Siyaset
KAPİTALİZMİN KRİZLERİ VE “YAPISAL REFORMLAR” ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ.

İnsanlık 300 yıldır devam eden kapitalist üretim ilişkilerinin birikimine sahip. Günümüzün Küresel kapitalist- emperyalist sömürü döngüsünün egemenlik ve yönetim müktesebatının arkasında bu birikim var.
2.Savaş sonrası yaşanan yüksek büyüme ve kalkınmanın getirdiği yeni olgu, Avrupa’nın merkez ülkelerinin ve Asya’da Japonya’nın tekelci üretici ve finans sermayesinin merkezileşerek yüksek yoğunluklara ulaşması olmuştur. Ancak bu sermayenin uluslararası dolaşımdaki yerinin ve etkinliğinin zayıflığı küresel sistemin yeni bir tıkanıklığa girmesini tetiklemiştir. Tüm dünya ekonomilerini etkileyen petrol fiyatlarındaki artış 1970 krizinin nedeni olarak ileri sürülse de asıl neden küresel toplam talepteki ve sermaye dolaşımındaki daralmadır.
1970’lerde, kapitalizmin merkez ekonomilerinde sanayi başta olmak üzere, reel üretici sektörlerde kâr oranlarının düşmesi; işsizliğin yapısal olarak derinleşmesi ve küresel bazda toplam talebin gerilemesi kapitalist sistemi tekrar devrevi krize sürükledi. Kapitalist-emperyalizm çıkış yolunu; doların Rezerv para olarak kabulü, Ulusal paraların Konvertibilite ağlarına girmesi, başta finans sermayesi olmak üzere, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımının esas nitelik olduğu, devletin ekonomik faaliyetlerin dışına çıkarıldığı yeni serbest piyasa ekonomisine; küresel Neo-Liberal modele geçişin alt yapısının temellerinin atılmasında buldu. Sonrası malum. SSCB’nin de çökmesiyle tek kutuplu “yeni dünya düzeni”.
Milton Friedman’nın “Devletin faaliyet alanı sınırlandırılmalıdır. Devletin başlıca görevi, kanun ve düzeni sağlamak, özel teşebbüslerin kendi aralarındaki sözleşmelerin yürürlüğünü temin etmek ve rekabetçi piyasaları teşvik etmek suretiyle özgürlüğümüzü korumak olmalıdır. Özgürlüklerin korunması, devletin gücünün sınırlandırılması ve desantralize edilmesi ile mümkündür.” Cümlelerinde anlam bulan Neo- liberal siyasal iktisat felsefesi kapitalist sistemin eskinin yeniden devamı olan yeni paradigmasını tarif eder.
1980’lerden itibaren merkez kapitalist ülkelerde İngiltere’de Thatcherizm, ABD de Reaganizm, Almanya’da sosyal demokrat H. SCHİMİDT-SCHRÖDER’İN Neo liberal politikalarıyla, Türkiye’de de 12 Eylül faşizminin Özal politikalarıyla Kenezyen ekonomiler ve kamu yönetimleri bu yeni olana dönüştürüldü.
Neo-Liberalizmi siyasal ve ekonomik olmak üzere iki boyutta değerlendirmek mümkündür. Üçüncü ayağı kamu yönetiminin (devletin) yeniden yapılandırılmasıyla kendini tamamlar. Siyasal liberalizm aslında ekonomik liberalizme zemin hazırlayacak birey hakları, insan hakları, hukuk, hukukun üstünlüğü, demokrasi, özgürlük gibi kavramlar üzerinde durmaktadır. Gerçekte yaşanan ise, insanlığın bu ortak evrensel değerlerinin içleri boşaltılarak, kabuklaştırılarak toplumları kapitalist sisteme, gönüllü köleliğe rıza oluşturmanın ideolojik- siyasi aracı olarak kullanılması olmuştur.
Neo liberal restorasyonla toplumsal-sosyal-kültürel hayat piyasalaştırılmış, sivil toplum örgütlülüğü yüceltilip öne çıkarılırken, çalışma hayatının emek “piyasaları” esnekleştirilerek ve taşeronlaştırılarak sendikal örgütlülük zayıflatılmıştır. Varlığını devam ettirebilen sendikal örgütler de Amerikan sendikacılığına evirtilerek işçi sınıfını kapitalist sistemle uyumlulaştıracak stratejilerle siyaset yapma iradelerinden bilinçli olarak yalıtılarak, sınıf perspektifinden uzaklaştırılmış ve sisteme uyumlu hale getirilmiştir.
Diğer önemli nokta Desantralizasyon meselesidir. Neo-Liberallerin dillerinden düşürmedikleri bu kavram son derece tayin edici bir literatürdür. Üzerinde ciddiyetle durulmayı zorunlu kılar. Demokrasi ve Desantralizasyon ya da âdem-i merkeziyetçilik tartışmaları, genel olarak demokratikleşme, çoğulculuk, katılım, idari ve siyasi yapının dengelenmesi ve denetlenmesi, kamu hizmetlerinin yerinde etkin ve verimli sunumu gibi başlıklar etrafında tartışılır. Bu anlamıyla bu kavram idari reform sürecini içerdiği kadar siyasi, sosyal ve kültürel reform sürecini de içerir. Zira Desantralizasyon, bir yandan siyasi yapının farklı güçler arasında kurulacak bir denge ve denetleme sistemi ile kurulmasını, etnik, ulusal, dini, mezhepsel, kültürel farklılıkların yönetime katılmasını, yurttaşların politik olana yerelden doğrudan müdahalesini ve son olarak yerel ve bölgeler arasında adaleti ve eşitliği içerir. Öte yandan, yerel sorunların, esas olarak yerel kaynaklarla ve yerel aktörlerin eliyle çözümünü öngörür. Siyasi- idari süreçler kadar, sosyal ve kültürel süreçlere de odaklanır ve bu iki boyutu bir araya getirmeye çalışır.
