Aşırı Yapılaşma ve Salt Kâr-İstihdam Amaçlı Sanayileşmenin Sağlımıza Verdiği Zararlar ve Diyabet Oranındaki Artışla İlişkisi

Aşırı Yapılaşma ve Salt Kâr-İstihdam Amaçlı Sanayileşmenin Sağlımıza Verdiği Zararlar ve Diyabet Oranındaki Artışla İlişkisi

Aşırı yapılaşma, kişi başına düşen doğal alanı azaltarak sağlığımızı bozuyor. Denetimsiz, hatta teşvik edilen hızlı nüfus artışı elbette yapılaşmaya gereksinimi kaçınılmaz olarak artırıyor. Ancak gerçek gereksinimle, gereksinimin kötüye kullanımı arasındaki ince çizgiyi kaçırmamak için, aşağıdaki ölçütler yol gösterici olabilir.

Kent, kasaba ve köylerdeki konut, işyeri ve sosyal-kamusal yapılar için:

Mevcut kullanılan, terk edilen, yıkılan veya yeni inşa edilen konut, işyeri ve sosyal-kamusal yapıların birbirine oranları (düşünmeden çok inşaat yapılıp hızlı yenilenmesi, terk edilen yapıların çokluğu, vb.)

Bu yapıların sayısının bunları kullanan nüfusa oranı (genel nüfusa değil) (bir ailenin veya kişinin gereksiz sayıda ve genelde boş duran konutlara sahip olması).

Bu yapıların işlevsel olmayan parçalarının oranları (aynı yüzölçümünü elde etmek için ne kadar beton kullanılmış, duvar, tavan, mimari unsurların hacimleri, vb.) (Örneğin bir tatil köyünün plaj barı minimalist ve doğal malzemeden, diğerininki güvenlik gerekçesi olmadan tonlarca betondan oluşabiliyor, aynı şey şehirdeki gereksiz gösterişli binalar için de geçerli.)

Kullanılan yüzölçümünün kullanan nüfusa oranı (genel nüfusa değil). (Konutların kullanan kişi sayısına göre gereksiz ölçüde büyük olması).

Yapıların genel silueti, birbirine yakınlığı, yapımı sırasında kullanılan ana madde, su ve enerjinin kullanım oranı, elde ediliş yeri, yolu yönünden toplumsal yönden maliyet etkinliği. Örneğin daha fazla yeşil alan bırakmak için gökdelen türü yapılaşma akılcı olabilir, ancak bunların sayısının az ve birbirinden yeterince uzak olması gereklidir; oysa İstanbul’da, birçok bölgede, sayısız gökdelenin yan yana duvar oluşturduğunu görüyoruz. Diğer yandan taş ve kumun ucuz elde edilmesi için en güzel ve herkesin gözü önündeki doğa parçalarındaki yeşil örtü katlediliyor, tepeler yok ediliyor! Yeraltı suları hoyratça bitiriliyor, artan elektrik gereksinimi için HES’lerle doğa katliamı yapılıyor, sınırsız miktarda atık kıyılara veya akarsu yataklarına dökülüyor...

Sanayi için:

Öncelikle yapay tüketim gereksinimi pompalanıyor. Kişisel tüketim teşvik edilerek, o üretimin zorunlu olduğuna bireyler inandırılıyor. Giyimden ev eşyasına, elektroniğe, oyuncağa kadar…

Fabrikalar yerleşim yerlerine yakın, deniz veya akarsuya yakın, atıkları denetimsiz. Gözlerden uzak ve bitki örtüsünden fakir birçok alan boş dururken, en gözde yerlere ve yaşam alanlarına yakın, fabrikalar kuruluyor.

