Tıp Bu Değil
Kendimden Şüphe Etmeye Başladım

Artık kendimden şüphe etmeye başladım. Yıllardır yazıp, çizerim, hasbelkader bunlardan bir kısmını da kitaplaştırdım, bir süre öğretmenlik deneyimim de oldu; fakat sonunda anladım ki ben kendimi ifade etmeyi beceremiyorum.
Bu konuda gerçekten çok çalıştım. Geri bildirimlere göre ifademi değiştirdim, kullandığım sözcükleri değiştirdim, yazı tarzımı değiştirdim ama nafile. Bu kadar insanın anlama sorunu olamayacağına göre, demek ki benim anlatma sorunum var.
Öyleyse ne kendimi, ne de başkalarını yormamalı, yazmayı bırakmalı, artık değerli fikirlerimi kendime saklamalıyım diye düşünüyorum.
Diğer yandan hâlâ nerede hata yaptığımı anlayamamanın ıstırabı içinde olduğumu da belirtmeliyim. Bir yerlerde bir yanlış yapıyorum, fakat nerede?
Belki kendimi Türkçe olarak ifade edemiyorumdur diye düşünüp, İngilizce yazmayı da denedim. Yine olmadı. Artık pes ettim.
Dertli olduğumdan girizgâh uzun oldu, kusura bakmayın. Artık konuya gireyim.
Diyelim ki biri anneannesinden falanca otun kaynatılarak içilmesiyle, bilmem neresindeki ağrının geçtiğini öğrenmiş olsun. Hatta bunu kendisinde ve yakınlarında deneyip, başarılı sonuçlar alsın. Bu neyi ifade eder? Anneanne bilgisinin üstünlüğünü mü?
İşi büyütelim. Bu kez referansımız anneannemiz değil ayurveda (veya dilediğiniz bilimsel tıp dışı herhangi bir şey) olsun. Yine belli bir ayurvedik yöntemle birçok insanın falanca sorunu çözülüyor olsun. Bu neyi ifade eder? Ayurvedanın üstünlüğünü mü?
Örneğin bu deneyimlerden yola çıkarak, sağlık sorunu olanlara diplomalı hekimlere gitmeyin, anneannem veya ayurvedik hekim daha iyi diyebilir miyiz? Peki, anneannenizin veya ayurvedik hekimin bilgisi tamamen yararsız mı?
Burada sorun “bilgi” ile “bilim” arasındaki farkın kavranamamasıdır. Bir bilginin “bilimsel” bilgi haline gelebilmesi için “bilimin yöntemiyle” işlenmesi gerekir. Ancak bu sürecin sonunda bilimsel bilgi haline gelir. Aksi halde “inancın” konusu olur.
Bir bilgiye milyarlarca insanın “inanması” da o bilgiyi “bilimsel” kılmaz. Maalesef burada “demokrasi” kuralları işlemez. Acı ama gerçek bu…
O halde soruna nasıl yaklaşmalı? Bilimin yetersiz kaldığı durumlarda ne yapmalı? Bilim sorunları çözmekte ilk defa bugün yetersiz kalmıyor. Tarihte bunun çok sayıda örneği var.
Portekizliler 1500’lü yılların başlarında Hindistan’ın zenginliklerini sömürmek için bu ülkenin batı sahillerine yerleştiklerinde, başlarına hiç ummadıkları belalar açılmıştı: tropikal hastalıklar.
Portekizli “diplomalı” hekimler bu hastalıklar üzerine hiçbir şey bilmiyorlardı. Oysa Hindistan’da o dönemlerde de oldukça yaygın olan ayurveda, unani, siddha vb gibi uygulamalarla Hindistanlı geleneksel hekimler tropikal hastalıkları iyileştirebiliyorlardı. Bunun üzerine Portekiz şirketleri, Hindistan’daki işletmeleri için Portekizli hekimler yerine yerel iyileştiricileri istihdam etmeye başladılar.
