TIMARHANE --ABDÜLHAMİD’İN KORKUSU

TIMARHANE --ABDÜLHAMİD’İN KORKUSU

Değerli dostlar bu hafta, kuruluşunun 50. yılı nedeniyle yayımlanan bir kitapla, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin geçmiş yıllarına kısa bir gezinti yapacağız. Önce kitaptan bahsedeyim. Kuşe kâğıda basılı kitabın kaç sayfa olduğunu bilmiyorum çünkü 144. sayfadan sonra numara yok, göz kararı, 350-400 arası olsa gerek. İç kapağında, sahibi Dr. Yener Kantarcıoğlu’nun adı soyadı, düştüğü 1.1.1978 tarihi ve attığı imzası var. Basım yerinin İstanbul Matbaa Meslek Lisesi olduğunu arka kapak içindeki teşekkür yazısından anlıyoruz.

Kurulduğu semt olan Bakırköy adıyla anılan bu hastane, 17 Haziran 1927’de açılmış. Demek ki kitap 1977 baskısı ve yine demek ki Bakırköy kurulalı 90 yıl olmuş. Az değil.

Alıntılar yapacağım yazıların ilki, Başhekim Dr. Faruk Bayülkem’e ait;

Bütün çalışmalarımızda basın ve yayın organlarından yararlandığımız takdirde ruh sağlığı konusuna ilgiyi daha kolaylıkla çekebileceğimize inanıyorduk. Bu nedenle evvela İstanbul Gazeteciler Derneği Başkanı büyük üstad Burhan Felek beyefendiyi 1960 da makamında ziyaret ettim. Ruh hastalarının da kalp, akciğer ve şeker hastaları gibi teşhis ve tedavi edilebildiklerini, (Deli) , (Tımarhane) deyimlerinin başta bizler olmak üzere hastaları ve ailelerini kırdığını, üzdüğünü, akıl hastalarıyle ilgili haberlerin toplumu ürkütmeyecek, ruh sağlıklarını bozmayacak şekilde yayınlanmasının yararlı olacağını anlattım sayın üstad beni sabırla dinledi. Hak verdi. Beklediğimden daha fazlasını yaptı. Minnettar ve müteşekkirim. Evvelce gazetelerin 1. Sayfalarında ve büyük manşetlerle yayınlanan (Dikkat : Tımarhaneden azılı ve tehlikeli bir deli kaçtı, aramızda dolaşıyor) haberleri (İzinsiz ayrılan bir ruh hastası tekrar akıl hastanesine yatırıldı) şeklinde topluma duyurulmaya başlandı. Aynı ilgi ve yardımı TRT’mizden de gördük. Ruh hastaları bu sayede Türk toplumunda lâyık olduğu yeri buldu.”

İkinci yazı, Bakırköy’ün kuruluşunda büyük emekleri geçen efsanevî isim Ord. Prof. Dr. Mazhar Osman Uzman’dan;

Tımarhaneden Emrazı Akliye ve Asabiye Hastanesi Doğru (*)

Akıl hastalıkları tarihin pek eski devirlerinde bile hekimlerin dikkatini celbetmiş, sebep ve çaresi hakkında herkes kendi mezhep ve meşrebince bir şey söylemek istemiştir. Beşer ilk gününden beri insanlarda tapacak iki harika bulmuştur : Güzellik, Zekâ… beşer tarihinde bu ikisinin oynadığı rolü biliriz. Güzellik ne kadar füsunkâr ve sahir bir kuvvet olursa olsun saltanatı sekiz on sene süren bir hükûmdarlıktır; halbuki zekâ bir çok defa yarım asırdan fazla hâkim olasn bir kuvvet, günden güne yükselen bir meziyettir. Vakıa insanlar ezelden beri kuvvete tapar, lâkin o kuvvet şuurla beraber olursa bir şeye yarar. Zekâsız kuvvetler bir olimpiyat meydanında, muhasımı buğa olan bir mücadelede bile yalnız başına bir şey yapamaz. Hüsnün zekâ ile beraber olduğu vak’alar tarih için büsbütün tehlikeli olmuştur. Zaten, zekâ en çirkine bile bir cazibe verir. Halbuki en güzel sima aptal bir beynin altında manasız, cazibesiz, hatta merhamete layıktır. Ne müstesna güzellerin aklını kaybettikten birkaç sene sonra görenlerin derin teessür ve merhametini celbedecek simanın değiştiğini, güzelliğini kaybettiğini gördük.