Yukarıda bahse konu kavram üzerinden kurduğumuz cümlelerde anlam bulan şey; ideal, gelişmiş “ileri” demokrasiyi mi tanımlıyor? Yoksa topluma giydirilmek istenen; “Vehbi’nin kerrakesi” mi? Çok dinli, çok mezhepli, çok etnisiteli; uluslaşma sürecini tamamlamamış, klasik burjuva demokrasisinden bile fersah, fersah uzak yönetim ve rejimlere sahip emperyalizme eklemlenmiş bağımlı ülkelerde “demokrasi” mücadelesini, bu farklılıklar üzerinden yürütmek toplumda kamplaşma ve kutuplaştırılmaları artırır. Kör milliyetçilik, toplum psikolojinin egemen olgusu haline gelir. Bakalım Neo-liberallerin ve sol tandanslı siyasanın Türkiye’nin demokrasi sorununun çözümünü Kürt meselesin çözümüne tabi kılmalarına; ne görüyoruz? Bu meseleyi gerçek bir toplumsal sözleşme mi çözer? Yoksa yaydıkları virüs mü? PKK’nın yürüttüğü bağımsızlıkçı silahlı mücadele mi? Hendek siyaseti mi? “Öz yönetim” ilanları mı? Dini mezhepsel tarikatların, cemaatlerin “sivil toplum örgütleri” kabulü üzerinden siyasal, sosyal, kültürel alanlara ve eğitim hayatına yön vermeleri “demokrasiyi” mi güçlendirir? Neo liberalizmin Desantralizasyon kavramı üzerinden yaydığı virüs, bu tür toplumları kutuplaştırır, böler. Ülke yönetimlerini otoriterleştirir, emperyalizmin jeopolitik politikalarına karşı antiemperyalist mücadeleleri karartır, zayıflatır, bağımlılığın daha da derinleşmesine hizmet eder.
Siyasi demokrasi; halkın siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel hayatı belirlemek için, özgür ifadesinin ve iradesinin toplumsal yaşamın tüm yönlerine katılımını tanımlar. Katılımcılık siyasal iktidarın topluma yayılmasına, bireyin ve toplumun tüm örgütlerinin (sendikalar, dernekler, tüm sivil toplum örgütlerinin) siyasal kararların alınışına etkin nitelikte katılmasına dayanır. Bu manada katılımcılık merkeziyetçilikten uzaklaşma, toplumun yatay örgütlenmesinin, aşağıdan yukarıya siyasi karar iradesinin etkinleşmesi demektir. Sol sosyalist siyasetin bir siyasi demokrasi programı olmalıdır. Özgürlük-eşitlik- demokrasi- hukuk, hukuk devleti- evrensel insan hakları gibi temel kavramların içleri gerçekten doldurularak; toplumcu, demokratik sol bir cumhuriyetin asgari programının en temel ilkeleri olarak yürütülen faaliyet ve mücadelede içinde bu umdeler önemli bir yer işgal etmelidir. Solun bu yanı Neo-liberalizm virüsünün yaygın etkisiyle felç edilmiştir.
Türkiye solunun hemen hemen her kolu PKK/HDD’de temsil bulan “Kürt siyasal hareketi”’nin koltuk altında yürütülen siyasete savrularak, toplumsal ruh ve bilinç çürümesine gark olmuştur. Türkiye de genel olarak sol siyaset, liberal virüsle zehirlenerek sınıf temelli örgütlenme ve siyasi mücadeleden yalıtılmıştır.
Ekonomik liberalizm, piyasa koşullarının hiçbir kamu müdahalesi olmadan sağlanması temeline dayanır. “Bırakınız yapsınlar” anlayışına uygun olarak kapitalist sınıfın çıkarları doğrultusunda ekonomik hayatın, piyasa koşullarına uygun olarak düzenlenmesidir. Ekonomide gerçekleştirilen “reformlar” özelleştirme, serbestleşme (De regülasyon) --“De regülasyon” düzenlemesi, bir anlamda devletin yetkilerini ortadan kaldıran düzenlemelere verilen özel addır. -- Devletin sektörler üzerindeki denetim yetkisinin azaltılması, kamuya ait doğal tekellerinin tekel olma özelliklerinin kaldırılması, var olanların özelleştirilmesini; bu alanlarda özel sektör kuruluşlarının ana unsur olmasının sağlanmasını ifade eder. Bakalım Türkiye fotoğrafına: Telekom, TÜPRAŞ, PETKİM, DEMİR ÇELİK FABRİKALARI, SEKA, LİMANLAR gibi doğal tekeller özelleştirilerek, ülkenin kamu varlıkları sermaye guruplarına peşkeş çekilmiş, yerli sermaye satılanlar ise, bu şirketlerin dış kredilerle yaptıkları alımlarla ülkenin toplam borçluluğu attırılmıştır. Özcesi meşhur şiarlarına uygun olarak “devlet küçültülmüş” adete “mini minnacık” hale getirilmiştir.
