Tıp Bu Değil
Cüccük burcuva gözüyle toplumcu sağlık söyleşileri..

Selamunaleyküm.
Tam 3 aydır o kadar çok uçtum ki, elitpılas’ın üstünde bişe olmadığı için maalesef hala elitpılasım. Tühsss! Kahrolsun cüccük burcuvalık ve bizınıs gılas cinleri! Aralarda (etanol arası) Allah benim belamı nasıl verir acaba diye tükettiğim türlü ilaç ve kemikıl nedeniyle, nadiren gidebildiğim evimde tavana ve duvarlara boş boş bakmaktan başka da bişe yapamıyorum sevgili site okuyucuları. Aslında sizi unutmadım. Bilirsiniz, mizantropi abidesi bi adam olsam da sizlere karşı derin bi hassasiyetim yok değil. Ama işte o duvara boş bakma epizotları ve uyuyamama, elin bi işe gitmemesi hali falan… Yorucu oliy! Çoğunuz inanmasa da benimki de beyin sayılır nihayetinde.
Neyse ne. Demincek siteye göz gezdirirkene Anadolu Ajansı’nın Trafik Kazalarına Sınıfsal Yaklaşım başlığıyla gönderdiği haber nitelikli yazısının altında Özgür Coşar’ın “keşke Ankara’da da yapılsaymış. İlginç bilgiler içereceğine eminim. kayıt edilip paylaşılıyorsa, bağlantı adresini yazmanızı rica ederim.” diyen yorumuna denk geldim. Üzüldüm (yazım ve noktalama hatalarına değil). Hemencecik buna dair bi yazılama hissi geçiverdi içimden. Ve işte yazıyorum.
Şindi ben geçen cumartesi günü (9 nisan yani) erinmedim; hususi Kadıköy’e gittim; sırf bu toplumcu pıt şeysi nası oliy acep deyu merakımdan. Hani bilenler bilecektir, genelde şu “toplumcu” lafına kıl olmamdan kaynaklanan bi özel durumum var. Yorgundum. Yollardan gelmiştim. Ama yine de ümitliydim. Diyodum ki candy candy’me “len olüm, adamlar orda mastürbasyon yapmıyollar ya; git; belki bi bok öğrenirsin; önyargılarından arkakaygılarından sıyrıl”!
GİTTİM, GÖRDÜM, KAHROLDUM!
Elimden geldiğince her detayı size aktarıciğm. Ama ilk evvela şu linke bi bakmanızı rica ediyorum:
http://istanbul.nhkm.org.tr/event/toplumcu-saglik-soylesileri-11/
Dikkatli okuyuculara sormuyorum ama “Eyyy” sen dikkatsiz, sana da şu posterimsi abartılı derecede kifayetsiz gelmiyo mu? Hatta Ufaks, sen söyleyiver; ben mi yanılıyorum? Aynalar bana yalan mı söylüyor? Bu ne la? Hani soyut? Hani büklüm büklüm?
Siz böyle bi tanıtım-yok-tanıtmıym faaliyeti ile gerçekten dinleyici, katılımcı çekebileceğinizi sanıyo musunuz? Yani o gada mı iyi niyetlisiniz? Agalar, tamam, solcusunuz. Buna eyvallah. Kahrolsun gapitalizm, emperyalizm falan. Ona da he. He de?!? Bu gada amatör işi olmamalı bazı şeyler. Yani bu bana yattığım yerden öyle gelen bi durum da değil.
Ara taksime geçiyorum. Amatör ruh iyidir. Enthusiastic, ambitious (bizim Oğuz’la alakası yok – hem o kadındoomu bırakıp bevliyeye geçtiydi) olmak falan hoştur. Ama düşündüğünüzün aksine, profesyonellik gahpe gapitalizmin yarattığı iyrenc bi yan sanayi ürünü değildir. Profesyonellik ille de para almak anlamına da gelmez. Para karşılığı yapılan işlerde de amatörce hatalar çoktur. Ve tamamen hilal-i ahmer namına yapılan çokça işte de hayli yüksek profesyonellik görülebilir. Yani kafadan kopmadan evvel kafadan kopartmayı deneyin. Bunun için size gönüllülük esasıyla yardımcı olabilecek ademoğlu bulmak düşündüğünüz gada zor değil. Yukarıdaki poster şeysiyle ilgili bi örnek verebilirim. Gerçi ben niye veriyom her örneği?! O örnekleri siz de bulabilirsiniz. Açın bakın bakalım 20. yüzyıl’ın ilk çeyreğindeki Evropa menşeli gomoniz, goşist mamüllere ve hatta Sovyet propaganda araçlarına. Önemli bi oranda beleşe çıkarılmış işlerdir. Amma hiç de amatör işi değildirler.