Yerel iyileştiricilerin tropikal hastalıkları tedavi etmekte kullandıkları çok sayıda bitki vardı. Portekizliler sağlıklarını hiçbir bilimsel iddiaları olmayan Hintli yerel iyileştiricilere emanet ettiler; ama aynı zamanda bu tedavileri “belgelemeye” başladılar.
Oysa Hintlilerin yüzlerce yıldır böyle bir kaygıları olmamıştı. Tek dertleri hastalıklarının iyileştirilmesiydi, gerisi onları ilgilendirmiyordu. Hintli hekimler de kaynattıkları bitkinin insanlara “nasıl” iyi geldiğiyle ilgilenmiyorlardı. İyileştiricilik yetilerinin, kendilerine doğaüstü güçler tarafından sunulmuş bir armağan olduğunu düşünüyorlardı.
Böylece Hindistan’da yerel tıp, “sözel” kültürün ve inanç dünyasının bir parçası olarak kalırken, Portekiz’de “kitaplaşmaya” başladı ve bilimin alanına girdi.
Hint tıbbına ilişkin ilk kitap olan Suma Oriental, 1512 yılında Malacca’ya eczacı olarak gönderilen Toma Pire tarafından üç yılda yazıldı ve yayımlandı. Pire 1516 yılında Portekiz kralına gönderdiği bir mektupta, çeşitli hastalıklara iyi gelen bitkilerin Hindistan’ın hangi bölgelerinde yetiştirildiğini ayrıntılı olarak tarif ediyordu.
1534 yılında Hindistan’a gelen Portekizli hekim Garcia da Orta ise, Pire’nin “gözlemlerinin” ötesine geçerek, Hint tıbbı ile Portekiz (veya Avrupa) tıbbını sistematik olarak karşılaştırmaya başladı ve çalışmalarını 1563 yılında Coloquios dos simples e drogas da India başlıklı kitabında topladı.
1600’lü yıllarda Hindistan’da kullanılan tedaviler “inancın” bir parçası olmaya devam ederken, Portekiz’de ve Avrupa’da “bilimin” konusu haline geldi.
Bugün, örneğimizden 500 yıl sonra, yirmi birinci yüzyılda insanlık bu becerilerini yitirmiş görünüyor. Bunun nedeni günümüzde bilimin “sermayenin” hizmetine girmiş olmasıdır. Sermaye bilimi kendi gereksinimleri doğrultusunda örgütlüyor ve kullanıyor.
Yine tarihe gidelim. Bu kez daha yakına, çocukluk yıllarımıza. David Noble, Forces of Production başlıklı kitabında, “sayısal kontrolörlerin” (NC) tarihini anlatır. Amaç, tezgâhta el becerisi kullanan işçinin yaptığı işin algoritmaya dönüştürülmesi ve tezgahın otomasyonudur. Böylece el emeği asgariye inerken, üretim hızlanacaktır.
Bu alanda eşzamanlı olarak iki farklı teknoloji ortaya çıkar. Belirli bir davranışı kaydederek (record), yeniden oynatma (playback) esasına dayanan RP tezgâhı ve sayısal programlamayla (NC) çalışan takım tezgâhı. İkisi arasındaki fark, RP tezgâhın işçiye NC tezgâha göre daha fazla inisiyatif bırakmasıdır.
Sermaye bu iki teknoloji arasındaki seçimi kendi gereksinimleri doğrultusunda yaparak, RP tezgâh yerine NC tezgâhın geliştirilmesini desteklemiş ve bugün üretimde yaygın olarak kullanılan CNC tezgâhların önü açılmıştır.
Buradan günümüzde işçinin “niteliksizleşmesinin” aslında teknolojinin gelişmesinin bir sonucu değil, sermayenin işçiyi niteliksizleştiren teknolojiyi “tercih” etmesinin bir sonucu olduğu açıkça görülebilir. Oysa “toplumcu” bir işletmede, işçilerin de üretim süreci üzerinde söz ve karar sahibi olduğu koşullarda pekâlâ RP tezgahlar tercih edilebilirdi.