Aşırı ulaşım, aşırı yol:

Aynı güzergâhta birbiriyle neredeyse değerek giden eski, orta, yeni kuşak yollar oluşuyor. Köprüler, merdivenler, kestirme yollar insanın kolaycı yanını tahrik ediyor. Ama trafik bir türlü rahatlamıyor. Çünkü her yeni olanak yeni düşüncesiz girişimleri teşvik ediyor, her gün trafiğe yeni üretim binlerce araç çıkartılıyor… İnsanın doğası mı bu? Uluslararası kapitalist şirketlerin “ekonomik büyüme ve istihdam artırma” yalanının ardına saklamaya çalıştıkları para hırsından mı?

BU ÜÇ ANA GRUPTAKİ YAPILAŞMANIN İNSAN SAĞLIĞINA ZARARLARI NELER?

Artan çevre sıcaklığı.

Yapılaşma nedeniyle hava, rüzgâr hareketlerinin azalması.

Klima, elektrikli ve elektronik ev eşyaları ve diğer aygıtların, trafiğin, insan yoğunluğunun artması.

Azalan oksijen döngüsü.

Azalan güneş maruziyeti.

Azalan hareket.

Artan virüsler.

Artan hijyen alışkanlıkları.

Gereksiz dezenfektan, deterjan, paketleme malzemesi kullanımı.

Artan stres

Trafik

Elektromanyetik ve radyasyon yükü.

Azalan sosyal ilişkiler.

Azalan doğa (hayvan, toprak, bitki) etkileşimi.

Potansiyel deprem ve sel riskinin yarattığı...

Azalan tarımsal üretim.

Elektromanyetik yük, yüksek gerilim ve baz istasyonları.

Artan çevre kirliliği.

Toz kirliliği.

Plastik ve benzeri atıklar.

Radyoaktif maddeler.

Hava, toprak ve suya karışan toksik maddeler.

Şimdi yukarıdaki maddeleştirdiğimiz konuları günlük yaşamımızdan bir kesitle örneklendirelim. İşe bir insanın ilk oluşumundan başlayalım. Bir erkek ve bir kadın cinsel ilişkiye girer. Sperm bir ovumu döllerse yeni bir yaşam başlar. Bu sperm ve ovumdaki DNA’ların içerdiği genler, başta radyasyon olmak üzere çeşitli zararlı etkenlerle mutasyona uğramış olabilir veya yanlış beslenme ve yaşam alışkanlıkları nedeniyle, epigenetik dediğimiz, genlerin metilasyonuyla ilgili, gelecek kuşaklara aktarılabilen değişiklikler oluşabilir. Döllenmiş yumurta bölünerek embrio ve giderek fetüsü oluşturur. Annenin aldığı ilaçlar ve zararlı maddeler, maruz kaldığı çevre kirliliği, stres, yanlış beslenme, en başta da fazla karbonhidrat tüketimi ve düşük omega-3 alımı, fetusta, hem kafa ve gövde kemiklerinde kalıcı yapısal bozukluklara, hem diğer organlardaki çeşitli bozukluklara, hem de başta bağışıklık sistemi olmak üzere birçok sistemde işlevsel bozukluklara yol açabilir. Modern kuşaklarda kafanın iki yanlardan daha basık, kafa kemiklerinin daha ince, yüzün daha santralize, çenenin daha küçük, diş arkının daha dar, burun, sinüs, kulak, gırtlak boşluklarının daha küçük, pelvisin daha dar olduğu, bunun da karbonhidrat tüketimiyle paralellik gösterdiğini Dr. Weston Price başta olmak üzere kanıtlayan bilim insanları var.

Çocuk doğdu, büyük olasılıkla sezaryen doğumla… Annenin fazla karbonhidrat tüketimine paralel olarak, ya fazla ya eksik tartılı olma ihtimali de var. Sezaryenle doğduysa veya normal doğum bile olsa, annenin mikrobiyotası (bağırsak florası) bozuksa, kendi mikrobiyotası da bozuk olacak. Bu da hem besinlerdeki zararlı antijenlerin doğrudan kanına geçmesine, hem de bağırsağın diğer bağışıklık işlevlerini doğru yapmamasına neden oluşturacak. Anne ya sezaryen veya başka nedenlerle emzirmeyecek veya kısa zamanda günde iki-üç saatini trafikte geçirdiği işine başladığından, kısa süre emzirecek. Zaten stres içinde bulunduğu ve yanlış beslendiği için, sütü de çocukta gaz, beslenme yetersizliği gibi durumlara yol açıyor. Ayrıca o ekran ve mobil telefon dolu, camları karşı binalara bakan, önünden caddeler geçen evde herkes gergin olduğu için, emzirme de çok bir şeye benzemiyor.