Boyuna yok Lukacs, yok Adorno, yok Horkheimer, yok estet, yok köstet bişeyler söylüyoğuz. Efendiler, Homo sapiens’in na gada imanlı bi varlık olduğunu tartışmıyoruz, di mi? Bu imanın da %90’ın üstünde putperest stayla olduğuna bi kuşkumuz yoğudu; ona da “di mi”, di mi? E temel semboloji, plastik sanatlar, distorsiyon, çağrıştırım, abstraksiyon yokluğunda mesaj iletme, işlevsellik falan diye şeyler Bosforus’ta bi baltaya sap olamamış denyoların ağzına sakız olsun diye mi varlar? Estetse buna da estet. Hatta az daha esnet de bu yandan göstert!
Neyse canımıniçleri. Ordan da bi şeyedelim dedik. Dönelim bizim toplumcu pıt’a. Döndük.
İşte saat 14:48 (saatim doğrudur). Ben Kadıköy Nazım Hikmet Kültür Merkezi’ne intikal ettim. Çay bahçesi tıklım tıkış dolu. O an seçim sandığı kurulsa %50 cehape, % 35 hedepe, %15 de tekape-emep-ödepe-vatan partisi karması alır. Ortam aynen anlattığım şekil. Vatan kurtaran emekli memurlar ve kötü giyinmeyi yaşama düsturu edinmiş yaşıtları teyzeler, kendini sanatçı sanan entel uşaklar, siyah giymiş - makyajsız aplalar, telefonda şeker patlatanlar, telefonda gabak yetiştirenler, telefonda garşı köye roma askeriyle saldıranlar, instagramcılar, feyzbukçular falan… Aydın’ın Türk köylüleri, Sakızlı Rum gemiciler, Yahudi esnafları ve Börklüce Mustafa’nın onbin mülhid yoldaşı orada yoktular. Allah’tan!
Patatiz gızartması, bergamotlu çay ve tost makinesinden çıkan kesif yanık yağ kokuları arasından soldaki ilk kapıya yöneldim. Ariadne’den akıl almış Theseus gibi yumağınan gitmekte fayda var. Merdivene ulaşan yol biraz labirentimsi. Ve maalesef David Bowie’nin labirenti değil bu.
Geçen sene trafik yüzünden yetişemediğim ilk toplantının yapıldığı salon şindi restoran olmuş (meyhane anla yavrucağım sen onu). Bi kat daha çıkıyosunuz. Yılmaz Güney Salonu’ndaymış bizim ekşın.
14:51 - Salonda toplam 5 sırada aradan 1 kişinin geçebileceği boşlukla, dörderli koltuklarla oturma planı hazırlanmış. Ne eder? 40! Kapıdan girdiğiniz zaman önünüzde, sağda uzanan bi masa duruyo. Konuşmacı herhal oraya geçecek. Onun karşıdaki köşesine de kolçaklı 2 tane ayrı koltuk çekilmiş. Gözlüklü ve saçlı, gençten bi adam var. Onun yanında keçisakallı (goatie deyince de bu oluyo – politikıli korrekt olma hastalığınıza başlatmayın), az saçlı, siyah göynekli ve 60’larında gibi gözüken bi adem oturuyo. Bunlar kendi aralarında konuşuyollar. Ben girdim. Kayıtsızlar.
Pencere tarafında dipten bi öndeki koltuk sırasında siyah giymiş, burnunun sağ kanadında küçük bi hızması olan, yüzü güzelce, daş çatlasa 22-23 yaşlarında bi kızceğiz de oturmakta. Onun elinde bi not defteri. O sırada galiba ev arkadaşı aradı. Faturasal bişeyler konuştular. Sağırım. Ama duyabileceğim bi mesafe.
