AKP’ye oy ve sempati yağdıran paragöz sağlık çizgisi: Türk Tabipler Birliği..

AKP’ye oy ve sempati yağdıran paragöz sağlık çizgisi: Türk Tabipler Birliği..

Sağlıktaki onca ticarileşmeye, koruyucu hekimliğin giderek iyice boş geçilmesine, hastalansınlar gelsinler tedavi eder para kazanırız anlayışının tıpta kökleşmesine karşın, AKP yoksul halkın hoşuna gidecek birkaç düzenleme yapıyor, halkçı görünmeyi başarıyor. AKP sayesinde yaşam her geçen gün daha da sağlıksız hale geliyor, insan her geçen gün yozlaşıyor, AKP sayesinde para en temel değerleri her geçen yıl daha da çiğniyor. Buna karşın TTB’nin ve ona arka çıkan tüm sol partilerin çizgisi ne? Tam Gün Yasasına karşı: Muayenehaneme dokunma… Fahiş ilaç kullanımına karşı getirilen önleme: Reçeteme Dokunma… Doktor sayısı artırmaya karşı: Doktor sayısı artmasın... Özel üniversiteler pıtrak gibi açılsın, hiç ses çıkarma, yararlan. Özel hastaneler pıtrak gibi… Bir iki samimiyetsiz bildiri, sonra git oralarda yer kap.. Sağlık Bakanı, bu kadar yüksek oranda sezaryen olur mu, diye demeç veriyor.. Sezaryen bir haktır, diye cevap veriyor İstanbul Tabip Odası. Neyin hakkı… Her dalda aşırı teşhis, aşırı tedavi. Çok büyük paralar kazanılıyor, kimin sırtından, halkın sırtından, bizim sırtımızdan. Sağlık Bakanı olguyu çarpıtıyor: Çünkü toplumdaki, sağlıktaki tüm bu sistem ve düzenlemeler, artık 13 yıl oldu, tamamen kendilerinin eseridir. İstanbul Tabip Odası her zamanki gibi yalan ve yanlış bilgi veriyor. Çünkü sermayenin, paranın yanındadır. İşte aşağıda toplumcu sağlık anlayışımızı savunan Akif Akalın’dan iki yazı. Kısaltarak. Altında da İstanbul Tabip Odası’nın son bildirisi. Bilgi bizden, yorum sizden.


Teşhis Tedavinin Yarısıdır

Aslında “teşhis tedavinin yarısıdır” deyişi yalnızca tıbba özgü olmayıp, yaşamın bütün alanlarında sorunlara yaklaşım için geçerlidir. Herhangi bir sorunun çözümünde sorunun kaynağının doğru teşhis edilmesi, çözümün kilididir. Sorunun kaynağı yanlış belirlendiğinde, çözüme yönelik bütün çabalar, ne kadar iyi niyetli olursa olsun, boşa gidecektir. Belki de bu nedenle cehenneme giden yolların iyi niyet taşlarıyla döşeli olduğu söylenmiştir.

İYİ NİYET YETMEZ

Hangi tarzda örgütlenmiş olursa olsun, sağlık amaçlı örgütlenmelerin hepsinin “iyi niyetlerle” yola çıktığına kuşku yoktur. Ancak iyi niyet başarı ve sorunları çözümü için asla “yeterli” değildir. Başarı ve sorunun çözümü için iyi niyetin yanında mutlaka soruna “bilinçli” bir yaklaşım gereklidir.

Konu “sağlık” olduğunda, soruna “bilinçli” yaklaşım önünde birçok engel vardır. Bu engellerin başında sağlığa ve tıbba kapitalist toplumlarda yaygın olan “biyomedikal” yaklaşımın egemenliği gelir. Sağlık sorunlarını “biyolojiye” indirgeyen bu yaklaşım yalnızca sorunun kaynağını gizlemekle kalmaz, aynı zamanda çözüm önerilerini “tıbbi / teknolojik müdahalelerle” sınırlar.

Oysa sağlık sorunları doğası gereği “çok etmenlidir” ve bu etmenler içinde “sosyal” etmenler çok büyük bir yer işgal eder. Nitekim tıbbi / teknolojik müdahalelerin başarısızlığının ya da başarının sınırlı olmasının, hatta toplum içinde bilimsel tıbba güvenin azalmasının ve insanların sorunlarının çözümünü bilim dışı şarlatanlıklarda aramasının nedeni, bu müdahalelerin sosyal tedbirlerle desteklenmemesidir.