Sonra hazır mamalar, ultrapastörize inek sütü, bebe bisküvisi, bayat sebzeler, ayçiçek ve margarin yağları ile tanışma. Biberonlar ve eve alınan sulara kadar da her yerde bisfenol A. Ama aile bebeğine sızma zeytinyağı vermeyi yeğleyebilir, şimdilik… Sanayi ve teknoloji bakanımız zeytin yasası komisyondan sekiz kere de dönse, azmiyle dokuzuncuda yasayı geçirinceye kadar… Bir yandan annemiz çok hijyenik! Bebeğin ağzını her mamadan, altını her kakadan sonra ıslak mendille temizliyor, yerleri çamaşır sularıyla mikroplardan arındırıyor.

Burada bir parantez açalım: Aşırı hijyen en az iki yönden zararlı, birincisi kullanılan kimyasalların direkt zararı, ikincisi mikroplarla uyarılmayan bağışıklık sisteminin aşırı alerjik veya otoimmün reflekslere kayması. Çocuğun zaten kafa boşlukları dar, mukozalar da alerjik veya iltihabi reaksiyonla kalınlaştı mı size! Gelsin solunum sıkıntıları, alerjik nezle ve astım, bademcik şişmesi. Çocuk ağızdan nefes alır, gözlerinin altı koyulaşır, ikide bir antibiyotik, burun damlası, öksürük şurubu kullanır, katı mamayı yutamaz, kusar, annesi her şeyi püre yapıp yedirir. Doğru düzgün çiğnemeyi öğrenemez. Çene kemikleri daha da zayıf kalır. Besinler hep yarı sindirilmiştir. Gaz, kabızlık, kötü kokulu dışkılama… Sonra dikkat eksikliği, hiperaktivite. Daha da kötüsü: Otizm!... Bir yandan az insani temas, bol elektronik uyaran, diğer yandan omega-3, C vitamini eksikliği, sindirilmemiş kazein… Nazenin bağırsaktan geçen diğer toksinler, beslenme dengesinin sağlıklı yağlardan karbonhidrata, özellikle şekere fazla kayması nedeniyle gelişen subklinik hiperinsülinizm ve asidoz...

Olsun, risperdal var, çocuk psikiyatrisi randevuları o kadar zor olmasa! Daha bunun depresyonu gelecek, Prozac’ı gelecek. İlla ki gelecek, yeşil alan yok, koşma, oynama yok, insanı çıldırtan, ama genelde duymadığımız kronik gürültü var, yapılan spor elde tablet, parmak sporu. Ha, sokak kedi ve köpekleri, kuşları çok şirin, ama belediye ve komşular bırakırsa. Çünkü herkes, yaşam hakkının sadece insan için bulunduğunu ve çocuğun kılına bile zarar gelmemesinin kutsal amaç olduğunu düşünüyor. Lakin çocuk sitenin havuzunda elektrik çarparak veya selde boğularak ölürse yapacak bir şey yok. O, uygarlık gereği…

Çocuk gittikçe yağ bağlar. Hele bir de geniz eti ameliyatı olduysa. Bazı aşamalarda beden kitle indeksi normal çıkar, halbuki düpedüz modern insanın illeti “sarkopeni”, yani kas azlığından mustariptir. İnce omuzlar, yumoş bir karın. Arada hafta sonu arabayla üç dört saatte kır bahçesine giderler. Ama keneye karşı ilaçlanmış veya inekler girip pisletmesin diye etrafı tel örgülerle çevrilmiş olması koşuluyla. Çocuk tabletiyle temiz havada oynar, anne baba da WI-FI olduğu için işlerini görebilirler. Babası arabayı oto kuaförde ithal kimyasallarla makyajdan geçirdiği için araba çok kıyak görünür. Hava zaten genelde kirlidir. Ama temiz olduğunda da derin nefes almaz şehir insanı. Sınırda hipoksi (sürekli az oksijenle yaşama) de vücut yağlanmasının en önemli nedenlerindendir.