İlgi yoğunluğu şaşırtıcı. Bi cigara için hala zaman var. Bi kat aşşaadaki verandamsı yer açık. Uzun malbuş 6 dakkada biter. Yes. Orrayt! Cigara yansss! Fosur!
Cigara bitsss. Yukarıya dönsss.
14:59 - Konuşmacı olduğunu düşündüğüm gözlüklü kişi masaya geçmiş. Keçisakallı adamla hala sohbet halindeler. Yer bulamama kaygım yok. En arkadaki koltuk sırasının giriş kapısı tarafındaki köşeye yayılıyorum. Allahı var. Koltuklar rahat.
Siyahlı kızın bi arkasına gözlüklü ve beyaz bluzlu başka bi kız oturmuş. Diğer dörtlüde. Onun da elinde kaatkalem var.
Benim ön dörtlü boş. Pencereyi açtı kızlar. Güneş süzüldü. Bekliyoruz.
15:03 - Benim üç önüme arasındaki grileri özgür bırakmış, siyah, kıvırcık, uzun saçlı bi apla oturdu. “Yaşasın halkların kardeşliği” model. Yanına başka bi apla daha geçti. Tasviri gereksiz.
15:06 - Sonradan Derya Turgay (kireç-mireç-buzağımıyızkisütiçek ekolü) olduğunu öğrendiğim kişi geldi. Benim tam oblik izdüşümümde. Galiba Keçisakal’ı o davet etmiş. Benden çok daha sağlıksız gözüküyo. Global kireçlenme olmuş olabilir!
15:11 - Artık konuşmacı olduğuna kesin emin olduğum gözlüklü adam aşşaadan bağzı katılımcıların gelmesini beklediğimizi söyledi.
Siyahlı kızın önüne benim eski coğrafya öğretmenime benzeyen bi kadın oturdu. Onun da tasviri gereksiz. Benim eski coğrafya öğretmenim (becö) deyip geçicem.
15:13 - Sonradan bi dönem 112 komutasında çalıştığını öğrendiğim, tipik kot takımlı solcu ağbi de geldi. Muhtemelen karadeniz uşağu. Saçlar tepe kısımda hiç yok. Kenarlar beyaz. Emekliliği 2 gün önce gelmiş. Hoş gelmiş!
O esnada becö’nün iki yanına 35 yaşlarında, kaygılı (solcu kadınlarda çok gördüğüm olağan kaygılılık hali) bi ifadesi olmasına rağmen güzelce bi kadın oturdu. Minyon dedikleri tipten bi bünye idi.
15:17 - Anadolu Ajansı ve yanında sonradan kardiolog olduğunu öğrendiğim ekürisi geldi. Anadolu Ajansı’nın sakalı da salona girdi. Onlar benim 2 önüme, ara boşluğa bitişik halde oturdular.
Peşisıra sonradan sınıf öğretmeni olduğunu deklare eden, 40 yaşlarında varyok, DTCF eylemlerinde koroya “faşizme kaaarşı bacak omuza” temposu verdiren model birisi de onların 2 sağına, yani benim tam 2 önüme oturdu.
15:18 - Sonunda konuşmacı söze başladı.
Yahvem!!! Söze başlamayaydı keşke. Ben böyle kollarımı açaydım. Ona “başlama” diyeydim! Benim yüzümdeeen! Benim yüzümdeeen!
Neyse artık. Şimdi toplantıya geçiyorum. Essentials of formal presentation 101’den sorularla başlıyoruz!
Adı anılmayan aşkına, yurttaşlarım, romalılar! “Konuşmacı” varsa bi ortamda, hiç değilse bi dia makinesi (siz solcular “yansı” diyosunuz ya, ondan), bi slayt düzeneği falan olmaz mı? Olamaz mı? Olmamalı mı? Ne yani? Aramızdaki eşitliği mi bozuyo bunlar? E eşitlik bunlarla bozulacaktıysa çember şeklinde oturma düzeninde olaydık. Van fılüv ovır dı kukkoğs nest’teki grup terapisi hesaabı… Olma mı?
Karşınızdaki konuşmacının nikneymi Karaoğlan, soyadı Ecevit, gömleği mavi, cigarası Ballıca değilse ve bıraktım göz seğirmesini, çok dikkat çekici bi kafayı geri atma tiki her 20 saniyede bi tekrarlanıyosa o konuşmacıyı gerçekten ful konsantrasyonla dinleyebilir misiniz?