Dahası hiçbir tıbbi / teknolojik müdahaleye gerek kalmaksızın, yalnızca sosyal tedbirlerle çözülebilecek sağlık sorunlarının sayısı da az değildir. Örneğin yalnızca barınma, beslenme, güvenceli ve anlamlı istihdam ve eğitim gibi alanlarda iyileştirmelerle birçok sağlık sorunu tıbbi veya cerrahi müdahaleye gerek kalmadan ortadan kaldırılabilir veya yıkıcı etkileri hafifletilebilir.

MODERN YAŞAM DEĞİL, KÂR AMAÇLI ÜRETİM

Biyomedikal yaklaşımın sağlığın toplumsal belirleyicilerine yönelik tutumu, hastalıklara kaynaklık eden sosyal ve ekonomik koşulların “değiştirilemez” koşullar olarak kabul edilmesi biçimindedir. Kronik hastalıkların ve kanserlerin etiyolojisinde çok büyük bir yer tutan sosyal ve ekonomik koşulları “modern yaşam” olarak tanımlayan biyomedikal yaklaşım, bu koşulları eleştirmekle birlikte, sorunların çözümünde bu koşulların iyileştirilmesi yönünde hiçbir anlamlı öneri sun(a)mamaktadır.

Hastalıklara kaynaklık eden sosyal ve ekonomik koşulların “modern yaşamın” gerekleri olarak görülmesi, bir yandan bu koşulları üreten ve yeniden üreten mevcut toplumsal düzeni meşrulaştırırken, diğer yandan çözümleri “bireysel” yaşam tarzı değişiklikleriyle sınırlamaktadır. Biyomedikal yaklaşımın çözüm önerilerinin sigaranın bırakılması, sağlıklı beslenme veya egzersiz gibi önerilere sıkıştırılması aslında “mağduru suçlamaktan” başka bir anlam taşımamaktadır.

Oysa “modern yaşamın” ürünleri olarak tanımlanan sorunlar, “kâr amaçlı üretimin” başta geçimlerini emeklerini satarak sağlayanlar olmak üzere topluma dayattığı çalışma ve yaşam koşullarıdır. Örneğin kronik hastalıklar ve kanserlerin çoğundan sorumlu tutulan “hızlı yemek” modern yaşamın değil, kâr amaçlı üretim etkinliğinin sosyal bir sonucudur. İnsan hayatını kârın azamileştirilmesi doğrultusunda örgütleyen kapitalizm, insanların beslenmeleri için gerekli zamanı “çalmakta”, insanları ayaküstü beslenmeye zorlamaktadır.

Bu anlamda sabah kahvaltısını bir çay ve simitle,  öğle yemeğini bir hamburgerle geçiştirmek “modern yaşamın” değil, işverenlerin emekçilere dayattığı çalışma ve yaşam koşullarıdır. Mesai saatlerinin insanların beslenme gereksinimleri göz önüne alınarak tasarlanması veya sabah kahvaltılarının ve öğle yemeklerinin işyerinde sunulması birçok sağlık sorununun çözümünde kilit önemdedir. Şüphesiz bu beslenme konusunda tarladan sofraya alınabilecek onlarca sosyal tedbirden yalnızca biridir.

TOPLUMCU TIP MÜCADELESİ İDEOLOJİK MÜCADELEDİR

Görüldüğü gibi sağlık sorunlarının çözümünde “ideolojik” mücadele kritik önemdedir. Toplum ve sağlıkçılar arasında sağlığın ve hastalıkların belirleyicilerine ilişkin yanlış bilinçlenmenin önünde geçilebilmesi ve sağlık sorunlarının “gerçek” kaynaklarının ortaya konması, bu sorunların çözümü için iyi niyetlerle yola çıkan birçok insanın çabasının başarıya ulaşmasını sağlayacaktır.

Kuşkusuz bu alanda sağlıkçılara önemli görevler düşmektedir. Sağlıkçılar çoğu kez bilinçsiz olarak insanları sağlıklarıyla ilgili konularda yanlış yönlendirmektedir. Kendisine bir sağlık sorunu nedeniyle başvuran hastasına hastalığının “gerçek” nedenlerine ilişkin yeterli bilgi vermeyen, tedavi önerilerini yalnızca tıbbi – cerrahi müdahalelerle sınırlayan hekim, bireysel olarak toplumcu bir dünya görüşünü benimsiyor olsa dahi, hastalıklara kaynaklık eden sosyoekonomik düzenin kendisini hastasıyla ilişkisinde yeniden üretmesine hizmet etmektedir.

