ortak hükümeti yönetimsel bir boşluğu dolduramıyordu. Lenin önderliğinde iyi örgütlenmiş komünist parti 90 milyonluk Rusya’nın %10 nu oluşturan işçi sınıfı içinde küçük ama güçlü bir çekirdek örgütlenmesine ve inançlı komünist aydınlara dayanıyordu. Arkasına askerleri, köylüleri, aydınları ve çarlık devlet bürokrasisini, kitlelerin açlığa ve bitmeyen savaşlara karşı çaresizleşen öfkesini arkasına alarak “bütün iktidar Sovyetlere” şiarıyla ayaklanarak iktidarı aldı. 31 Aralık 1922 de iç savaşı kazanan Bolşevikler Sovyetler birliğini resmen ilan etti.
  3. Komünist parti önderliğinde kurulan devlet; burjuvaziyi, Rus aristokrasisini ve büyük toprak sahiplerini mülksüzleştirerek kurdukları kamucu bir ekonomi ve herkese iş, parasız sağlık, parasız ve zorunlu eğitim hakkı, 8 saatlik işgünü vb. gibi temel ihtiyaçların karşılanmasını temel alan sosyal devlete sosyalizm adını verdiler. Bu değişim kapitalizme doğrulanmış alternatif sistemin başarılmış gerçekliğidir. En büyük başarısı Batının 150 yılda ulaştığı sınai devrimini 20-25 yılda başarması bilim ve teknikte kaydettiği ilerleme ile 2. Dünya savaşında emperyalist kuşatma ve saldırı savaşında kazandığı tarihi başarı ile taçlanmıştır. Bu kapitalizm alternatifi reel sosyalizm olarak tanımlanan sistemin ekonomik, siyasi sosyal, kültürel olarak uygulanabilirliğinin doğrulanmasıdır. Onun bürokratik bir devlet sosyalizmi, gerçekte aydınlar ve bürokrasinin devlet kapitalizmi olduğu gibi değerlendirmeler tanımlanan “reel sosyalizm” kavramı içinde gereken dersleri çıkarmak babında ayrı ele alınmalıdır. 70 yılda yıkılması esprisi için ise, sosyalist devlette işçi sınıfının rolü ve konumu, tek bir ülkede sosyalizmin mümkün olup olamayacağı meseleleri de yine bu bağlamda ayrı ele alınması gereken meselelerdir. Buradan çıkarılacak sonuç sosyalizm bir ütopya değil uygulanabilir ve sürdürülebilir, doğrulanmış sistemsel bir realite olduğudur.
  4. Liberalizmin 2. Savaş sonrası sosyalizme karşı verdikleri ideolojik mücadelesinin tezahürü olan Karl Popper’in “Eleştiriyle rasyonalizm”i “bilimin özelliği doğrulanabilir değil yanlışlanabilir olmasıdır” önermesi üzerinden yaptığı Proletarya diktatörlüğü eleştirileri, liberal burjuva demokrasisinin “katılımcılığı” üzerinden açık toplum güzellemeleri bilimsel tutarlılıktan uzaktır. Bu yeni düşünce Neo-liberalizmin kök yapısı olmuştur. Heykelleri dikilip liberallerin Papası durumuna getirilen Popper’i bugün Bilim çevrelerinde burjuva entilijensiyası dışında kimse ciddiye almıyor. Sosyalizm meselesinde tartışılmaya muhtaç bir diğer önemli konu “proletarya diktatörlüğü” kavramıdır. Prensip itibariyle ret edilmelidir. Sosyalist demokrasi üzerine felsefi ve siyasi düşünceler geliştirmek bu kavram ile bağlantılı olarak ele alınmalıdır.

21.yüzyılın ilk çeyreğine girerken 170 yıllık tespit hep gündemde ve dillerde. Kapitalizmin geleceği yoktur. Sürdürülmesi mümkün değildir.”  Ancak bu son krizinden de kapitalizm kendini yenileyerek ve güçlenerek çıkacaktır. Günümüz dünyasında kapitalizme alternatif yerel, bölgesel, küresel (enternasyonalist) ideolojik birliği olan siyasi, örgütlü etkili kitlesellik kazanmış, gelişkin, hata gelişme ivmesi gösteren bir hareketin varlığı yoktur. Dünyada birçok sol akım var. Ama bunları çok doğru olmamakla birlikte iki guruba ayırmak mümkündür. 1- Yeni sol akım. 2- Klasik Marksist akım.