Solportal’de daha önce çıkan ve menşeinin neresi olduğunu benim o zaman da çözemediğim bi “2 milyon 800 bin” ifadesi vardı. Valla emoli sadece bunu söyledi.
Bi de kaatları çıkarttı. Kaat dediysek bizim apartman görevlisinin (yani ben kapıcı diyorum da sizin hassasiyetleriniz oluyo; yoksa tabisi de emekçidir; lafımız yok) kendi için tuttuğu iş listesi notları vallaha bunların yanında British Museum’daki gotik yazılı tomarlara benzer. Ben otopark çıkışı adama öyle buruşuk para çıkarsam pantul cebimden, adam yeminle beni kınar. O derece yaaani! Neyse işte. O kaatlara baktı. “Buraya yazmıştım” dedi. Sonra “Yok yazmamışım” dedi. E şimdi ben bunu duyunca Şahin K’nın unutulmaz “Geliyorum, geliyorum; yok gelemiyomuşum” repliğini hatırlayıp gülümsediğim için sizce suçlu hissetmeli miyim?
Bundan başka nerdeyse hiçbişe söylemeyen konuşmacı sonra ne mi yaptı? Sade suya tirit? Yok canım. Onu zaten yapmıştı. Başka? Yes! Keçisakallı adamı konuşmaya davet etti. Saat? 15:27!
Gençten sayılabilecek konuşmacımız “Şoförler Federasyonu’ndan katılımcımız” dedi. Adamın adını söyleyemedi. Adının Ahmet Türkoğlu olduğunu söyleyen keçisakallı kişi de düzeltti: Şoförler ve Otomobilciler Federasyonu değil, Yüksek Trafik Güvenliği Kurumu Derneği!
Ara soru: yahu 30 dakkadır bi adamla sohbet ediyosunuz. Ve appointed konuşmacı olmadığı bi toplantıda adama söz vereceksiniz. Crom adına, adamın künyesini söyleyemeyecekseniz buna yeltenir misiniz? Haksızsam da “Konan, bak bu sefer haksızsın; bi sigigit” deyin. Ama lütfen elinizi vicdanınıza koyun!
Esas konuşmacının 9 dakka süremeyen müthiş konuşması sonrasında Bay Ahmet Türkoğlu sazı eline aldı. 35 dakka boyunca bizlere kindergarten bebelerine şarkılarla yurttaşlık bilgisi verme kıvamındaki pedagojik hezeyanla trafik işaretlerine saygıyı hatırlattı. Kendisi söze başladığı sıralarda 2 genç kadın daha katıldı poğrama. Poğram = program diyemeyen amcaların şeysi.
Ha tabii mevzuatın öneminden ve bürokratik ara makamlardaki zevatın hödüklüklerinden de dem vurdu.
Posta gastesinin yurdum şairleri sektöründe şiirleri yayınlanan, Yozgat’ta mukim emekli banka memuru olduğunu vurgulayan amcaların o ürünlerini paylaşmaktaki heyecanına benzer bi göz kamaşması ile bize kendi sonelerini dinletti.
Sivas’ın Timur’dan beri görmediği o zulmün boyutlarını bilemiyciğm ama ben bu işkenceyle son nefesimi vermek üzereyken ilahi bi kudret soru-cevap bölümüne geçmek üzere Bay Türkoğlu’nu durdurdu.
Allahları var, şimdi haklarını yemiym. Kardiolog eküri, kot takımlı 112’ci ve sınıf öğretmeni kişi fena sayılmayacak, kısa ama öz katkılar yaptılar.
Halkların kardeşliği apla sağlık hizmeti veren sektörün pis gapitalist-gomprodor uşaa üyelerinin kazalardan nemalandığı yönünde bi açıklamada bulundu.
Esas konuşmacı Beylikdüzü’nde oturan bi emekçinin neden Anadolu Yakası’nda işe gittiğini sorguladı. Hayın gapitalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin bu düzeni yarattığını, ah bi hayın gapitalistler olmasa emekçilerin emeklerinin hiç sömürülmiiceeni, lojman sisteminin faziletini falan anlattı.
Bisikletin ne gada faydalı bi icat olduğunu bi kez daha idrak ettik. Ettirdiler!