Bu küçültmenin diğer ayağı kamu yönetiminin reorganizasyonudur. “Kaynak israf eden” “beceriksiz hantal bürokrasi” teraneleriyle devletin ekonomi, sağlık, sosyal güvenlik, eğitim ve kültürel hayat olmak üzere tüm toplumsal alanlardan elini çekmesi sağlanarak; yerine serbest piyasa sisteminin önünü açan yeni kamu yönetimi yapılandırılmasıdır. Küresel entegre olmuş tüm ülkelerde Kamu yönetiminde egemen temel politika; küresel sermaye enternasyonalinin tüm hareket planlarına ve çıkarlarına hizmet eden; maliye politikaları, finans, para ve döviz kuru rejimi olarak sistemleştirilmesi olmuştur.
Küresel sistem nasıl işliyor? Ne getirdi?
1980’lerden sonra merkez emperyalist-kapitalist ülkelerin üretici ve finansal tekellerinin doğrudan üretim yatırımları ve sermaye transferleri Asya-pasifik bölgesine akmış, dünyanın yeni üretim merkezi Asya-pasifik olmuştur. Çin ve Hindistan’ın küreselleşme ağına dahil olmasıyla dünya emek piyasalarına yaklaşık 2 milyar işgücünün girmesi; özellikle Asya- pasifik bölgesinde çıplak sömürü; çok düşük ücret, uzun ve ağır şartlarda çalışma, örgütsüzlükle birleşince; günümüz dünyasının kapitalizmi 19 yy’ın vahşi kapitalizmini andırır niteliğe evrilmiştir.
Bunun bir diğer sonucu merkez kapitalist ülkelerde de çalışanların kazanımları zayıflatılmış, üretimin otomasyona, insansızlaştırılan fabrikalara doğru gitmesi taşeronlaşma, sendikasızlaşma eğilimlerini arttırmış, çalışanların ücretleri ciddi oranda düşmüş, özellikle göç ve mülteci akınlarına karşı geliştirilen milliyetçi politikalarla sınıfın kendine yabancılaşması tetiklenmiştir. “Bütün ülkelerin işçileri birleşin” şiarında anlam bulan sınıf enternasyonalizmi mevta olmuştur. Bu realitenin neden ve sonuçları üzerinde durmak ayrı bir çalışma konusudur.
Kapitalizmin 300 yıllık sistemsel işleyişinde ve doğasında en küçük bir farklılaşma yoktur. Değişen hegemonya ve sömürüyü daha da büyütmenin araçlarında, metotlarında bir takım yeni uygulamaların devreye alınmasıdır. Bu yeni dönemin enstrümanlarının en karakteristik olanı, kuralsızlaştırılan finansal sermaye hareketleri olgusudur.
Çevre ülkelere akan finans Sermayesinin aşırı serbestleştirilmesi finans dışı reel şirketler kesimi, IMF ve Dünya Bankası ikizlerinin, telkin, teşvik ve açık baskılarının ardından finansal kuralsızlaştırmayı fırsat bilerek, ülkelerin iç bankacılık kesimi devreden çıkartılarak doğrudan dış borçlanma olanaklarına kavuşturulmuştur. Özellikle Serbest piyasaların, derecelendirme kuruluşları ya da kimi bağımsız üst kurulların verdiği notlarla, kısa vadeli spekülatif nitelikli dış borçlanma hızla artmış, borç yükümlülükleri merkez bankaları rezervlerinin üstüne çıkmasına neden olmuştur. Bakalım Türkiye’nin dış borç stokuna: 470 milyar dolar toplam dış borç. Bu borcun 300 milyar doları özel sektör kesiminindir.
“Kolektif emperyalizme” entegre olmuş yarı bağımlı çevre ülkelerin kuralsızlaştırılan sermaye hareketleriyle borçlandırılan şirketleri, bankacılık sektörü, dolayısıyla devletler, küresel finans tekelleri tarafından teslim alınmıştır. Kapitalizmin kumarhane masalarında; kur- faiz-borsa temelli finansal rant oyunlarıyla, gelişmekte olan ekonomilerin çökertilmesi Neo liberal sistemin genel karakteridir. 1997 Asya krizi nedenleri ve sonuçlarıyla yaşanan böyle bir krizdi. Finansal rantlar küresel finans oligarşisine aktı. Bu operasyon başta ABD olmak üzere küresel sermaye enternasyonalinin Asya’nın gelişmekte olan ülke ekonomileri üzerinden yaptığı, tüm dünya ekonomisini etkileyen büyük para operasyonudur.
Asya krizinin atlatılmasından kısa bir süre sonra, kapitalist küresel sisteme bağımlı ülkeler, yeni ekonomik gerçeklerle yüz yüze geldi. Asya-pasifikte Malezya, Endonezya, Hindistan, Pakistan, Tayland, Latin Amerika’da Arjantin, Brezilya, Meksika ve diğer ülkeler, Avrupa’da Rusya, Türkiye, Yunanistan’da yaşananlar fotoğrafın görünen yüzüdür.