Bu hikâye böyle uzar gider. Daha çok şey anlatılabilir. Şimdi kanseri, kalp damar ve göğüs hastalıklarını bir kenara bırakalım, ki aslında sağlık bir bütündür, hiçbiri birbirinden ayrılamaz ya! Diyabete gelelim. Tip 2 diyabetin en önemli nedeni (genetik ve epigenetik yanında) vücuttaki yağ-kas oranının bozulması ve insülin direncidir. Bunda da hareketsizlik, yüksek karbonhidratlı beslenme, az oksijen döngüsü en önemli etkenler. Tip 1 diyabette bu nedenler daha alt sıralarda yine de önemli. Ama tip 1 diyabet daha çok, ya doğrudan virüs ve toksinlerle ya da dolaylı olarak bağışıklık sistemini saptıran nedenlerle bu sistemin kendi dokularına yönelik saldırganlaşması sonucu pankreastaki adacık hücrelerinin tahrip olması, insülin salgısının azalarak kaybolması durumu.

En başta saydığımız dengesiz sanayileşme ve yapılaşma: D vitaminini, taze besinleri, omega-3, C vitamini ve diğer antioksidanları, yeterli protein ve sağlıklı yağ, oksijen alımını, hareket ve stres atma yeteneğini, melatonin sentezi ve uyku kalitesini azaltarak… Toksinleri, toz ve partikülleri, radyasyonu, yapay ısıyı ve ışığı, elektromanyetik alanları, yapay besinleri, paketli besinleri, omega-6 ve hidrojenize yağ alımını, karbonhidrat alımını artırarak… Diğer birçok hastalık gibi diyabete de zemin hazırlıyor.

Üstelik bu zararlar diyabet hastalığının o kadar hızla artmasına yol açıyor ki, bilim ve teknolojideki gelişmelerin, bizlerin tedavi etme kapasitemize kattığı gücü sıfırlayarak, hatta negatife çevirerek. O yüzdendir ki, yerel çevrelerin bütün itirazlarına rağmen Ağaoğlu’nun Düzce’nin doğa harikası ilçesi Yığılca’ya kurmakta ısrarlı olduğu çimento fabrikası olgusunu duyduğumdan beri hekimliği, diyabet tedavisini bırakma kararı zihnimi kurcalıyor. Tıpkı zeytin yasasının bizim halka beslenme bilinci aşılama konusunda koyduğumuz çabaları bir üfürüşle yok etmeye çalıştığı zamanlardaki gibi… Tıpkı Denizbank’ın Bolu’nun ve Düzce’nin güzelim yaylarında dönüm dönüm parsel kapattığını duyduğum zamanlardaki gibi… Tıpkı Düzce’de peri masallarından kaçarak günümüze kadar gelmiş Samandere Şelalesi yolundaki inanılmaz Şimşirliğin HES’le talan edilişini gördüğüm zamandaki gibi… Tıpkı Gölyaka’da, Yeniçağa Gölü’nde, sığırtmaçların doğal otlaklarını telle çevirip, sözüm ona “müşteriler pislikten şikâyet ediyor” diyerek, güzelim ineklere, mandalara oraları yasaklayan zihniyetle yüzleştiğim zamandaki gibi…

İlknur Arslanoğlu


Yorumlar

Maximum : 1000 Karakter / Karakter Sayısı: 
0
Yorumlara gerçek ad ve soyadınızı yazmanız onay kolayllığı sağlar.
Mail adresinizi yazmanız keyfinize kalmıştır. Yorumlarınızın onaylanması da
editörlerin tamamen keyfine bağlıdır. Yılların deneyimi sonucu bu bizde böyle.
  • Mehmet Harma

    Mehmet Harma 08.08.2017

    Değerli İlknur Hocam, endüstrileşme ve hastalık ilişkisi bu kadar mı güzel anlatılabilir. Çimento fabrikasına karşı başlatacağınız her direnişte yanınızdayız. Meslek pratiğinizi bırakmak ise hepimizin dezavantajınadır. Yılgınlık yok, dayanışma var!