Toplu taşımanın ve hele de demiryolu inşaat ve işletme imtiyazlarının amarihan gapitalizminin oluşumundaki rolünden bihaber katılımcılar “tren na gada gomoniz bişe; gahrolsun petrole bağımlı garayolları ve otomotiv sektörü; devrim gelecek ve hepimiz mutlu mutlu, sınıfsız kompartmanlarda işlerimize gidip gelceez” minvalinde grup terapisinin coşumlamasına kapıldılar. Ben o esnada “Rand! Ayn Rand!” diye sayıklayayazmıştım. Eyyy gidi eyyy! Fosil yakıt kaka. Ona tamam. Da nükleer de bok bunlara göre. Lan oolüm, o trenler osurukla mı hareket ediyo?
Yine Allahı var. Anadolu Ajansı en makul katkıları yapan oldu. Artık kendisine sorarsınız. Yorumlarda yazar. Tıkımız şeyeder. Bu arada, sakal iyi gitmiş. Bence akparti gadın golları’na direkt denetmen-başgan adayı olur.
Hep Allahı vardı. Bu sefer Yehovası var. Ben de bikaç kontr çektim. Fazla ilişmediler. Çemkiring olmadı. Cüsse ve entonasyon sanırım biraz geri durdurttu. Bi de galaba değildiler. O da şeyetmiş olabilir.
Son olarak esas oğlan bi kılark çekti ve Bay Türkoğlu yeniden sazı eline aldı. Bi sone daha dinledik. Yüce Gök bana acıdı. Toplantı varmış sonra. Kısa kes, Aydın havası olsun dediler. Bay Türkoğlu’nun dimağımızla cima hevesi kısmen kursağında kaldı. Bu da tarihe ayrı bi koitus interruptus hadisesi olarak geçti.
Siyahlı kız, kaygılı 35, becö, siyahlı kızın arkasında oturan beyazlı kız ve tasvir gerektirmeyen kod adlı kişiler sadece huşu kısmına katıldılar.
Sonra amin dedik ve hepbirlikte devrimin geleceği o güzel günleri meditasyon sessizliğinde bi daha özlemledik. Cehennem de 19’un üstünde zati. O yüzden burada STOPsss!
Eveeet kıymetli okuyucular, şimdi vat iz dı morıl ov dis sıtori?
Yorumlarınızı tabisi de beklerim ama benim bu hikayeden çıkarttığım dersler şunlardır:
A: Boğaçlama haz, koçaklama saz ve doğaçlama caz tadında söyleşiler elbette olur. Olur da; konuşmacı o işin fenafillahı olursa olur. Virtüöz değilseniz emprovizasyon yapamazsınız. Yaptırmazlar adama!
B: Hız, yaşamak için süre kalmaması, mesai sürelerinin insancıl olmaktan uzak olması gibi kavramları kullanacaksanız Kemal Okuyan’ı bari benden daha çok okuyup özümsemelisiniz.
C: Konuya ait temel istatistikleri dahi bilmeden ortaya atılmak en hafif tabir ile “yırtık don” ile alakalı deyişi hatırlatır dinleyenlere.
D: Şehir planlamacılığı, coğrafya, üretim ilişkileri gibi zımbırtılardan bihaberseniz mevzuat sizi kurtarmaz.
E: Amatörlüğü geçtim, ANTİPROFESYONEL tutumlarla yapılan organizasyonlar size yarardan çok zarar getirebilir. İyi niyet çok zamandan da çok zaman kifayetsizdir.
F: Anarkokomünizm artık harbi din statüsüne getirilmeli. Kiliseniz de olursa tam olur. Diyanet’e de bağlanabilirsiniz. Gerçi o zaman da sünni anarkokomünistler ve alevi anarkokomünistler diye kendi içinizde ayrışmanız ihtimali hiç uzak görünmedi bana.
Guzularım, G’ye geldim, yoruldum. Guzunun G’si işte. Bundan sonra top sizde!
Unutmayın. Özensizlik hiçkimseye verilmesi mümkün olamayacak bi imtiyazdır. Biliyosunuz G-apitülasyonlar galkalı çok oldu. Ve dost her zaman acı söyler.
Üsteaa, çek iki adana; zehir olsun!
Büyüklerin ellerinden, küçüklerin burcuvalarından ayrı ayrı öper ve melmeketteki herkeşlere şimdilik hususi selam iderim.