Şimdi ne yapmalı? İşçileri niteliksizleştirdiği için teknolojiyi mi sorgulamalı? Bütün sorunlardan teknolojiyi sorumlu tutup, teknolojiye düşman mı olmalı?
Olanlar var. Aynı “alternatif” tıp sevdalıları gibi. Hatta belki birini savunan, diğerini de savunuyordur; çünkü mantık aynı mantık.
Bir örnek de tıptan verelim. Hemofilus influenza tip B’ye karşı geliştirilen ilk aşı, ölü bakteri aşısıydı. Hastalıkla mücadelede yeterince etkili olmayan bu aşıya alternatif olarak ABD’deki ilaç şirketleri 1985 yılında HbPV polisakkarit aşıyı geliştirdi; ancak aşının 18 ay altı çocuklarda etkili olmayışı büyük bir handikaptı.
ABD şirketleri 1988 yılında hastalığa karşı bebeklerde de oldukça etkili bir konjuge aşı geliştirilmeyi başardı; fakat bu aşı çok pahalıydı. Dünyada bu aşıyla korunabilecek 2,2 milyon çocuk olduğu hesaplanırken, maliyet nedeniyle yalnızca 38 bin çocuk (yüzde 2’nin altında) aşılanabilmekteydi.
Aslında 1987 yılında Hollandalı bilim insanları, aşının “sentetik” olarak çok daha ucuza üretilebilmesinin mümkün olduğunu ortaya koymuştu, fakat ilaç şirketleri bu yeni teknolojiye, mevcut teknolojiye göre daha düşük maliyetle aşı üretilebileceği halde ilgi göstermemişlerdi. 1990’larda bazı üniversiteler ve laboratuvarlar sentetik bileşiklerle alternatif arayışına girmişler, ancak sermayeden destek bulamadıkları için deneylerin ötesine geçememişlerdi.
Daha ucuz bir alternatif arayışına giren Küba, 1989 yılında biri Finlay Enstitüsü’nde “bakteri kültürü” üzerinden, diğeri Havana Üniversitesi Sentetik Antijenler Laboratuvarı’nda (SAL) “kimyasal sentez” üzerinden olmak üzere iki paralel Hib aşısı geliştirme projesi başlattı.
Hib polisakkaridinin sentetik üretimi için daha sonra patente de ortak olan Ottawa Üniversitesi ile işbirliğine giden SAL, yeni geliştirdiği bir teknikle antijeni sanayi ölçeğinde üretmeyi başardı. Projenin geliştirilmesine Genetik Mühendisliği ve Biyoteknoloji Merkezi de katılmıştı. 2001 yılında SAL’daki sentetik ürün çalışması son klinik deney aşamasına gelince, Finlay Enstitüsü kendi projesine son verdi.
Aslında Küba da pekâlâ Finlay Enstitüsü’ndeki çalışmalarına devam ederek, ABD gibi pahalı bir konjuge aşı üretebilir ve bu aşının satışından iyi para kazanabilirdi, fakat Küba bunu “tercih” etmedi. Bunun yerine tercihini daha ucuza elde edebileceği aşıdan yana yaptı.
Küba’da klinik deneylerde başarı gösteren aşının, bireylerde uzun erimli koruyucu antikor titreleri oluşturduğu ve piyasadaki bakteriden Hib polisakkaridi elde edilerek üretilen muadillerinden üstün olduğu gösterildi. Sentetik kompleks karbonhidrat tabanlı aşılar daha ucuza mal edilmekteydi. Küba’nın Hib aşısı dünyada kimyasal olarak sentezlenmiş antijen temelli ilk insan aşısı oldu.
Quimi-Hib® adıyla ruhsat alan aşı Ocak 2004’te Küba sağlık sisteminin hizmetine sunuldu, daha sonra “yoksul ülkelere” ihraç edilmeye başlandı. 2005 yılında Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü (WIPO) tarafından altın madalyayla ödüllendirildi.