Aynı şekilde sağlık sorunları etrafında örgütlenen örgütler de, hastalık üreten sosyal ve ekonomik koşullar hakkında önce kendileri bilinçlenmeli, sonra hizmet sundukları toplumu bilinçlendirmelidir.  

Akif Akalın

 

Sağlığın Ticarileştirilmesine Karşı Eylem Günü

Geçtiğimiz hafta Belçika, Fransa, İspanya ve Yunanistan başta olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinde Sağlığın Ticarileştirilmesine Karşı Eylem Günü çerçevesinde Brüksel’de merkezi bir eylem örgütlenirken, diğer Avrupa şehirlerinde sağlık kurumlarında eylemler ve etkinlikler düzenlendi.

Brüksel’deki program sabah 10’da bir basın toplantısıyla başladı, 11 – 13 saatleri arasında Avrupa’da sağlığın ticarileştirilmesi ve buna karşı eylemler üzerine bir konferans düzenlendi ve konferansın ardından 14 – 16 saatleri arasında yürüyüş yapıldı.

KAMUNUN SAĞLIKTAN ÇEKİLME SÜRECİ

Sağlığın bir insan hakkı olarak görülmeye başlaması ve toplumun (kamunun) bireylerinin sağlıklarından sorumlu olması düşüncesi oldukça yeni bir düşüncedir. Tarih boyunca sağlık hizmetleri yalnızca egemen sınıflara (saraylara, soylulara ve orduya) hizmet sunacak şekilde örgütlenmiş, geniş halk yığınları bu hizmetlerden ancak ödeme güçleri ölçüsünde yararlanabilmişler, çoğu kez geleneksel yöntemlerle kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalmışlardır.

Sağlık hizmetlerinin “devlet” tarafından herkese eşit ve ücretsiz olarak sunulması düşüncesi tarihte ilk kez Avrupa’da 1848 Ayaklanmaları sürecinde ortaya çıkmış, Paris Komünü’nde kısmen yaşama geçirilmeye çalışılmış ve 19. yüzyılın sonlarında bütün işçi sınıfı partilerinin sağlık programlarına girmiştir. 1917 yılında kurulan ilk işçi devleti, iktidarının ilk günlerinde bu program çerçevesinde sağlık hizmetlerini sosyalleştirerek, Sovyet yurttaşlarının sağlığını bir devlet yükümlülüğü olarak kabul etmiştir.

Yirminci yüzyılın ortalarında dünyanın üçte birinde iktidara gelen emekçiler, sağlık hizmetlerini kendi ülkelerinde bir “devlet” hizmeti olarak örgütlerken, sermaye egemenliği altındaki ülkelerde işçi sınıfının mücadelesiyle bu alanda kısmi kazanımlar elde edilmiş ve başta İngiltere olmak üzere bir dizi kapitalist ülkede devlet sağlık alanında sorumluluk almak zorunda kalmıştır. Sağlığın neredeyse tamamen bir ticari etkinlik olarak örgütlendiği ABD dahi Medicare ve Medicaid gibi kamusal kurumlar örgütlemiştir. 

Yirminci yüzyılın sonuna doğru işçi sınıf hareketinin gerilemesi ve sosyalizmin çözülmesiyle birlikte sermaye hükumetleri emekçilere sağlık alanında vermek zorunda kaldıkları ödünleri geri almaya başlamışlar ve Dünya Bankası eliyle dünyaya “sağlık reformlarını” dayatmışlardır. Başlangıçta geri bıraktırılmış ülkelere dayatılan reformlar, giderek gelişmiş ülkelerde de uygulanmaya başlamış ve 21. yüzyılda dünya üzerinde Küba dışında yurttaşlarına sağlık hizmetlerini kamusal bir hizmet olarak sunan bir ülke kalmamıştır.   

Sağlık reformlarının ana teması devletin sağlık alanından çekilmesi ve sağlık hizmetlerinin piyasalaştırılması (sağlıkta piyasa mekanizmalarının egemen olması), ticarileştirilmesi (sağlığın ticaretin konusu haline getirilmesi), özelleştirilmesi ve kuralsızlaştırılmasıdır.