Emperyalist-kapitalist sermaye sanayi sektörlerinde gerileyen kârlılığını, finans piyasalarındaki spekülatif rant kazançlarıyla aşma yoluna gitti. Finansal rant oyunlarıyla, kısa dönemde yüksek faizlerin ve borsa kazançlarının tatlı coşkusu; üretim, istihdam, yatırım gibi reel aktivitelerin önüne geçti. Reel üretkenlik kârlılıklarındaki yavaşlamayla birlikte, küresel ekonomide sürdürülebilir büyüme potansiyeli geriledi, işsizlik oranları yükseldi. 2008’lere gelindiğinde ABD kökenli finansal borç kriziyle tüm ekonomilerde durgunluk tavan yaptı. Tek kutuplu “yenidünya düzeni” çöktü.
Küreselleşmenin bir diğer realitesi; Asya’dan göveren yeni hegemon güç olmaya aday Çin’in önlenemez yükselişi ve batı Avrupa’da Almanya’nın müthiş güçlenen, yüksek verimlilik yaratan ekonomik varlığı, dünya gündemini işgal eden çok taraflı yaptırım kararları, kapı giriş vergisi oranları üzerinden yürütülen ticaret savaşları, dünyanın çok kutupluluğa evirildiğini tescillemektedir.
Meseleyi siyasal iktisat disiplinini kayıtları ve istatistikleri üzerinden ele alırsak görünen şey bizi Aaa! “Kral çıplak” esprisine götürmektedir.
Kapitalizmin krizlerinin nedensellik yasalarının bir yanı, bilindiği gibi; servet birikimi, üretim kapasitesi fazlası ve tüketim yetersizliğinin yarattığı piyasa-Pazar ve sermaye dolaşım hareketlerindeki daralmalardır.
Serbest piyasanın dengeli ve istikrarlı bir ekonomi yaratacağı ve her türlü devlet müdahalesinin kaynak israfına yol açacağını savlayan Liberal- Neo liberal iktisat dogmalarını bu küresel daralma çatırdattı. Serbest piyasa, rekabet eşitliği, verimsiz olan batar söyleminin bir illüzyon sefaleti olduğu 2008 yılında ABD’de patlayan ve tüm dünyaya yayılan borç kriziyle görüldü.
Konuya ilgi duyanların hafızalarında kalan Lehman Brothers’ın iflası, ABD gayrimenkul (morgıç) piyasalarında aşırı borçlanmanın ve onun üzerinde türeyen menkulleştirme hummasının yarattığı spekülatif balonun patlamasıdır.Bu meselenin görünen yüzüdür. Ancak vakıanın özü yukarıda vurguladığımız kapitalizmin krizlerinin nedensellik yasalarıdır. Vahameti ise, Piyasa- Pazar daralmalarının finans dışı (artı değer üreten) sektörde kâr oranlarında on yıllardır aşılamayan kronik gerilemeleri; 1970’lerden beri devan eden kuralsızlaştırılan sermaye ve borç dolaşımlarıyla aşma politikalarıdır.
Bu borç ve spekülasyon köpüğü patladığında, tüm dünyada kredi piyasaları bir anda kilitlendi. Finans sektörü, bankalar çökme noktasına geldi. Küresel küresel bazda ekonomik durgunluk (resesyon) yaygınlaşmaya, küresel ticaret hızla gerilemeye başladı. Mali piyasaların çöküşü, dünya genelinde yaşanan resesyonun büyük bir krize evirilmesi, çürük şirketlerin ve piyasaların, liberalizmin doğal seleksiyonunda temizlenmesi, siyasal irade tarafından engellendi. Finansal borçlanmanın getirdiği kapitalizmin bu krizi, yeni borçlanma politikalarıyla dengelenmeye ve aşılmaya çalışıldı. Ama olumlu sonuçlar elde edilmedi.
Küresel piyasalara ek katkı adı altında--- merkez bankaları para basıyor dememek için--- ABD merkez bankası 3,5 trilyon dolar olmak üzere diğer merkez bankalarıyla beraber piyasalara sıfır (0) faizle 15 trilyon dolar para pompaladı. Borcu borçla kapatmak, zehirlenmiş bünyeyi panzehirle otalamaktır. Bu büyük “düzenlemeye” rağmen ülke ekonomileri ekonomik büyüme açısından 2008 öncesi döneme ulaşamadığı gibi, kapitalizmin merkez ekonomileri, on yıl düşük büyüme ivmesinde kaldı. Özellikle finans sektörünü korumaya yönelik bu uygulamalar, merkez bankalarının bilançoların artırdı, kamu borçlarını şişirdi, yeni bir mali krizde siyasi iradelerin müdahale olanaklarını, manevra alanlarını daralttı. Bu gerçekliği küresel borç stoklarına bakmak anlamlı kılacaktır.
Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF), dünya ölçeğinde kamu ve özel sektör borçlarının 250 trilyon Dolar olduğunu, tarihteki en yüksek düzeyine çıktığını açıkladı. 2017 yılı dünya gelirinin yaklaşık 79-80 trilyon dolar (nominal-cari fiyatlarla) olarak gerçekleştiği dikkate alınırsa neredeyse üç katıdır. Bu borçlanmanın Global borç stokunun sektörel dağılımı: 67 trilyon doları reel sektöre, 63 trilyonu devletlere, 55 trilyonu finansal sektöre ve 41 trilyon doları da hane halkına aittir.
Bu perspektiften dünya ölçeğinde servet dağılımın oranlarına bakalım.
Kaynak: Wikipedia ve CreditSuises’in küresel servet raporu.
2008 milyarder sayısı 1125 kişi. Toplam varlığı 4,4 trilyon dolar.
2018 milyarder sayısı 2754 kişi. Toplam varlığı 9,2 trilyon dolar.
2010 yılı toplam hane halkının gelir piramidinin en üst dilimindeki %8’i 154 trilyon dolarla, toplam servetin %79,7’sine sahip.
2017 yılında bu oran %8,6’ya, 239 trilyon dolara ve %85,6’ya yükselmiş.
Serveti 10,000 doların altında olan, en alt dilim bahse konu değerlendirmelerde baz alınıyor. Meseleye bir de bu açıdan bakalım.
2010 yılı serveti 10,000 doların altında olan hane halkı toplam nüfusun %68,4’ünü oluşturuyor. 8,2 trilyon dolarla toplam servetin %4,2’sine sahip görünüyor.
2017 yılında bu kesimin hane halkı içindeki oranı, %70’e yükselirken, servetten aldıkları pay, 7,6 trilyon ile %2,7’ye gerilemiş.
Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız tüm bu dönemlerin sonunda, dünya ekonomileri negatif büyüme içinde olduğu; 2009’dan bu yana kişi başı gelir artışı ABD’de %5- Japonya’da %4,4 – Euro bölgesinde ise sadece %0,3 oranında gerçekleşmiş.
Görüldüğü gibi küresel borç krizinin başladığı 2008’den 2017’ye piyasalara aktarılan trilyon dolarlar dönüp dolaşıp en zenginlerin kasalarında toplanmış, en yoksullar daha da yoksullaşmıştır.
Türkiye’nin servet dağılımına da merakları gidermek için kısaca bakalım.
2016 verilerine göre, dünyadaki toplam servet 255 trilyon dolar. Günümüzde dünyanın toplam servetinde an büyük pay %33,2 ile ABD’ye ait. ABD’nin ülke serveti 84,7 trilyon dolar. Dünya servetinde Japonya’nın payı %9,4 (24 trilyon dolar) İngiltere’nin dünya servetindeki payı %5,5, Almanya’nın %4,9 ve Fransa’nın %4,7 oranlarında. Türkiye’nin ülke serveti 1 trilyon dolar. Dünya servetindeki payı binde 4 büyüklüğünde. Türkiye’nin servet varlığının nüfusa dağılımına bakarsak;
Türkiye nüfusunun %72,6’sının serveti 10 bin doların altında.
Dünya genelinde orta sınıf serveti olarak kabul edilen 10 bin ile 100 bin dolar arası servete sahip olanlar nüfusumuzun %25,4’ünü oluşturuyor.
Nüfusun %1,8’inin serveti 100 bin dolar ile 1 milyon dolar arası.
Nüfusun binde 1’i ise milyon doların üzerinde servete sahip. Verilerin ilginç yanı; Türkiye’de toplam servet düşüşü yaşanırken, dolar milyarderi sayısının 6 kişi artmış olmasıdır.
Türkiye’nin dolar milyarderi sayısını boş verelim. Para kimde? Parayı kimler harcıyor? Nüfusun kaçının cebinde para var? Ne kadar var. Bu bahse konu veriler objektif analiz açısından bir anlam ifade ediyor. Sorulacak soru: dünya ve Türkiye bu krizden çıkabilecek midir? Nasıl çıkacaktır? Cevap evet veya hayır ise; nedenlerle cevap vermek siyaset yapıcıların görevidir. Bizim böyle bir ahdimiz yok. Ama ne olacak acabalarla düşünmekten de beyin kıvrımlarımızı azat edemiyoruz.
Liberal siyasal iktisat felsefesin “yapısal reform” teoremleri neye, kime hizmet ediyor?
Önümüzdeki hafta açıklayacakları rapora dair konuşan IMF başkanı LAGARD, küresel tahminini düşüreceklerini belirtti. Dünya liderlerinin küresel ticaret sistemini yok etmek yerine, iyileştirmek, korumak ve topluma yarar sağlamak için birlikte çalışmaya çağırdı. “Bugün vereceğim önemli mesaj, riskleri iyi yönetmemiz, reformları hızlandırmamız ve çok yönlü sistemi modernize etmemiz gerektiğidir… bu risklerin bir bölümü gelişmeye ve küresel ekonomik büyümeyi daha dik yokuş haline getirmeye başladı” ifadelerini kullanıyor. (Basın haberleri/ 02.10.2018) bahse konu rapor 10.10.2018 tarihinde yayınlandı. Detaylarına girmiyoruz.)