Bulaşıklardan yorumlarını esirgememelerini da irica iderim ki coşumlamalarımız daha da büyüsün, dünyanın dört bi yanı kurtarıcı devrimin ateşiyle ısınsın falan.
Arz ettim!
Konan Simeryan (Arif Yavuz Aksoy)
Adres: İlkel Çağlar Mahallesi,
Barbar Savaşçı Sokak,
No: 31
AKİLONYA
Mucucuksss
Hemi de en brendilisinden!
P.S: Sonja, Conn ne alemde? Kılıcını bileyliyo mu?
Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.
PROGRAMINA KONUK OLDUĞUM ADAMI DA AZARLADIM 22.04.2016
Aşağı yukarı böyle bir şey olacağını ben biliyorum, sen biliyorsun, solcularla temasta bulunmuş herkesler de biliyor. Dalga geçenin biraz dangalak olması çok kritik değil. Yapılan iş "iş olsun diye", "etkinlik olsun diye" yapılmadığı, temeli ve içeriği yapanlar, katılımcılar veya reyizleri tarafından gerçekten sorgulanmadığı sürece bu böyle gider. Yarın bir gün ben de kongreye bi yere gider buraya yazıyı döşenirim, sonra da sizi tehdit ederler. Öyledir o işler
arif yavuz aksoy 21.04.2016
zaten problem tam da bu sayın coşar. o kadar antiprofesyonel organizasyon olursa kimin ne dediği, ne önerdiği hep gümbürtüye gider. a.y.a. gümbürsss
Özgür Coşar 21.04.2016
teşekkürler A.Y.A. Gerçi kim ne önermiş anlayamadım ama olsun.
arif yavuz aksoy 20.04.2016
Sevgili Ç, förtilayzır mevzuuna daha da değiniciğz inşkrom. Hele az bi Akif Abi de dokandırsa... Gerçi şimdi o seçim heyecanında olabilir. Bi de, dün ufaks bu yazıyı görünce hemen ilk bana gömçürttü. 1. Kemal Okuyan ne diyo millet bilmek zorunda mı? 2. İstatistikleri niye vermedin? diye saydırdı. Dedim hooop. Herşeyi devletten beklemesinler. Kaldı ki Akif Abi söyler hiç değilse. Referans verip resmi rakam veren benden başka kim oldu? Toplantıda tabisi de... a.y.a. tabisss
arif yavuz aksoy 20.04.2016
heeeh! tam oldu şindik! aha da bak, gaaveden adam topladım. emolimi de çağırdım. geldi. piton gibi yorumu da koymuş. hatta nası koymuş aykut kocaman! eyyy ufaks (ufuk aksoy), sinema yazını yaz. fazla piyizlenme (dinime küfreden bari ben-i israil'den olsa). yalavuz, ben burda tekken (dövüş oyunuyla alakasız) millet feci bunaldıydı. amcamoğli de gelince ahaliye komple daral gelebilir. naapacuğk? olsun. bi tanesi kesmiyodu. iki tanesi ortamı cıvcıvlandırır! a.y.a. cıvcıvsss
Ufaks 20.04.2016
İsmimin geçmesi üzerine afiş konusunda (Ki yazıda belirtilen tüm problemle de bağlantılı) Konseptuel kısmına girmeden teknik meselelerden başlarsak öncelikle bir üst kimlik sorunu var. Belli seriyi kapsayan grafik tasarım işlerindeki tutarlılığı sahiplenirken bunun grafik anlamda hakkını verecek bir üst kimlikten bahsediyorum. Yol güvenliği söyleşisinde bu üst kimlik Nazım Hikmet Kültür Derneği'dir, onun altında derneğin organizasyonlarıdır. Onların altında yine bir seri olan Toplumcu Sağlık Söyleşileri'dir. Bu üst kimliğin iyi ve taşıyıcı bir tasarımı yok. Neden yok ya da nasıl omalı meselesi çok uzun. Sadece iyi bir örnek verirsek İKSV'nin festival işlerine bakılır. Baktığında İksv olduğunu anlarsın, kimliği çok iyi taşır grafik olarak ve festival çeşidi ve dolayısıyla ismi değiştiğinde de taşıyacak kadar iyi tasarlanmıştır. Bu kimlik meselesi ile ilgili çok ilginç bir anım var. VTR'yi izleyelim. Halk Ekmek'in ihaleye açıldığı yıl, 10 yılı