Yeni sol Marksist-Leninist geleneğin dışındadır. Bu akıma ideologlarının düşünceleri açısından bakarsak Immanuel Wallerstien düşüncelerini ele alabiliriz. Wallerstein  “Sonsuz sermaye birikimini rehber alan modern [kapitalist] dünya sistemi 500 yıl sürmüştür. Devam edemez, çünkü denge durumundan çok uzaklaştı ve artık kapitalistlerin sonsuz sermaye biriktirmesine müsaade etmiyor. Alt sınıflar da torunlarının bu dünyayı miras alacağına artık inanmıyor. Sonraki sisteme dair mücadelenin sürdüğü yapısal bir kriz içinde yaşıyoruz. Unutulmamalıdır ki hedef, kapitalizmin reformu değildir; onu izleyecek sistemdir. Kemer sıkmaya karşı çıkan güçler, çok-kültürlülük güçleri ile birlikte dünya nüfusunun  yüzde 80’idir. Bu algılanırsa zafer kazanılabilir. Zirvedeki yüzde 1’e karşı savaş açıp, gerideki yüzde 19’u kendi saflarına çekmeye çalışılmalıdır.  Sınıf mücadelesi de tamı tamına budur.”  Diyor. Sokak mücadeleleri mi, seçim mi diye sorup cevaplıyor. “Kısa dönemde hem sokak, hem seçim yolları denenmelidir. Zira kısa dönem, sonraki hedeflerin denendiği alandır.” Diye devam edip görece demokratik ve görece eşitlikçi  bir sistem üzerinde duruyor. Klasik Marksistlerle ortaklaştığı nokta Kapitalizmin bir müdahale olmadan yıkılmayacağında birleşiyor. Bu akımın yapı bulmuş varlığı SYRİZA- PEDOMOS VE İNSOUMİSE gibi komüniteryanizm hareketleridir.

Diğeri geleneksel Klasik Marksist akımın temsilcileridir. Dağınık, örgütsel taban bulamayan, ama akım olarak varlığını sürdürenler. Bu akımın 20 yüzyılda anti emperyalist mücadelede düşünce geliştiren ideolog öncülerinden SAMİR AMİN. Yeni yayınladığı bir bildirgede” Çağdaş emperyalist kapitalizm, sürdürülemeyecek özellikler kazanmıştır. Bugünkü sistem-karşıtı muhalefet yetersizdir. Kapitalizme karşı önce direnmek; sonra da ona son vermek için örgütlü, kolektif bir müdahale gerekmektedir. Bu örgütlenme İşçilerin ve Dünya Halklarının Enternasyonali biçiminde oluşmalıdır.” Diyor. Ve programlaştırılabilecek siyasi hedefler sunuyor. Bir de kapitalizm artık dünyayı savaş konjonktürü olmadan yönetemez diyor Yani 3. Dünya Savaşı ihtimali. Bu öngörüsüne katılmıyorum. Bölgesel savaş ve çatışmalar olabilir, ama dünya Savaşı hemen hemen imkânsızdır. Mesela enerji kaynaklarının dağıtım konseptinin stratejik konumu. Bugün dünyada enerji akışı çok değil iki ay aksasın; yiyecek bulamamaktan, işlev görmeyen hastanelerden, tüm ulaşalım yollarının hemen hemen durmasından tüm yaşam felç olur. Ortaya çıkacak salgın hastalıklardan 100 milyonlarca insan telef olur. Dünyayı yöneten oligarşi şu dünya nüfusunu 1-2 milyar azaltalım derse elbette olur. İnsanlığın %80 “yetti artık ” deyip buna dur demez mi?

Unuttuk, Wallerstein kapitalizmin sonu için “Cenazenin kalkacağı” tarihi 2040 ya da 2050 olarak öngörülüyor. Bizde de bir partinin Ortodoks Marksist önderi “sosyalizm her zamankinden daha yakın” başlıklı makaleler yazıyor. Yine Ortodoks Marksist emekli Profesör “kapitalizm sürdürülemez, sosyalizm kaçınılmaz ve durdurulamaz bir gelecektir. Sosyalizmin kurulması sonrası gelecek dönemde insanlık gönüllü çalışmaya ulaşacak” diyor. Dünyaya, coğrafyanın bölgelerine, ülkelere, oradan sokaklara, fabrikalara, sendikalara ve ne görmek istiyorsa oralara baktığımızda ne görüyoruz?