İnsanın midesinin, karaciğerinin, böbreğinin ızdırabından kendi müteessirdir, insanlığından hiçbir şey kaybetmez, ölünceye kadar sözü, sohbeti dinlenir, kendini ve başkalarını idare edecek haldedir. Halbuki akıl hastası öyle mi? kusuru daha ilk adımda meydana çıkar. Şahsiyet adeta değişir, mizacı, zekâsı, seciyesi her şey’i… dimağda mı nerede olduğu anlaşılmayan bir arızanın aklı başında, sözüne ve işine hâkim bir adamın, bir dakikada bir çocuk kadar saf oluverişi, seciyelerini pek az zamanda kaybedişi yeniden huylar kazanışı, kısa tabirle, delilik ilk zamandanberi, diğer hastalıklarla bir tutulmamış. Bunda perilerin, cinlerin, şeytanların, muhafız meleklerin, gazebe gelen ilâhların rolü olduğu düşünülmüş… Ta İpokrat zamanından bugüne kadar şifa hekimlerden ziyade hocalardan, sihirbazlardan umulmuştur; Seririyatlardan, laboratuarlardan değil, remilerden, büyülerden beklenilmiştir; deliler, sinirliler senelerce, asırlarca hekimlerden ziyade papaslar ve hocalar tarafından tedavi edilmiştir. Halâ bile sinir hekiminin yalnız başına tedavi ettiği sinir hastaları pek nadirdir; tabibi müşavirlermz bzden daha gözde ve daha marfetli hocalar, papaslardır. Daha en maruflarımızın muyenehaneleri bu yadigârların örümcekli dükkânları kadar ziyaret edilmiyor. Hâlâ deliren, bilhassa şarkta hastaneye değil, dağ tepesinde bir manastıra kapatılıyor, bir papasın eline bırakılıyor. Bu her devirde her yerde böyle idi, bizde hâlâ devam ediyor; Halâ delilerin iyi olması için nefesten, tükrükten sulardan, büyülenmiş gömleklerden medet bekleniyor; İlaçlar, seromlar, aşılar vız geliyor.

Delilik de bir hastalıktır; zatürree gibi sarılık gibi, apandisit gibi bir hastalıktır. Nasıl birinde akciğer iltihaplanmıştır, ö yüzden göğüs ağrır, güçlükle nefes alır, kanlı, kirli balgam çıkarır, ateşler içinde yanar. Nasıl sarılık karaciğerin bir nezlesidir, safra yolu nezle ile kapandığı için safra tamamen bağırsaklara dökülemez, kana geçer. Nasıl ki apandisit kör bağırsağın iltihabıdır, karnın sağ ve aşağı köşesinde şiddetli bir ağrı, yükselen hararetle kendini gösterir. Zekâ ve seciye makarrı olan beyin rahatsızlığından insan doğru düşünemez, huyunu değiştirir : Meselâ çok neş’eli veya çok kederli, çok cesur veya çok korkak, çok cömert veya tamahkâr olur. Bunların perile, cin ile münasebeti yok; dimağ hasta… bunlar da ne adakla, nefesle, ne büyü ile olur, ne de yoluna gelir. Hastaya bakmak hekim işi olduğu gibi mecnunları iyi etmek, hekimin vazifesidir.