var. Azeri patronun holdingine gittim, ihaleyi kazanmış (Sonra geri aldılar), isim bulunmuş, benden logo çalışmam istendi. Yaptım bişeyler adamın odasına girdim. Tabii ki bir tane kendi doğrularımla bence çok iyi bir logonun yanında ekmek parasından iki tane de adamın muhtemel beğeneceği iki logo da götürdüm. Bu logolar yanar döner, amblemi tipografisi ayrı, göz alan ama koskoca Halk Ekmek kimliğini taşıma kabiliyeti olmayan, ve ama yine genelde müşterinin beğendiği logolar klasmanındaydı. Dingil bunlardan birini seçer, parama bakarım dedim, varsın doğrusu olmasın dedim. Benim logo ise yazıya çok az ama işi anlatan bir müdahalesi ve kendi içinde bağlamsal olduğu kadar optik olarak iyi çözülmüş güçlü bir logoydu. Bu baktı logolara. Bana arkasındaki azeri ve türk bayraklarını göstererek dedi ki: bak, bu azeri bayrağı bu türk bayrağı, sen şimdi bana desen ki, bu bayrakları şu kağıda çiz, azeri bayrağını çizemem ama Türk bayrağını çizerim. Sonra benim beğendiğim logoyu göstererek, işte bu yüzden bunu seçiyorum, basit ve güçlü dedi. Dedim sen kimsin ya, ver ağzını öpeyim diye atlayınca odayı basan güvenlik görevlileri tarafından... Ama işte bu adamlardan pek olmaması bu işleri bırakmamın sebeplerinden biridir. Neyse konumuza dönersek bizim afişin iletişimini kurmaya çalıştığı konu da o haftaki konu olan kısaca yol güvenliği meselesi. Üst kimliği destekleyecek tutarlılık burada da beklenmeli, önceki afişte tipografik yapmıştık ama buna görsel koyalım olmaz. Ama olmuş. Tipografi ve görsel kullanımının iyiliğine kötülüğüne hiç girmiyorum. Meşhur karikatürden logolaşmaya, logodaki görsel tipografi ilişkisinin kötülüğüne, harf karakterlerinin uyumsuzluğu ve harf, kelime ve satır arası espas sorununa ve en ''eğitimlinin'' bile gözünden kaçabilen kadrajı oluşturan çizgilere uzaklık ilişkileri meselesine hiç girmiyorum. Ki grafik tasarım dediğin şey tabula rasa üzerine koyduğun her lekenin ilişki organizasyonundan ibarettir (Kaynak kendim). Sadece iki harfi yanyana koyarken ne gibi matematik kurallar ve yıllarca deneyimle zor edinilen optik dengeler olduğunu bilseler bütün bu sadece yazılım bilen grafikçiler bırakırdı bu işi (Yok bırakmazdı, kutsal ''ekmek parası''). Aha bak misal afişte yukarıdaki 9 ile aşağıdaki toplumcunun T'sini solda bloklamış (Align), ama bunu bilgisayara yaptırmış ve onlar matematik olarak gerçekten de en solda aynı yerden başlıyorlar. Ama biz nası görüyoruz? T daha solda. Çünkü dokuzun yuvarlak yapısı, boyutu, harfi oluşturmayan etrafındaki boşluk bu optik illuzyonu yaratıyor. İşte hem bilen hem deneyimlemiş tasarımcı da burda alıyor sazı eline oradaki illuzyonu matematik dengeyi bozarak sadece gözünün yetenekleriyle çözüyor, toplumcuyu bi tık, bi tık, bi tık daha sağa alarak. İşte o kullandığınız ''Bi tık'' deyimi türk reklam ajanslarındaki art direktörlerden çıkmadır. Gerçekten. Obje seçilip ok tuşlarına her basışta objenin hareket ettiği piksel değerine denk gelir. Bunun üzerine bu kadar konuşmaya gerek var mıydı bilemiyorum. Belki bizim de derdimiz karşımızda üzerine yorum yapılmasını hakedecek düzeye yani ''Var'' olma aşamasına gelmemiş şeyler üzerine konuşuyor olmamız. O yüzden belki sosyolojik tespitler