Bu ifadeler ne söylüyor? Yaşanılan küresel krizin büyük bir buhrana doğru evrilmekte olduğunun çekenekli itirafı. LAGARD, biz tarladaki tınazı toplamaya çalışıyoruz, ama topraktaki ürün dağınık, bir türlü demet olmuyor. Diyor. Kapitalist sitemin genel yapısına baktığımızda, sistem kendi içinde kriz yaratan bir mekanizma taşıdığı reddedilemez bir gerçekliktir.
Ekonomik sistem, kendi içinde büyük ölçekli dönüşümlere girdiğinde bir süre sonra krize sürüklenmektedir. 1873’te başlayıp 1896 kadar devam eden “Uzun Depresyon”, merkantilizmden sanayi kapitalizmine geçişin sancıları sonucunda çıkmıştır. Ardından gelen sınai kapitalizminden finans kapitalizmine geçiş, emperyalizm aşaması. Ve yeni paylaşım savaşı. Ardında 1929 büyük buhranı.
Kapitalizm kendi içinde dönüşüp bir üst evresine geçtikten sonra krizlere girmiş, krizlerden çıkışın kuralları ve yapısal denetim mekanizmaları ise, hep kriz dip yaptıktan, tam çöküşten sonra gelmiştir. Neden böyle oluyor? Sorusu önemli ve haklı bir sorudur. Krizden çıkış, yapısal reformlar, kurallar, denetim mekanizmaları, devletin yeniden organizasyonu KEYNESYEN model olarak tanımlanan sistemde de sonradan gelmiştir.
2008 Küresel Krizi ise kapitalizmin Neo-Liberal küreselleşmesinin ardından gelmiş, yaşanan büyük dönüşüm; sermaye hareketlerinin serbest kalması ve bütün dünyanın tek bir oyun alanına dönmesi sonrasında ortaya çıkmıştır. Küresel liberalleşmeyi temellendiren “yapısal reformlar”, “kurallar” ve “denetim” masalları bu yeni dönüşüme ayak uyduramamış ve başıboş kalan sistem yine dünyayı saran ekonomik krize dönüşmüştür. Gidişat buhrana doğrudur. LANGARD yukarıdaki beyanatında çözüm bulalım diyor. 10 yılda buldukları çözümün alamet-i farikası yukarıda verdiğimiz istatistik ortada görülmektedir.
Siyasal iktisatçılar “bundan sonraki dönemlerde bu tür krizlerle karşılaşmamanın tek yolu, kuralları ve denetimi önceden dizayn etmekten geçiyor” diyor. Siyasal iktisat ekollerinin aralarında temel yöntemsel farklılıklar bulunsa da devlet-piyasa ilişkilerinin yeniden kurgulanması ve reforma tabi tutulması metodolojisi tüm ekollerin ortaklaştığı egemen düşüncedir. Amaç, kapitalist sistemi, yaşanan krizlerin üstesinden gelerek düze çıkarmaktır.
Günümüz dünyasının en revaçtaki siyasal iktisat ekolü “Kurum-salcı” ekoldür. (Bu ekolün de çeşitli kolları; Neo-liberal politikaları ciddi biçimde eleştiren kurum-salcılar, kapitalizmin geleceği açısından küreselleşmeye o kadar olumlu rol atfetmenin doğru olmadığını savunan Kurum-salcılar. vb. var.)
Kurum-salcılar, mealen “Piyasayı kısıtlayan müdahalelerde bulunan bir devletin yerine, piyasa ekonomisinin daha etkin sonuçlar vermesini sağlayıcı pozitif özellikler taşıyan; kurallar koyan, düzenleyici ve denetleyici kurumlar oluşturan bir devlet.” diyor. Devleti reformdan geçirme söylemi buradan geliyor. Peki nedir devlet?
Kurum-salcıların dillerindeki pelesenk varsa yoksa kurumdur. Kurum lafının üzerindeki örtü kaldırıldığında altından devlet çıkar. Devleti sınıf yapılanmalarından ve sınıf mücadelesinden bağımsız, soyut bir kavram olarak ele alamazsınız. Siyasal iktisatçıların literatüründe sınıf kavramı yoktur. Ekonominin ve toplumsal hayatın içinden iradi olarak çıkartılmıştır. Onların literatüründe var olan piyasa ekonomisi, serbest girişim ve sivil toplum kapitalizmin temel direkleri olarak sunulur.
Tabi ki bunların da bir devlet tasavvuru vardır. Liberallere göre devlet, bir defaya mahsus devrimci hareket ederek toplum sözleşmesiyle yeni düzeni kurduktan sonra birdenbire edilgenleşecek, küçülecek, mini minnacık olacak, gönüllü rütbe kaybını kabullenerek gece bekçiliğini üstlenecektir. Oysa bu hiçbir zaman gerçekleşmedi. Siyasal liberalizme en fazla yaklaşılan ülkelerde bile, devlet, devlet etrafında toplanan sınıf ittifaklarının müesses nizamıdır. Örtünün arkasında her daim hazır tam teçhizatla bekleyen bir canavar vardır. Demokrasi, özgürlükler, sınıf mücadeleleri, ekonomik ve sosyal hayata dair düzenlemeler karşısında kapitalizmin otoriter karakteri temel gerilim kaynağıdır. Burjuvazi ekonomik egemenliğini, siyasal iktidarını ve çıkarlarını; ulusal çıkarlar olarak formüle edip, içine ideolojilerini ve mevcudiyetinin devamını sağlayan ve koruyan organlarını yerli yerine oturtturduğu ve belli bir rıza temeline dayandırdığı ulusal devletle gerçekleştirir. Egemen sınıflar çıkarlarını ve varlığını ancak kendisini var eden verili sistem (kapitalizm) devam ettiği koşullarda sürdürebilir. Bu anlamda devleti ve devletleri bunlar herkesten daha iyi bilirler. Ama onu Leviathan yanına ihtiyaç duyulmayan zamanlarda soyutlamak ideolojilerinin düsturudur.