Deliliğin diğer hastalıklardan başka tarzda düşünüş, hekimlerden değil hocalardan, papaslardan, şeyhlerden, sihirbazlardan yardım bekleyiş en budala kafaların, en ham beyinlerin işidir. Nasıl duâ ile teyyare uçmuyor, sihirle gemiler yürümüyorsa, hastalıklar da onlar gibidir; dünyaya hâkim olan ancak fendir; bugün fen sırf görgü ve bilgiye dayanarak diyorki ; delilik beynin dış kıt.’asında, kabuğunda, bilhassa beyin alna uygun yerinde bulunan hücrelerin bozulmasıdır. Bunu düzeltecek yine hekimliktir.

Delilik hakkında batıl itikatlar her devirde mevcuttu; Orta devirde Avrupada delileri şeytanın esiri, Allahın gazabına uğramış mahlûk telâkki ederler; panayır yerinde kafes içinde ehliye teşhire müsaade edilir, büyük, küçük bir halk kalabalığı dil çıkararak deynekle iterek biçöare hastayı kızdırır ve kızdığını görerek eğlenirdi; hatta parlemento karariyle bu biçareler ateşe atılır ve bu suretle günahlardan sıyrılarak temizlenirlerdi. Halbuki şarkta hususile müslüman memleketlerinde mecnunlara karşı oldum olası pek çok şefkat vardır; hayır sahipleri büyük cami yaptırırken yanlarına fakirleri beslemek için bir imaret, ulûm ve funun okutmak için bir medresecik, bir de hastane veya timarhanecilik yaptırıyorlardı. Eskiden İstanbulda on iki camide küçük birer timarhanecik vardı; bunların en büyüğü Süleymaniye idi; Hastasının mikdarı da mahdut : elli idi. Bimarhanede hastaları eğlendirmek için ara sıra ince saz takımı getirilir, senede bir defa bir küfre kadar üzüm gönderilirdi, hatta bir hayır sahibi hastaların yemeği için bir küçük maydanos tarlası bile vakf etmiştir.

Son birkaç yüz senede büsbütün tereddiye uğrayan timarahaneciliğimiz gerek inkılâbın bidayetinde, gerek umumî harp mütarekesinde yüz kızartacak dereceye inmişti. Malûm ya, Sultan Hamit zamanında deli, mecnun, darüşşifa, cinnet, ihtilâli şuur gibi kelimeler yasaktı. Tababeti ruhiye kitabım meşrutiyet ilân olunur olunmaz basılmağa verildi. Muallim muavinliği için müsabaka imtihanına girmiştim, tahririsinde bu gibi memnun kelimeleri kullanmamağa dikkat etmekliğim sıkı sıkı tenbih edilmişti; hatta mektepten çıktıktan beş sene sonraya kadar doktor tabelâlarında sinir hakimlerinin ihtisas ünvanı, emrazı dimağiye ve asabiye mütehassısı idi. Sultan Muradın cinneti mes’elesi padişahı otuz beş sene bir kâbus gibi, bir «idée obsédante» gibi iz’aç etti durdu; onu hatırlatacak her kelimeden kuşkulanırdı. Hele ihtilâli şuur kelimesi büsbütün turfa idi, hem ihtilâl hem şuur. Delinin iyi olabildiğinden iyileştiğinden bahsedlmezdi, çünki maâzallah Sultan Muradın da iyileşmesi hatıra gelebilirdi… Tabiî böyle bir devirde bimarhanenin ne halde olabileceği tahmin olunabilir.