yapılabilecek kısma geçeyim. Dur dur. Toplumsal duyarlılık yaratma //özelinde// grafik iletişiminin, iyisinin bile kifayetsizliği üzerine iki kelam edecektim ama hem konuyla direktoman bağlantılı değil hem de başlı başına bir yazıyı hakeder. Bu konuyla ilgili bu işlerin tillahı Alain Le Quernec'le Tel Aviv'de bi atölye çalışmasında kavga etmiştim. Allen efendi tamam grafik tasarımı çok güzel kotarmışın ama burkanın sadece gözü açık olan yerine parmaklık koyarak Canada'dan İran'daki kadının burka giydirilmesine engel olamazsın. Anca kendi yarattığın sorunsalı ''zekice'' çözüp ürün haline getirerek, tasarımcı kimliğini tatmin edersin. Gel ego diyelim. E tasarımcı egosu olmadan da iyi tasarım mümkün değil evet (Kaynak kendim). Yazcam, yerim dar, geçiyorum. Afişimize dönersek şimdi bu organizasyonlar içinde işler nasıl yürüyor? Muhtemelen askerlik gibi. Komutanım bilmemkim er matbaada grafikçiymiş, he iyi verin o yapsın. Amerikan armisi ile Tsk grafik tasarımlarını bi karşılaştırın bakalım, milliyetçi duygularınız olmasa hangisine katılmak istersiniz. Arminin grafik iletişime döktüğü paranın bütçenin ne kadarına denk geldiğine de bi bakın. Bizim örnekte ise bilmemkim yoldaş Adobe yazılımlarını kullanıyo, verin afiş işlerini. İyi grafik tasarım büyük lükstür yoldaşlar, ya yoldaşınız denk gelecek ya da vereceksiniz parasını. Ki bu memlekette para vererek yaptırcam dersen bile beş elin bir parmağı kadar adamı bulmak zor. Son olarak ya bu sitenin hali nedir? Tam bir grafik tasarım rezaleti afedersin. Şimdi bu da yenisi mi oldu? Gelen gideni şeyetmiş. Tamam emeğe saygı'da, iyi emeğe, doğru emeğe, güzel emeğe saygı. Elit emek iyidir, cilde de faydası var. Hani diyolar ya vücut dili iletişimin %90'ıdır, editoryal içerik değil, grafik tasarım ve tutarlılık olacak sitenin vücut dili (Benim kaynak). Burda vücut bile yok bilader, bi frankeştayn var ortada. Hiçbişey yapamıyosanız, sebil wordpress kalıplarından birini alın, linklerini kendinize göre değiştirin, domain'inizi de oraya yönlendirin bitti gitti. Yok ben özgün olcam derseniz, özgün olmak için önce varolmak lazım gelmez mi? Yeminle bak, mail geliyo, insanbu'da yazı çıktı diye, bi içim daralıyo, o okuma sürecini düşünerek. Gönül ister ki bu güzel içerik şöyle bir tabakta sunulsun. (Bkz:
) da şudur: Birileri grafik tasarım bu değil derken, birileri tıp bu değil, ya da tıp iletişimi bu değil, siyaset bu değil, edebiyat bu değil diye kıvranmak zorunda kalıyor bu memlekette. Belki evrim tamamlansa da öyle mi lokal insana serzenişte bulunsak ne? O da bizi ayırmaz ki, ona da ihtiyacımız var. Bilemedim kara gözlüm...
Tekrar görüşünceye dek... O gün geldiğinde Crom yardımcınız olsun.
Smiley
Ufaks
Ç. 20.04.2016
Yıllar önce toplumsallaşmak için niteliğe eskisi kadar önem vermemeliyiz demişlerdi. Niteliğe önem vermemenin sonuçlarını görüyoruz. Ne ekersen onu biçersin. Bu kadar çok kimyasal gübre kullanırsan ortada verimli toprakta kalmaz. Arif Yavuz Aksoy'un yazısı da nitel araştırma olmuş. Yazıda söyleşi dışında söyleşiye katılanlar hakkında da bilgi sahibi oluyoruz. Nitel gözlemlerini bizimle paylaşmış. Kimyasal gübre derken nedense Conan'ın www.insanbu.com/a_haber.php?nosu=1640 yazısı aklıma geldi.