Çok mühimsenen iktisat, bilim filan değildir. Bir sosyo-siyasal disiplindir. Bu dalın kürsü ve sistem oluşturucu odakları, finans kapitalin yeryüzü kaynaklarını ve üretim-tüketim hareketlerinin yaratığı artı değer ve zenginlikleri; ekonometrik algoritmalar kurarak ve siyasal yapılar organize ederek soğrulmasına hizmet eden, kumarhane kapitalizmine üç kağıtçı yetiştiren bir disiplindir.
Türkiye 40 yıldır küresel kapitalizmin “yapısal reform” deneylerinin laboratuvarıdır.
Geçen 40 yıllık süreçte, IMF-DÜNYA BANKASI-OECD gibi dünya ekonomisine yön veren örgütlerin ana stratejisi kâh havuç, kâh sopa göstererek “yapısal” uyum paketleriyle, “reformlarla” devletlerin ekonomi ile ilişkilerinin yeniden tanımlanmasını, küresel finans kapitalin rantlarına açılmasını, piyasalara müdahale eden devlet yerine piyasa ekonomisinin etkin sonuçlar vermesini sağlayıcı devlete dönüştürmek olmuştur. Bu dönüşümlerin teorik yapısını oluşturma görevi siyasal iktisat ekollerinin temsilcileri tarafından kusursuzca ifa edilmiştir.
Bakalım Türkiye’nin yaşanmış son 40 yılına; devleti reformdan geçirme hikayesinin tefrikalarını görürüz.
Yapısal reformlar-1
24 0cak kararları. Getirisi: 12 Eylül faşist darbe diktatörlüğü, “serbest piyasa ekonomisine” geçişin ilk adımı.
Yapısal reformlar-2
Ön hazırlıkları 1983/32 sayılı karar ile başlayıp,1989 Türk Lirasının konvertible edilmesi. Getirisi: finansal sistemin ve para hareketlerinin liberalleştirilmesi. Uluslararası piyasalardan kurumların, serbest kişi ve şirketlerin borçlanabilmesinin serbest bırakılması.
6 Mart 1995 AB ile gümrük birliği protokolü ve girişi. Getirisi: Malların serbest dolaşımı ve yükümlülükler. Küresel kapitalizme entegrasyonda ilerleme.
Yapısal reformlar-4
2001 krizinin patlaması ve Derviş’in 15 günde 15 reform paketi ile devletin ve ekonominin yeniden yapılandırılması. Getirisi: küresel kapitalist sisteme tam entegrasyon.
Yapısal reformlar-5
Küresel sistemin projesi olarak çökertilen Türkiye’nin AKP’ ye sunulması, Laik Cumhuriyetin “ılımlı İslam” devletine dönüştürme denemesi.
Tüm türevlerinin içinde olduğu Neo-liberal siyasal iktisatçıların “yapısal reformlar” diye, “kurum”, “kurum” diye dillerinden düşürmedikleri; kamu yönetiminin yeniden yapılandırılması, maliye politikaları, finans, para ve döviz kuru rejimi, ne gerektiriyorsa yapılmıştır. BAĞIMSIZ MERKEZ BANKASI, BDDK, TMSF, SPDK, EPDK, SPK, vb. tüm kurumlar 30 yıldır var ve işliyor. 90 yıllık Cumhuriyetin doğal tekelleri ve stratejik ekonomik işletmeleri, limanları özelleştirilmiş, devlet küçültülmüş mini minnacık yapılmış. Doğru bir çeteleme yapmadan; kaç yapısal reform programı uygulanmış, kaç kısa, orta ve uzun vadeli program devreye alınmış, IMF ile kaç stand by anlaşması yapılmış, bu ülke büyük küçük kaç ekonomik kriz yaşanmış; düşünmeden, saymadan cevap vermek mümkün müdür?
Ekonomik-siyasi hareketlerinin çeşitli süreçlerinde ortaya çıkan sorunlu altüst oluşlarında (X) ülkesinde kurumların varlığı, düzenleyiciliği ve denetiminde devreye alınan “yapısal programlar ve reformlar” olumlu sonuç verirken; (Y) ülkesinde olumsuz sonuç verdiğinde mesele kurumlar üzerinden açıklanabilir mi? Türkiye yukarıda ifade ettiğimiz (Y) ülkesine örnektir. Sorun sistemseldir. Çözümü de sistemsel olmak zorundadır. Marksizm’in tarihsel materyalizmine determinist diyen zevat sen şimdi ne demiş oluyorsun diyenler olacaktır. Desinler, tartışırız. Kahrolsun KAPİTALİZM diyeceğim ama, biliyorum ki demekle kahrolmayacak, yok olmayacak.