Hastalık derecesinde Beşiktaş taraftarlığı hobim var. Beynimdeki sorulara cevap bulmak için maçları işçi semtlerinde kahvehanelerde izlerim. Ve zaman zamanda o anlık tanıştığım işçi taraftarlarla muhabbette lafı çalıştıkları fabrikalarda sorunlara getirip laflarım. Bu haftaki Fenerbahçe Beşiktaş maçında bir 2015’teki iş durdurmaya aktif katılım göstermiş bir Reno işçisine laf arasında “sosyalizm her zamankinden daha yakın” dedim. Adam bön bön suratıma baktı. “Abi biz sendika değiştirmek için geçmişte yapıldığı gibi mesai girişinde kart bastığımız bölümün önüne tercih sandığının konulup başında noter kâtibinin beklediği bir oylamaya bile hasretiz. Ne sosyalizmi abi, Siz uzayda mı yaşıyorsunuz ?” dedi Bir de ona Marksist profesörün gönüllü çalışmasından bahsettim. Söylediklerini buraya yazmayayım. “Üretimde robotlar kullanılacak dedim.“ “Şimdi de kullanılıyor, arabanın camlarını robotlar takıyor, ama arkadaşım Ahmet 1 dakikada 2 lastik takıyor 10 kg dan günde 4 ton yük kaldırıyor. Keşke abi, ama biz çocuğumuza ekmeği nerden götüreceğiz?” Dedi.  “Eğitim alıp robotlara CAT/CAM atarsın “ dedim. “O da iş mi abi, onu şimdi de yaparız” dedi. Şimdi o işçi Ahmet eski “reel sosyalizm” gibi bir rejimde önce fabrikada sendikacı, sonrasında da komünist partinin fabrika yönetiminde işçi sınıfının temsilcisi olarak yönetim direktörü olur. Sonuç olarak süreç içinde bürokratlaşır. Komünist önderimiz ve Marksist profesörümüz hala işçi sınıfına dışardan bilinç vermekten bahsedip, biri siyasi programdan yoksun “yakın gelecek” için ajitasyon çekiyor. Diğeri komünizm hüyelası yayıyor. Kendileri çalıp kendileri oynuyorlar.

FİLLER TEPİŞİYOR EZİLEN SADECE ÇİMENLER Mİ? Başlıklı iki bölümlük çalışmamızda yaklaşık 40 A4 sayfası tutan bir analiz yazısı yazdık. Söylemek istediğimiz öz olarak şudur:

Dünya coğrafyasında 100’ün üzerinde ülke ve 7.5 milyar insan yaşıyor. Bu 7.5 milyarın yarattığı tüm gelirlerin %54’ü bu nüfusun %2’si kadar olan bir oligarşiye akıyor. Buna % 5 bu oligarşinin bir tık altı kapitalist sınıfı koyun etti %7-8. Ardından kapitalist üretim ilişkilerinin yaratıp büyütüp geliştirdiği orta sınıfları  %15’i ekleyin Geriye kalan 5.2 milyar insan yoksulluk sınırında yaşıyor. Birleşmiş milletlerin (BM) son yayınladığı rapor dünyada kronik açlık çeken 815 milyon insan olduğunu söylüyor. Haber: “BM Çocuklara Yardım Fonu UNICEF, Nijerya, Somali, Güney Sudan ve Yemen'deki 1,4 milyon çocuğun açlıktan ölüm riski taşıdığı” uyarısında bulunuyor. “DSÖ Halk Sağlığı Bölüm Başkanı Maria Neira, “Bugün, yaklaşık 2 milyar kişi temiz suya muhtaç” “Çin ve Hindistan’dan olmak üzere dünya genelinde yaklaşık 4 milyar kişinin, yılda en az bir ay içme suyu sıkıntısı çektiğini belirti.” Barınma, sağlık, eğitim eşitliği, yaratılan değerlerin ve gelirlerin paylaşım sorunları, İşsizlik: yazının içinde vermiştik. Dünyada istatistiki işsizlik %10’un üzerinde, genç işsizlik sürekli yükseliyor. Etnik sorunlar, din inanç, kadının toplum içindeki yeri vb. meseleler. Sınırları belli mavi dünyamızda sınırsız üretim mümkün müdür? Soluduğumuz temiz hava, içtiğimiz su, bizi besleyen toprak ana tedricen zehirleniyor, yok ediliyor. Velhasıl dünya yaşanılan bir cehenneme dönüştürülüyor. Cennete nasıl varacağız? Bu varış yolunu “Taş tanrı zardoz” vahiyle gönderip yol göstermeyecek. İnsanlık kapitalizmin melanetinden “Aklını kullanma cesareti göster!” umdesinin yol göstericiliğinde kurtuluşa ulaşacaktır. Eskinin bağrında doğup onun içinde siyasal, sosyal, kültürel ve örgütlülük olarak yeni başat hale geldiğinde yenidünyanın cenneti kurulmuş olacaktır.  Ben asgari standartlardaki cennetin sosyalizmde olduğuna inanıyorum. Nasıl bir sosyalizm? Nasıl ulaşacağız sorularını bunun için soruyorum. Ya siz?

H. ÜNSAL




Bu habere henüz yorum yapılmamıştır, ilk yapan siz olun!...