  • fahri kumbul

    fahri kumbul 08.08.2017

    Baştan sona okudum, çok güzel bir konu ve yazı. Birkaç sözcüğün anlamına bakmak durumunda kaldım: Santralize (yüz), pelvis, bispenol A.. Teşekkürler.

  • BİROL AKSU

    BİROL AKSU 07.08.2017

    YAZINIZI BİR SOLUKTA OKUDUM. HERKESİN DUYGULARINA TERCÜMAN OLMUŞSUNUZ , YAZINIZA SAĞLIK. UMARIM O KATİL FABRİKANIN ORAYA YAPILMASINA DUR DEME ÖRGÜTLENMESİNİ VE MÜCADELESİNİ GÖSTERİR VE FABRİKAYI ENGELLERİZ...

  • Murat Dicle

    Murat Dicle 07.08.2017

    Oksijen fakirliği çekilen bir memlekette, kimse zenginliğinden bahsetmesin madem; o plazalardaki evlerinden, paha biçilmez arabalarından vb...

  • Kaan Arslanoğlu

    Kaan Arslanoğlu 07.08.2017

    Deniz Can'ın feryadı çok çarpıcı: "Sanki ülkem düşman tarafından işgal edilmiş, yağmalanıyor." Küçük küçük çabalarımız bu büyük sel karşısında çok yetersiz kalıyor. Tamam, karamsar olmayalım da, nereye kadar dayanacağız? Bu kadar cehalet, bu kadar aymazlık içinde?

  • Ilknur Arslanoglu

    Ilknur Arslanoglu 07.08.2017

    Sevgili Işık ve Deniz can arkadaşlarım, insanların bir çoğu dediğiniz gibi bu bağıntıları kavramayacak veya gidişi durdurmak için harekete geçmeyecek, ama hiç olmazsa biz demiştik, bunu siz istediniz deme hakkına sahip olalım...

  • Işık

    Işık 07.08.2017

    Malatyada doktorluk yapıyorum, inanın etrafımdaki insanlara söylediklerinizi aktarmaya çalışıyorum fakat hiç kimse çocuğun allerjisinin, burnundaki sümüğün, karnındaki ağrısının şekerden veya hamilelikten olabileceğine akıl erdiremiyor. Diyabeti olan hastaya zayıflayacaksın dediğimde "Zayıflayamam ben sen ilaç yaz" tepkisini aldığım için, sevdiğim ve değer verdiğim insanlara yardım etme kararı aldım. (Veya bilinçli hastaya) Pis havanın çocukta astım yaratabileceğini asla anlamazlar, çünkü zaten o pis hava hep vardı Nerimanın çocuğu sağlıklı benimkisinin kesin genetik diyerek kendilerine en yakın kapıyı açmaları beni de doktorluktan soğutuyor doğrusu neyse nöbetlere devam :)

  • Deniz Can

    Deniz Can 07.08.2017

    İlknur Hanım isyanınıza katılmamak elde değil. Duyarlı ve mesleğini doğru yapmak isteyen herkesi işinden soğutacak bir vahşi gelişim(!). Mesleği planlama olanları düşünün bir de, en büyük kentimizden en küçük yerleşim birimine kadar keyfiliğin hakim olduğu bir gelişme, yöneticilerin kendilerince çılgın projelerinin uygulamaya konduğu, mesleğin külliyen hiçe sayıldığı bir sistem. Sanki ülkem düşman tarafından işgal edilmiş, yağmalanıyor duygusu yaşıyorum.

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.