Fransada şifahanelere girerek delilerin zincirlerini çözen hekim Pinel dir; bizde de baş hekim «Monceri pére»le başlamıştır. Sultan Hamit zamanında bimarhanenin hali bütün manasile berbattı…

B uberbatlığı göstermemek için dışarıdan kimsenin ziyaretine müsaade edilemezdi. Meselâ tâ Münihten buraya kadar Türk timarhanesi görmek, şark delilerinde etüt yapmak isteyen profesör Kraeplin’e kapın açılmadı. Tıbbiyede hocalık ederken nazarî bilgilerimi biraz amelileştirmek için müracaatım da reddeolunmuştu. Nihayet Dayke paşanın müdahalesile bu müsaâde pek mahdut sahada olmak üzere bahşedilmişti. Erbabı fenne bu kadar sıkı sıkı kapalı iken Üsküdar ahalisinde müesseseyi gezmeyen kimse kalmamıştı, o da ayrı bahs!.. Meşrutiyette maişet ve nezafetine az çok bakılmak istenilen Toptaşı umumî harpte büsbütün ihmal edildi. Mütareke zamanında ser tababeti bana fahri olarak tevcih edildiği vakit hasta olarak üç yüz kadar canlı cenaze tesellüm atim; ne kryolaları, ne yorganları vardı; çırıl çıplak, uyuz ve bit sayısız, açlıktan kımıldamağa mecali kalmamış, kendi pisliklerinin içinde istirahat eden biçare hastaları o halde gördüğümüz vakit arkadaşlarımızla beraber göz yaşlarımızı güç zaptedebilmiştik…

Fen muhabbeti, san’at aşkı, gençlik kanı bir haftada o cehennem zindanını nurlandırmış, o gün toptaşının yüzü gülmüştü. Dışarısı bile birinci defa beyaz badalanmış, içerisi ter temiz olmuş, bitten uyuzdan eser kalmamıştı; bugün her biri üstat derecesine yükselen o mini mini gençler meşhur Toptaşının tarihinde hayır ile anılacaktır; Şükrü Hazım, Ahmet Şükrü, İhsan Şükrü, Talha Münir, Kemal Osman, daha sonra Necati Kemal, Fahreddin Kerim, Aptülkadir Cahit, Hakkı Ubeydullah, İsmail Ziya, Fahri Celâl…ilah… Gençlerin can ve gönülden sarıldıkları bu işi tali çok gördü, bir müddet sonra eksi rejim avdet etti. Lâkin bu rücu memleketin hayrına oldu. Açıkta kalan gençlerin çoğu (Şükrü Hazım, Ahmet Şükrü, İhsan Şükrü, Fahreddin Kerim, Aptülkadir Cahit, Necati Kemal, Hüseyin Kenan, İsmail Ziya) Almanyaya, daha sonra Cevat Zekâi, Fahri Celâl, İzzettin Şadan, Osman Cevdet, Talât, Ekrem Fransaya gittiler. Asabiye ve akliyenin muhtelif şubelerinde bu suretle cidden mütehassız gençler yetişti. Toptaşı Hamidin evhamile beraber tarihe gömüldü, yeniden hortlamaması için tütün deposu yapıldı. Kalın rutubetli duvarlarının içinde insanları çürütüldü, şimdi tütünleri kuruluktan ve güneşten koruyor, müfit oluyor… Cumhuriyet, san’atına dört elle sarılan gençlere daha ilk günde büyük mükâfatını verdi, iptida iş başına çağrıldı, sonra da Toptaşıyı kapadı. Bakırköyünde bin dönüm arazi içinde yapılmış Reşadiye kışlalarını bimarhane olmak üzere ellerine teslim etti. Artık Toptaşı bimarhanesi, yok, Bakırköyünde Emraz akliye ve asabiye hastanesi var…”

(*) 1933 Sıhhat Almanaklı’dan


  • Kaan Arslanoğlu

    Kaan Arslanoğlu 06.06.2017

    Çok teşekkürler yine. Hastanemin tarihiyle ilgili güzel bir hatırlatma. Mazhar Osman'ın yazısı hem içerik hem mizahi üslubu açısından güzel. Güzel yillarim oldu bu hastanede. Çok şey öğrendim. Bahçesi her şeyi müthişti.

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.