SALDIRININ BOYUTLARI

Mali sermaye, sanayi sermayesi ve uluslararası şirketler toplumların sağlık hakkına karşı küresel ve kapsamlı bir saldırı başlatmışlardır. Bu saldırının biçimi ülkeler arasında değişkenlik göstermekle birlikte esas olarak üç mekanizma üzerinden yürütülmektedir:

1. Toplumun temel gereksinimlerini karşılamak için gerekli kaynakların kısılması

2. Sağlığın özel sektöre (sigorta şirketleri, özel hastaneler vb) açılması ve kamu sağlık kurumlarının özel sektör mantığıyla işletilmesi

3. Dayanışma mekanizmalarına karşı risklerin bireyselleştirilmesinin öne çıkartılması.

Akif Akalın

 

Her iki yazı da Toplumcu Tıp Sayfaları ve www.sol.org.tr den alındı.

 

İstanbul Tabip Odası’nın Doğumda Sezaryen Yöntemi ile İlgili Açıklaması

Basına ve Kamuoyuna
Sağlık Bakanı sezaryen konulu açıklamasındaki hataları düzeltmelidir!

Sağlık Bakanı Dr. Recep Akdağ, "Suni bir algı ile entelektüel ortam oluşturup ihtiyaç yokken doğum yapacak bir kadını ameliyat ederek çocuğunu tabi yoldan doğurmasını engellemek bana göre bir insanlık suçudur. Malpraktis dediğimiz kötü hekimlik uygulamasıdır” dedi.

Dünya Sağlık Örgütü'nün sezaryenin toplam doğum içinde yüzde 15-20 civarında olmasını makul gördüğüne işaret eden Akdağ, şöyle devam etti: "Eğer bir ülkede bu oranların üstünde bir sezaryen var ise bunun anlamı, bazı sağlık kuruluşları, ekipler, sezaryeni gereksiz yere yapmaktadırlar. Türkiye'de maalesef sezaryen oranları yüzde 50'nin üstüne çıkmış durumdadır. Yani Dünya Sağlık Örgütü'nün yüzde 15-20'lerde, ihtiyaç içerisinde makul gördüğü sezaryenin yüzde 50'lerin üstüne çıkmış olması aslında Türkiye'de bu meselenin bazı sağlık kuruluşları ve ekipler tarafından istismar edildiğini gösteriyor.”

Hemen şunu belirtelim: Bir ülkede sezaryen oranının %10'un üstüne çıkmış olması, meselenin "bazı sağlık kuruluşları ve ekiplerce istismar edildiği” anlamına gelmez!

Dünya Sağlık Örgütü'nün %10 oranını açıkladığı bölümler okunursa o bölümde şu bilgilerin de yer aldığı görülür:

"Sezaryen oranının % 10'u bulması, çocuk ve anne ölüm oranlarında azalma sağlamaktadır. Bu oranın %10'u aşması bu oranları azaltmamaktadır. Ancak, hesaba alınan tek unsur ölüm oranları değildir. Hesaba katılması gereken diğer unsurlar; doğumda doğum kanalında fistüllerin oluşması (barsakla dölyolu arasında oluşan geçitler), doğum asfiksisi (bebeğin ciddi boyutta oksijensiz kalması), anne-bebek arasındaki ilişkiyi etkileyecek psikososyal durumlar, anne adayının psikolojik sağlığı vb”.

Dünya Sağlık Örgütü, doğumun yol açabileceği bu olumsuzluklar hesaba katılamadığından herhangi bir ülkede sezaryen oranının ne olması gerektiğini önermediğini açıklamaktadır.

Sayın Sağlık Bakanı, bu % 10 oranından, Dünya Sağlık Örgütü'nün çıkarmadığı sonuçları çıkarmakta ve sezaryen ameliyatını "Hamile kadını ameliyathaneye alıp narkoz verip karnını yarıp bebeğini çıkarmak ” şeklinde tanımlayarak, şu anda gebe olan kişilerin olası doğum tarzı olan sezaryenden gebelik boyunca korkmalarına, dehşete düşmelerine yol açabilecek bir yol izlemektedir.