Sonuç:
2008 de borç- borçluluk-ödeme sorunlarında yaşanan tıkanıklık nedeniyle patlayan vakıaya çözüm önlemi olarak, piyasalara yeni kredi pompalamaları çare getirmemiş, borç krizi 10 yılda küresel ekonomik krize dönüşmüştür. Kök nedeni kapitalizmin doğal karakteridir. Asya pasifik bölgesi üretim merkezlerinde üretilen kullanım değeri yüksek her tür emtianın tüketim pazarlarında kabul değeri bulması, eski merkezlerin ticari rekabet üstünlüklerini bitirdi. Bu yeni durum Kapitalist merkez ülkelerinin reel üretici sektörlerinde kârların düşmesini, fabrikaların kapanmasını, işsizliğin artmasını tetikledi. Sermaye hareketleri tedricen yavaşladı, küresel mal ve hizmet dolaşımı daraldı, ticaret savaşları patladı. Trump, “biz küreselleşme doktrinini reddediyoruz, yurtseverlik doktrinini benimsiyoruz” diyor. Bunun bir başka siyasi tezahürü Avrupa’da popülist yeni sağ akımların yükselmesidir. Bu yeni olgunun da kök nedeni: Küreselleşmenin getirdiği demografik hareketler, sığınmacı akınları ön görüntü olarak sunulsa da asıl neden işsizliğin artması, sosyal güvenlik haklarında yaşanan gerileme, birçok üretim sektöründe otomasyon-robotlaşma ve küresel ekonomilerdeki genel daralmadır. Gelecekte tüm Avrupa’da benzeri akımların etkinliği artacak, Almanya dahil tüm ülkelerde korumacılık trendi yükselecektir.
Küresel bu kriz büyük bir buhrana dönüşecek. Küresel emperyallerin jeopolitik stratejileri, etki alanlarını koruma, yenilerini kazanma mücadeleleri uluslararası gerilimleri artıracaktır.
Sıcak çatışmalı bir doğum küresel bir felaket olacaktır. Bırakalım büyük bir dünya savaşını, dünya enerji dağıtım yollarında 2-3 aylık bir tıkanma bile dünyada on milyonlarca insanın gıdaya, suya, ilaca ulaşamaması demektir. Ölmesi, telef olması demektir. Buradan büyük bir saygı ile andığım Mahir Çayan’ın “suni denge” teorisine şahsen katılmakla birlikte; bir dünya savaşının çıkma ihtimalini de yok saymamak gerekir.
Savaşlar çıkararak veya savaşsız; kapitalist sistem bu krizini de aşacaktır. Küreselleşmiş Kapitalizm tüm dünyada egemen sistemdir. Hala kendini yenileme yeteneğine ve yetkinliğine sahiptir. Geçmişinde iktidarı sınıf ve siyasi ittifaklarla paylaşma esnekliğini yaşamıştır. Mülkiyet egemenliğinin temel karakteri korunmak kaydıyla; öncelikle finansal ekonominin gerek ulusal gerekse uluslararası düzeyde topyekûn yeni kurallar bütünü içinde, sistemik olarak gözetimde tutulduğu bir sistem inşa edebilir. Siyasal arenada bu fikirleri savunanlar var. Bu konseptten kapitalizm sonuç alabilir. Öyle veya böyle kapitalizm bu krizinden de güçlenerek çıkacaktır.
Kapitalizmin büyük buhranı sanayi 4.0’ın üretim proseslerinde egemen unsur durumuna geldiğinde patlayacaktır. O zamana kadar mavi planetimizde solunacak temiz hava, içilecek temiz su, bizi doyuracak ürünü veren zehirlenmemiş toprak kalırsa; işçi sınıfı metal kardeşleriyle birlikte yeni bir dünyaya yol alacaktır.
Alternatif sistem (sosyalizm) eskinin bağrından doğarak işçi sınıfı ve diğer yönetilen sınıfların ittifakının yeni rejiminin, dünya üzerinde hiçbir gövertisi yoktur. Komünist önderlerin “sosyalizm her zamankinden daha yakın” ajitasyonları ve teorisyen Prof.ların “paradigmanın sonu”, “kapitalizm çürümüştür, artık kendini yenileme ve sürdürebilirliğini tüketmiştir” gibi jargonları üzerinden durum tespiti yapmak anlamsızdır. Devrimi öncüler yapmaz. Devrim alttan gelen bir harekettir. İradeden bağımsız gelişir. Öncüler içinde yer alır. Becerebilirlerse ancak iradi yön verebilirler. Bugünün sorunlarına çare olacak politikalar üretemeyen Marksistler, devrimci durumun oluşmasını bekliyorlar. Beklesinler, o da bir gün gelecek…
Bu kadar Nostradamus’ lük yeter. Gelecek yazı: Türkiye’nin krizleri üzerine olacaktır.
H. ÜNSAL
Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.
ahmet ışık 18.03.2020
Pkk'nın Yürütüğü "Bağımsızlıkçı Siyasi Mücadele" değil "Ayrılıkçı Siyasi Mücadeledir" Çünkü Bağımsızlıkçı Siyasi Mücadele Emperyalizme karşı verilir. Emperyalizmin silahı parası ve emir komutası altında değil.