Meselenin özü budur. Ancak insanlar bunu görmeyi “tercih” etmiyorlar. Sorunların kaynağının bilimsel tıpta değil, bilimsel tıbbı tahakkümü altına alan sermaye olduğunu görmek istemiyorlar. Yıllardır yazdığımız gibi insanlar, mevcut düzende herhangi bir değişim öneren düşünceleri tartışmak yerine, düzen içinde “alternatif” aramayı tercih ediyorlar. Kimi gidip bir köye yerleşiyor, orada kendisine bir yaşam kuruyor, kimi yurtdışına kaçıyor, kimi de kendisini bizim gibilere laf yetiştirmekle avutuyor.
Akif Akalın
Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.
elif aslan 15.05.2017
Siteyi, yazıları takip ediyorum. Genel de yazılar büyük resme odaklı. Belki de uzmanlık alanimla alakalı. Küçük resim her zaman daha fazla ilgimi çekti. Bir ara istanbul'da özel bir vakfın yurt ve öğrenci evlerinden sorumluydum. Aynı zamanda mudirelik yapıyorum. Yurdun birinde sürekli hırsızlık oluyor. Diş macunu da calindi. Bir öğrencinin cizimlerinin olduğu lap top ta... Çaresiz hissettik bir ara. Her neyse sene sonunda hırsızı bulduk. Bulduktan sonra yurdun müdiresi ve belletmeni bir şey itiraf ettiler. O dönemde hırsızı yakalayabilmek için büyücü (!) tarzı birine gitmişler. Öylece kalakaldım. Sizin gibi egitimli, oturduğumuzda bir çok konuyu tartisabildigimiz kadınlardan bunu duymak ve cevap vermek bana zul olur dedim. Bazen bir olay insanı eşer eşer ve geriye ne kaldığına şaşar kalırsınız. "Umudu dürt, umutsuzluğu yatıştır" diyen şair mi haklı biz mi bilmiyorum:)
Özhan Özdil 11.05.2017
Söyledikleriniz, kuşkusuz doğru. Ne var ki, kapitalist kültürün kuşatması altında yaşayan ve bu nedenle sürekli yanlış bilgilerle yanlış bilinç edinen ve bir yandan da yaşamda kalmak için deneyebileceği her yolu denemek isteyen insanlara kapitalizmin ve toplumculuğun ne olduğunu anlatmak ne denli zorsa, sizin anlatmaya çalıştığınız konuyu anlatmak da o denli zor...
Neo Pal 11.05.2017
Akif Bey’in yazısında - Kaan Bey’in yorumunda yakındıkları durum .. bence; doğanın diyalektiğinin, evren ve insan yapısının bir gerçeğidir. Tıpkı demirin doğadan çok kolay elde edildiği için değersiz olduğu.. altının doğadan çok zor ve çok az elde edildiği için değerli olduğu gerçeği gibi ! Bunun tersi de diyalektik materyalizmdir. Çok kıymetli olan altın çok zor ve nadir elde edilir. Kıymetsiz, sıradan olan demir.. kolay ulaşılır. Bence bu durum gayet yerinde ve normaldir. Çok değerli, kaliteli, anlaşılması- çözülmesi güç olan fikirler, ürünler, şeyler; herkesin kolay ulaşacağı, şeyler değildir. Hatta bazen evrensel yapı; çok kıymetli şeyler herkese ulaşıp- ayağa düşmesin diye.. üstünü örter. Ben de bu durumu görüp; 2 yıl önce kendime göre bişeyler yazmıştım (:- https://nedim-pala.blogspot.com.tr/2016/02/kim-kime-neyi-nasl-nerde-ne-zaman.html
kaan arslanoğlu 11.05.2017
Hayır Akifcim, senin anlatma yeteneğinde sorun yok. İnsan böyle. Anlamazlar. 1- Senin ideallerini ve bilimsel yaklaşımını kavrayacak zeka düzeyi insanda yok. 2- Böyle bir karakterleri de yok. Onlara senin gibi on kişi on ayrı ders verse bir puştun iki lafını ona yeğlerler. 3- Ve bu ne yazık ki benim duygusal tepkim değil, bilimsel gerçek. Bakınız: Evrimci Açıdan Din Psikoloji Siyaset kitabı. Saygılar.