Dünya Sağlık Örgütü'nün söz konusu açıklamasında, sezaryen seçiminde rol oynayabilecek unsurlar arasında yer alabileceğini bildirmediği ama memleketimiz için alabildiğine geçerli olan bazı nedenleri de biz açıklayalım:

1. Türkiye'nin herhangi bir hastanesinde, ilk doğumlarda yaklaşık 12 saat, ikinci ve sonraki doğumlarda diğerleri 6-8 saat süren doğumları sık sık izleyen, bazen bir kaç doğumu birden izlemek zorunda bulunan doğum uzmanları, bebek kalp sesinde ya da doğumun gidişinde bir aksama gördüklerinde, tehlikeyi gidermek için sezaryen yapmak isterler. Bu hem annenin, hem de bebeğin sağlığı için hekimin anneye önermesi gereken bir seçenektir. Doğumu gerçekleştirecek hekim gerekli gördüğünde, ülkemiz koşullarında ameliyathanelerin acilen ne sürede açılabileceğinin de hesaba katılması gerekir. Ülkemizde doğum uzmanları, ameliyathanelerin (ekibin toplanması, bir önceki ameliyatın bitirilip hazır hale getirilmesi vb. gerekliliklerle) 1 gün bazen daha uzun sürelerde hazırlanabildiğini bilirler.

Kadın doğum uzmanlarımız, yeryüzünde tüm hekimlik dalları arasında en çok arızanın (olumsuz sonuçlanmanın) doğumlarda gerçekleştiğini de bilirler.

Ve bu nedenlerle anneye ya da bebeğe ait en küçük bir olumsuzluk algıladıklarında dönülmez felaketlere sürüklenmek yerine sezaryeni tercih ederler.

Bu açıdan bakılınca Türkiye'de sezaryen oranının %10'dan fazla olmasının sebebinin, Sağlık Bakanı'nın iddia ettiği gibi hekimlerin "Para için, bilgisizlikten ve işini kolaylaştırdığını düşündüğü için” değil devlete ve özel sektöre bağlı hastanelerin çoğunda geçerli olan yetersizliklerden kaynaklandığını görmüş oluruz.

2.  Anne adaylarının -kendilerine doğum ve sezaryen konusunda en ayrıntılı ve gerçek bilgi verilmiş olsa bile- normal değil sezaryenle doğurmayı yeğlediklerine de sık rastlamaktayız. İnsan haklarına saygılı bir doğum uzmanı, bakanlığın ileri sürdüğü %10 oranının sağlanması için ya da herhangi bir başka gerekçeyle anne adayını istemediği halde normal doğum yapmaya zorlayamaz. Türkiye'nin de 2003'te yürürlüğe koyduğu Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Haysiyetinin Korunması Sözleşmesi'nde, "Biyoloji ve tıbbın uygulanmasında ayırım yapmadan herkesin bütünlüğüne ve diğer hak ve özgürlüklerine saygı gösterilmesini güvence altına alacakları, insanın menfaatleri ve refahının bilim veya toplumun menfaatlerinin üstünde tutulacağı” belirtilmiştir.

Demek ki, bizim, insanların bilinçli tercihlerine saygılı olduğumuz faktörünün de hesaba katılması gerekmektedir! 'Hastalık yoktur, hasta vardır' ilkemiz gereği her doğumun, her anne adayının ve her bebeğin kendi özel koşullarında sadece uluslararası standartlar ve mesleğimizin etik kuralları uyarınca değerlendirileceğini yeniden hatırlatmak isteriz.

Basına ve kamuoyuna saygıyla duyururuz.

Prof. Dr. Selçuk EREZ
İstanbul Tabip Odası Başkanı

Bizim Notumuz: Türkiye sezaryende Dünyada 1. Sırada. Her yüz doğumun 50.4’ü sezaryenle. Hollanda’da bu oran yüzde 15. Bizler doktorlar olarak gayet net biliyoruz ki, sezaryenlerin çok büyük çoğunluğu tıbbi gereklilik sonucu yapılmıyor. Sebepleri gayet nettir ki şunlardır: 1- Doktora daha çok kazandırması, 2- Doktorun ve gebenin daha iyi zamanlama yapabilmesi, 3- Gebenin o birkaç saatlik ağrıyı çekmek istememesi, 4- Estetik, psikolojik sorunlar.

Türkiye’de kadın doğum uzmanlarının çok büyük bölümü gebeyi sezaryene bilerek yönlendirmekte, seçenekler konusunda gebeyi yeterince bilgilendirmemektedir.

Oysa hastanın en temel insan haklarından biri bilgilenme hakkıdır, özgür karar verme hakkıdır. Sezaryen yapılan birçok gebenin seçme hakkı elinden alınmaktadır. Ayrıca aşırı teşhis, aşırı tedavi bir insan hakkı değil, insan hakkının ihlalidir.

Sağlık Bakanı olguyu çarpıtıyor: Çünkü toplumdaki, sağlıktaki tüm bu sistem ve düzenlemeler, artık 13 yıl oldu, tamamen kendilerinin eseridir.

İstanbul Tabip Odası her zamanki gibi yalan ve yanlış bilgi veriyor. Çünkü sermayenin, paranın yanındadır. 


  • Ç.

    Ç. 01.07.2016

    Sol Portal Hürriyet'ten almış haberi. Haberin linki: Editör notu: Yok, linki koyduk mu sayfa açılmıyor. Bakacağız çaresine.

  • Kaan Arslanoğlu

    Kaan Arslanoğlu 01.07.2016

    Verilen bazı linkler sayfayı açılmaz yapıyor. O yüzden sayın Ç'nin linkini önünü silerek verdik. Sol Portal TTB'nin ceza onayı haberini yayımlamış. Ayrıca bende sol portal'in haberleri açılıyor, ama sayfa aşağı kaymıyor, başlıktan başka şey okuyamıyorum. Başkalarında da var mı acaba bu?

  • Ç.

    Ç. 01.07.2016

    haber.sol.org.tr/toplum/canan- karatayin-cezasi- onaylandi- soylemleri-halk-sagligina-zarar-veriyor-160807

  • Mehmet Harma

    Mehmet Harma 19.06.2016

    Kütüphanemden uzak olduğum için kaynakları ve sayıları daha sonra belirteceğim ancak "Bizim notumuz" a şunu söyliyeyim ki dünyada en yüksek sezaryen oranı bizde değil, Dr. durduk yerde sezaryen yapmıyor (tıbbi sosyal nedenlerini yazacağım), sezaryenden daha çok kazandırıyor mu şüpheli ve farklı kurumlarda (özel-devlet-üniversite) çalışan Dr. farklı dinamiklere sahiptir konuşuruz bunu da. Saygılar.

  • Gül T.

    Gül T. 10.06.2016

    Sayın Kaan Arslanoğlu bana niye bağırıyorsunuz ki.Gelmiş buraya bildiklerimi okuduklarımı objektif ifade etmeye çalışıyorum.Tdk güvenilir değil zaten ama bu konularda güvenilir kaynaklar var.Eski Türkçeden yapılan araştırmalarda yeterli değil. Link: Verilen link sayfayı bozuyor. Üstelik bu link demin yanlış yere cevap yazdığımdan buraya verilmiş.(editör notu)

  • Kaan Arslanoğlu

    Kaan Arslanoğlu 10.06.2016

    Verdiğiniz link sayfayı bozdu, sitede soruna yol açtı. Nedenini bilmiyorum, ya çok uzundu? veya tüm yorum kutusunu neredeyse boşluksuz, kelime arası bile vermeden doldurduğunuz için sistem kabul etmedi. Bilemiyorum. Okunma kolaylığı açısından biraz boşluklara ve imlaya dikkat ederek yorum yazmak gerekiyor. Vallahi sizin bahsettiğiniz yöntemi biliyor muyum bilmiyor muyum ilgilenmiyorum. Biraz da somut gerçeklerle bu oryantalistler ilgilensin, bıktık bu alim geçinen geri zekalı batılı kafadan. Göktürk yazıtlarında geçen Kutadgu Biligde geçen sözcüklere bir bakın. Orada geçen birçok sözcüğe ki Türkçe oldukları yüzde bin beşyüz (kelime yapısı ve benzer kelime bağlantıları ile) bizim TDK'daki aklı evveller bile Farsça, Arapça, Fransızca kökenli diye yazmışlar. Bana bilimsel görünümlü aptallığı önermeyin kıtmetli Gül T, bu yaşımıza geldik, boğazımıza kadar geldi. Yeter artık. Yazarım okuyan okur, eğlenen eğlenir,... Dikkate alana alır, almayan almaz.

  • Hürriyet Yaşar

    Hürriyet Yaşar 10.06.2016

    Daha sonra fırsat bulduğumda yazmak isteğiyle, yazıdaki konulara ve genel olarak sağlığa korkusuz, hesapsız, çıkarsız yaklaşımları nedeniyle yazar Akif Akalın'ı da, insanbu.com'un yönetmeni Kaan Arslanoğlu'nu da kutluyorum. Yaşadığımız dönemde ne solcumuz solcu, ne ırkçımız ırkçı, ne müslümanımız müslüman, ne Kürtçümüz Kürtçü, ne edebiyatçımız edebiyatçı, ne gazetecimiz gazeteci... Kimin ne olduğu belli değil. Bu ortamda, sağlıkçımız da sağlıkçı değil. Savaşım gücü dileğiyle...

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.